بِنَصْرِ اللّٰهِۜ يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
Rûm kelimesi, Araplar’ın Yunanlılar, Slavlar ve Latin asıllı Romalılar’dan oluşan halkı anlatmak üzere kullandıkları bir isimdir (İbn Âşûr, XXI, 42). 2. âyette bu isimle, Doğu Roma olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu tebaasının kastedildiği anlaşılmaktadır.
Bizans İmparatoru Konstantinos’un 311 yılında Hıristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsânî İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hıristiyanlar Bizans’ın dostu ve Sâsânî Devleti’nin düşmanı sayılmaya başlanmış, Ermenistan da Hıristiyanlığı kabul edince eski ihtilâflar canlanmıştı. Böylece İranlılar’la Bizanslılar arasındaki çatışmalar yeni bir boyut kazanmış oldu. Uzun zamandır İranlılar’la Bizanslılar arasında süregelen savaşlar milâdî VII. yüzyılın başlarında Bizanslılar aleyhine bir gelişim seyri gösteriyordu. 590 yılında İran tahtına çıkarılan II. Hüsrev 601’de Bizans’a yöneldi ve onlarla yapılan savaşı kazandı. Bizans karışıklıklar içindeydi. İmparator Phokas’ın tedhiş rejimine karşı ayaklanan Kartaca Valisi Herakliyus (Herakleios), kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu Kuzey Afrika birliklerinden oluşan bir filonun başında İstanbul üzerine gönderdi. 3 Ekim 610’da İstanbul’a ulaşan oğul Herakliyus Bizans tahtına çıktı. Phokas idam edildi. Bu sıralarda devlet ekonomik açıdan çökmüş vaziyette idi. Bu ve benzeri sebeplerle Bizans İmparatoru Herakliyus ilk yıllarda Sâsânîler’in imparatorluk topraklarını istilâsını önleyemedi. 613’te İrmîniye ve Suriye’ye girerek Dımaşk’ı işgal eden Sâsânîler, ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes Mezar Kilisesi’ni yakarak Îsâ’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp Medâin’e (Ktesiphon) götürdüler. 615 yılında Anadolu’ya yeniden Sâsânî akınları başladı. Sâsânîler 619 yılında Mısır’ı da işgal ettiler.
O güne kadar inen ilgili âyetlerde kendileri hakkında müşrik Araplar’a nisbetle daha sıcak bir üslûp kullanılan Ehl-i kitap Bizanslılar karşısında ateşperest olan İranlılar’ın bu galibiyetleri putperest Mekkeliler’de büyük bir sevinç meydana getirmişti. Mekke müşriklerinin bu gelişmeyi müslümanlara karşı böbürlenme aracı olarak kullanması üzerine yüce Allah müminlerin mâneviyatını yükseltecek bir müjde verdi: İlâhî bir kitaba inanan Bizanslılar kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekler ve o zaman müslümanlar büyük bir sevinç yaşayacaklardı (kaynak birliği ve iman ilkelerinde yakınlık bulunan inanç grupları arasında başkalarına nisbetle daha sıcak bir ilişki bulunduğuna, özellikle hıristiyanların müslümanlara karşı daha içtenlikli davrandıklarına temas eden âyetler için bk. Mâide 5/82; En‘âm 6/114; Ra‘d 13/36; Kasas 28/52-53; Şûrâ 42/13).
4. âyette geçen ve meâlde “birkaç” anlamı verilen bıd‘ kelimesi Arap dilinde 10’u aşmayan azlığı ve daha çok 3-9 arasındaki sayıları ifade etmek üzere kullanılır. Bu kelimenin kullanımı bir yönüyle Bizanslılar’ın üstün gelmelerinin tek bir savaşın kazanılması biçiminde değil, muayyen bir süreye yayılacak galibiyetler olarak belireceğine de işaret ediyordu. O sıralarda iç isyanlardan ve iktisadî krizden ötürü perişan hale gelmiş olan Bizans İmparatorluğu’nun birkaç yıl içinde toparlanıp galibiyet elde etmesi kimsenin hatırından bile geçiremeyeceği bir sonuç idi. Fakat Kur’an’ın gelecekle ilgili bu mûcizevî haberi aynen gerçekleşti. 5 Nisan 622’de yapılan büyük bir dinî törenden sonra başşehirden ayrılan Herakliyus, önce Anadolu toprakları ile İrmîniye bölgesini Sâsânî işgalinden kurtardı. Daha sonra Dvin’i ve birçok şehri zaptetti, ardından Sâsânîler’in kutsal şehri Gence’yi ele geçirdi. Bu arada Herakliyus’un kardeşi Thedoros, Şâhin denilen bir kumandanın idaresindeki başka bir Sâsânî ordusunu bozguna uğrattı. Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) kesin yenilgiye uğratan Herakliyus, Ocak 628’de II. Hüsrev’in sığındığı Destgird’e girdi. Kısa bir süre sonra II. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü (bilgi için bk. Esko Naskali, “İran”, DİA, XXII, 394-395; Işın Demirkent, “Herakleios”, DİA, XVII, 210-212). Müslümanlar da bir taraftan kendi kutsal kitaplarının verdiği bu haberin gerçekleşmesinin ve kitap ehli komşularının galip gelmesinin, diğer taraftan da Allah’ın kendilerine lutfettiği başka başarıların sevincini yaşadılar (Taberî, XXI, 17). Tefsirlerde âyetteki vaadin gerçekleşmesi izah edilirken, Bizans galibiyetinin Bedir Savaşı’nın kazanıldığı veya Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı tarihlere denk geldiği yönünde rivayetlere yer verilmesini de (Taberî, XXI, 17, 19-21; Zemahşerî, III, 197) bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Zaten âyette sevinçle ilgili ifade sadece Bizanslılar’ın galibiyet haberine bağlanmaksızın “o gün müminler sevinecekler” şeklinde mutlak biçimde yer almıştır. Râzî, Bedir Savaşı günü İranlılar’ın yenildiği haberinin henüz müslümanlara ulaşmamış olduğu gerekçesiyle âyette kastedilen sevincin müslümanların müşriklere galip gelmesiyle ilgili olduğu yorumunu tercih ederse de (XXV, 96), Arap dilinde böyle bir bağlamda “gün” kelimesinin tek bir gün değil “zaman” anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında, yukarıda belirtildiği üzere bu sevincin değişik sebeplere bağlanmasına bir engel bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur’an’ın verdiği haberin gerçekleşmesinin Hudeybiye Antlaşması’na tesadüf ettiğine ilişkin bilgiyi şöyle izah edenler de olmuştur: Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’nı takiben muhtelif devlet başkanlarına İslâm’a davet mektupları göndermişti. Herakliyus’a yolladığı elçi, mektubu imparatora Suriye’de takdim ederken o burada zaferini kutlamaktaydı. Bu sebeple birçokları zaferin o sıralarda kazanıldığını zannetti. Oysa Herakliyus zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye’ye gelmiş bulunuyordu (Elmalılı, VI, 3799).
Tefsirlerde, bu âyetlerle Bizanslılar’ın kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekleri bildirilince Hz. Ebû Bekir’in Bizans yenilgisinden sevinç duyan müşriklerle bahse giriştiğine dair rivayetler yer alır (rivayetlerin çoğunda bahse giriştiği kişi Übey b. Halef olarak belirtilir); hatta bazı âlimlerin bu olaydan kumarın hükmü hakkında fıkhî çıkarımlar yaptıkları üzerinde durulur (bk. Taberî, XXI, 16-20; İbn Ebî Hâtim, IX, 3086-3087; Zemahşerî, III, 197). Yakın geleceğe ait haber içeren bu âyetlerin inmesi üzerine Mekke müşrikleri ile Kur’an’ın bildirdiklerine gönülden inanan müslümanlar ve özellikle Resûlullah’a duyduğu derin güven sebebiyle onun söylediklerini araştırmaya gerek duymaksızın hemen tasdik ettiği için “sıddîk” lakabını almış olan Hz. Ebû Bekir arasında bu konuda bazı tartışmaların ve iddialaşmaların ortaya çıkması tabii olmakla beraber, söz konusu rivayetler –gerek birçok farklılık taşıdığı, gerekse olayı çevreleyen şartlar dikkate alındığında– bu tür fıkhî sonuçlar çıkarmaya elverişli bir malzeme olarak görünmemektedir (kumar hakkında bk. Bakara 2/219; Mâide 5/90-91).
2 ve 3. âyetlerdeki “ğulibe” ve “seyağlibûn” kelimeleri “ğalebe” ve “seyuğlebûn” şeklinde okunduğunda “Rûmlar galip geldiler... Ama yakında yenilecekler” anlamı çıkmaktadır. Elmalılı bu okunuşun esas alınması halinde de, âyetlerin mûcizevî bir haber içerdiğinin görüleceğini, yani burada Bizanslılar’ın İranlılar’a karşı zafer kazanmasından sonra müslümanlara yenik düşeceklerine işaret bulunduğunu belirtir (VI, 3801-3802); fakat bu kıraat İslâm âlimlerince zayıf bulunmuştur (Taberî, XXI, 16).
3. âyetin “yakın bir yerde” şeklinde çevrilen kısmı için tefsirlerde değişik yer isimleri de belirtilir (Taberî, XXI, 16, 17, 21; Zemahşerî, III, 197). Tarihî bilgilere göre burası Musul yakınındaki antik Ninova kenti olmalıdır.
