تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۜ
Hz. Peygamber’in vahyi alışıyla ilgili özel olarak kendisine hitap eden ara cümlelerden sonra bu âyetlerde insanlığa yönelik genel bir hitapla tekrar başa dönülerek müşriklerin öldükten sonra dirilme olmayacağına dair iddiaları reddedilmekte, bu konuda geçerli mazeretlerinin bulunmadığı, fakat dünya zevk ve lezzetlerine düşkünlüklerinden dolayı âhiret hayatını reddettikleri ve bu sebeple kınandıkları anlaşılmaktadır. İnsanların kınanmasının sebebi dünya nimetlerini sevmeleri değil, bu yüzden âhireti terketmeleridir. Çünkü dünya nimetleri insanlar için yaratılmıştır (krş. A‘râf 7/31-33).
22. âyette geçen “o gün”den maksat kıyamet günüdür. İnsanların kaçacak yer aradığı o günde dünyada iman edip iyi işler yapanların gönülleri sevinçli, mutlu, yüzleri ise güzel ve aydınlık olacaktır. 23. âyette “Rablerine bakarak mutlulukla parıldayacaktır” diye çevirdiğimiz cümleyi Ehl-i sünnet kelâmcıları “Müminler âhirette Allah’a bakarlar, O’nu görürler” şeklinde anlamışlardır. Hz. Peygamber’in de ashabına, dolunayı gördükleri gibi Allah’ı göreceklerini haber verdiği rivayet edilmiştir (Buhârî, “Tevhîd”, 24). Tenzih ilkesinden hareket eden Mu‘tezile âlimleri ise Allah’ın dünyada da âhirette de görülemeyeceğini savunmuşlardır. Onlar “Rablerine bakarak mutlulukla parıldayacaktır” meâlindeki cümleyi, –âyette geçen “nâzıra” kelimesinin kökünde “bekleme” anlamının da bulunmasından dolayı– “Rablerinin sevabını beklerler, ümit ederler” şeklinde tevil etmişlerdir (bk. Zemahşerî, IV, 192; Râzî, XXX, 226-229).
Ancak konumuz olan âyette müminlerin cennette Allah’ı görecekleri açıkça ifade edilmektedir; bu görmenin mahiyeti ise bizim bilgi ve kavrama imkânlarımızı aşmaktadır. Müminlerin cennetteki görme yetileri de, “görme”nin nasıllığı ve niteliği de bu dünyadakinden farklı olacaktır. Kısacası müminler, cennette Allah’ı “nicelik ve nitelik ölçülerinin dışında” (bilâ kemmin velâ keyfin) görecekler ve bu görme bütün cennet nimetlerini gölgede bırakacak derecede yüce bir mutluluk verecektir (Ayrıca bk. A‘râf 7/143).
Dünyada gerçekleri inkâr eden ve kötü işler yapan kâfirlerin ise yüzleri sararıp solacak, gönülleri mutsuz olacaktır. Çünkü büyük bir korku içinde “belleri kıracak” sözüyle tanımlanan bir musibetin gelmesini beklemektedirler (Şevkânî, V, 391). 25. âyette “bel kemiklerini kıran” diye çevirdiğimiz fâkıra kelimesi mecazi anlamda büyük musibet ve felâketler için kullanılmıştır (Elmalılı, VIII, 5483).
تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۜ
تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ cümlesi وُجُوهٌ ‘nün ikinci haberi olarak mahallen merfûdur.
Fiil cümlesidir. تَظُنُّ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى ‘dir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel تَظُنُّ fiilinin iki mef’ûlü yerinde olup mahallen mansubdur. تَظُنُّ sanmak anlamında kalp fiillerindendir.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiili muzarinin başına اَنْ harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir. يُفْعَلَ fetha ile mansub meçhul muzari fiildir. بِهَا car mecruru يُفْعَلَ fiiline mütealliktir. فَاقِرَةٌ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
فَاقِرَةٌ kelimesi, sülâsi mücerredi فقر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَظُنُّ اَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌۜ
Ayet önceki ayetteki وُجُوهٌ ’un haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haberin muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zannetmek ve kesin olarak bilmek üzere iki zıt manaya sahip ظُنُّ fiili burada, kesin olarak bilmek manasındadır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ cümlesi, masdar teviliyle تَظُنُّ fiilinin mef’ûlu konumundadır. Masdar-ı müevvel, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
يُفْعَلَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِهَا , ihtimam için naib-i fail olan فَاقِرَةٌۜ ‘e takdim edilmiştir
فَاقِرَةٌۜ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir.
Müsnedün ileyh olan فَاقِرَةٌ ‘un nekre gelmesi tarifi mümkün olmayan bir durumu ifade etmiştir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وُجُوهࣱ یَوۡمَىِٕذࣲ نَّاضِرَةٌ إِلَىٰ رَبِّهَا نَاظِرَةࣱ cümlesiyle وَوُجُوهࣱ یَوۡمَىِٕذِۭ بَاسِرَةࣱ تَظُنُّ أَن یُفۡعَلَ بِهَا فَاقِرَةࣱ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Ayetteki فَاقِرَةٌ insanın bel kemiklerini kıran büyük musibet ve felaket demektir. ”Fakir" kelimesi de bu kökten türemiştir. Çünkü fakirlik de insanın bel kemiğini kırar, onu başkalarına muhtaç bırakır. Bu, mesudların yüzleri ile bedbahtların yüzleri arasında çok latif bir karşılaştırmadır. Parlayan güleç yüzler, kendilerine her türlü hayrın yapılacağını bekledikleri gibi, bedbahtların yüzleri de musibeti beklerler. Zira ikisi arasındaki karşılaştırma bunu gerektirir. (Rûhu’l Beyân)