4. âyette “Eninde sonunda Allah’ın dediği olur” buyurularak Bizanslılar’ın galibiyeti ile dünyada emir ve iradenin onların eline geçeceği gibi bir sonuç çıkarılmaması gerektiğine, geçmişte ve gelecekte bütün sonuçların yine yüce Allah’ın iradesi gereğince dünya hayatındaki sınav düzeni içinde gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’in gelecekteki bir olayı belirli zaman dilimi vererek bildirmesi mûcizesinin yer aldığı bu âyetler bir taraftan Kur’an’ın verdiği haberlerin tarihî verilerle doğrulanmasının bir örneğini insanlığın gözleri önüne sererken, diğer taraftan da inkârcılığını inatla sürdürmek isteyenler için hiçbir kanıtın fayda sağlamadığını açıkça göstermektedir. Başka âyetlerde belirtildiği üzere yüce Allah dileseydi, kuşkusuz herkesin doğru yolda gitmesini sağlardı; fakat O, şuurlu varlıkların iradî seçimleriyle kendisine kulluk etmelerine imkân veren bir sınav düzeni oluşturmayı murat etmiştir. Dolayısıyla bu âyetleri okurken Kur’an’ın böyle bir mûcizeyle bütün insanların imana gelmesini sağlama gibi bir amacının bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hatta Bizanslılar’ın galibiyeti için kesin bir tarih verilmemesinin de bu hususu destekleyici olduğu söylenebilir.
بِنَصْرِ اللّٰهِۜ يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
بِنَصْرِ car mecruru يَفْرَحُ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَنْصُرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl, مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
الْعَز۪يزُ ve الرَّح۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِنَصْرِ اللّٰهِۜ
Fasılla gelen ayetteki car mecrur, önceki ayetteki يَفْرَحُ fiiline mütealliktir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrid sanatı vardır.
نَصْرِ ’nin اللّٰهِ lafzına izafesi نَصْرِ için tazim ve teşrif ifade eder.
يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İbtidaiyye olan غُلِبَتِ الرُّومُۙ cümlesine atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَنْصُرُ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsul مَنْ ‘in sılası olan يَشَٓاءُۜ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil cümlede teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Muzari fiil, hudûs ve teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
نَصْرِ - يَنْصُرُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cenab-ı Hak bu ayette بِنَصْرِ اللّٰهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ ifadesinde, masdarı fiilden önce zikretmiş,
اَيَّدَكَ بِنَصْرِهٖ "Allah seni yardımıyla destekledi" (Enfal, 62) ayetinde ise fiili نَصْرِ masdarından önce getirmiştir. Çünkü bu ayette murad, yardımın Allah'ın elinde olduğunu, o isterse yardım edeceğini, o istemezse yardım etmeyeceğini beyân etmektir, yoksa yardımın bizzat kendisini, meydana geleceğini haber vermek değildir. Enfal Suresindeki ayetten murad ise, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (sav)'e olan nimetini ortaya koymaktır. Çünkü Allah O'na bilfiil yardım etmiştir. O halde orada maksat, bu يَنْصُرُ fiilinin bizzat kendisi ve tahakkukudur. Dolayısıyla Cenab-ı Hak orada önce, fiili zikretmiş, sonra da bu fiilin kaynağının Kendi katında olduğunu beyan etmiştir. Burada maksat ise, bu kaynağın ancak Allah katında olduğunu, Allah isterse, bunu yapacağını beyan etmektir. Dolayısıyla burada masdarı fiilden önce zikretmiştir.(Fahreddin er-Râzî)
يَنْصُرُ مَن يَشاءُ cümlesi tezyîldir. Çünkü zikredilen yardım مَن يَشاءُ deki ism-i mevsûlden dolayı umum ifade eder. Her yardım bu genellemeye (umuma) dahildir. (Âşûr)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
Cümle وَ ’la يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ isimleri marife gelmiştir.
Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Meânî İlmi, s. 218)
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الرَّح۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşabüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi hikmet sahipleri tarafından övgüye layık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr)
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)
Hak Teâlâ , "O, Azîz ve Rahîmdir" buyurup, bu iki ismini zikretmiştir. Çünkü eğer O, sevdiklerine yardım etmez, aksine onlara düşmanlarını musallat kılarsa, bu O'nun azîz oluşundan ve hiçbir şeye muhtaç olmayışından ötürüdür. Yok eğer sevdiklerine yardım ederse, bu da O'nun ona rahmetinden ötürüdür. Yahut şöyle diyebiliriz: Allah'ın, sevdiği kimselere yardım etmesi azîz oluşundan, düşmandan müstağnî oluşundan ve sevdiklerine rahmetinden dolayıdır. Eğer O, sevdiklerine yardım etmezse, bu da yine O'nun izzetinden, sevenlere ihtiyacı olmayışından ve rahmetinin, sevdiklerine ahirette ulaşacağından ötürüdür. (Fahreddin er-Râzî)