بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ve değildir |
|
2 | هَٰذِهِ | bu |
|
3 | الْحَيَاةُ | hayatı |
|
4 | الدُّنْيَا | dünya |
|
5 | إِلَّا | başka bir şey |
|
6 | لَهْوٌ | eğlenceden |
|
7 | وَلَعِبٌ | ve oyundan |
|
8 | وَإِنَّ | ve elbette |
|
9 | الدَّارَ | yurdu |
|
10 | الْاخِرَةَ | ahiret |
|
11 | لَهِيَ | işte odur |
|
12 | الْحَيَوَانُ | asıl hayat |
|
13 | لَوْ | keşke |
|
14 | كَانُوا | olsalardı |
|
15 | يَعْلَمُونَ | biliyor(lar) |
|
Putperestlerin anılan tutumu benimsemelerinin temelinde dünya tutkusunun bulunduğuna işaret edilmektedir. Aslında bu durum birçok inkârcı için de geçerlidir. Çünkü din yasalar bütünüdür; buyruk ve yasakları vardır ve bunlar insanın arzularını sınırlar. Bu noktada insan bir ikilemle karşı karşıya kalır: Aklının ve vicdanının buyruklarını nefsânî isteklerine hâkim kılanlar iradelerini inançlarıyla bütünleştirir; dinin buyruk ve yasaklarının mâkul, değerli ve uyulması gerekli ödevler olduğuna hükmederler. Nefsânî arzuları akıl ve vicdanlarına galip gelenler ise söz konusu buyruk ve yasakları birer külfet olarak gördükleri için bunların anlamsız ve yararsız olduğuna hükmederek sonuçta din karşıtı bir düşünceyi ve hayat çizgisini benimserler. Konumuz olan âyet, bu kesimlerin algıladığı anlamda bir dünya görüşünün yanlışlığına dikkat çekmekte; bu anlayışla yaşanan bir dünyanın sadece sıradan, gelip geçici zevkler ve hazlardan ibaret olduğu uyarısında bulunmaktadır. Halbuki insan için önemli olan, “âhiret yurdu”ndaki asıl hayatı kurtarması, oradaki mutluluk ve esenliği için çalışmasıdır. İşte insan, hedefini dünyanın geçici zevkleriyle sınırlamayıp kendini “bâki kalan sâlih işler”e (Kehf 18/46) adadığı takdirde sadece âhireti için çalışmakla kalmayıp dünyasını da anlamlı kılmış olur. Artık bu insan, kendisine “Yeri göğü yaratan kimdir?” diye sorulduğunda sadece “Allah’tır” demekle kalmaz; aynı zamanda din ve dünya ile ilgili bütün işlerinde Allah’ı tek ve mutlak otorite olarak görür, yalnız O’na kul olur, O’na itaat eder; yanlış ve yanıltıcı olması asla düşünülemeyecek olan ilâhî iradeye uygun bir hayat sürer; dünyanın güzelliklerini de âhiretin güzelliklerini de O’ndan bekler (Bakara 2/201); nihayet bu iman ve ihlâs ile yaşadığı sürece her iki güzelliği de elde eder.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 285وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
İşaret zamir هٰذِهِ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْحَيٰوةُ mübtedan atf-ı beyan veya bedeldir.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الدُّنْيَٓا kelimesi الْحَيٰوةُ ‘ın sıfatı olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَّا hasr edatıdır. لَهْوٌ haber olup lafzen merfûdur. لَعِبٌ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesdir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الدَّارَ kelimesi اِنَّ ‘in ismi olup lafzen mansubdur. الْاٰخِرَةَ kelimesi, الدَّارَ ‘nin sıfatı olup mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْحَيَوَانُۢ haber olup lafzen merfûdur.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. كَانُوا nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. يَعْلَمُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen merfûdur.
يَعْلَمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri; ما آثروا الحياة الدنيا (Dünya hayatını tercih etmezlerdi.) şeklindedir.وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ
وَ istînâfiyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Nefy harfi مَا ve istisna edatı اِلَّا ile oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا mevsuf/maksûr, لَهْوٌ وَلَعِبٌ sıfat/maksûrun aleyhtir. Dünya hayatının oyun ve eğlence vasıtasından başka birşey olmadığı etkili bir şekilde ifade edilmiştir.
Müsnedün ileyhin ismi işaretle marife olması işaret edileni tahkir ve tecessüm ifade eder. Veciz anlatım kastıyla gelen الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا izafeti, bedeldir.
هٰذِهِ ile dünya hayatına işaret edilmiştir. İşaret isminde istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Mana açısından çok yakın olan لَهْوٌ ve لَعِبٌۜ kelimelenin birbirine atfedilerek haber olması dünya hayatının değersizliğini iyice zihinlere yerleştirmek içindir. Bu iki kelime arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الدُّنْيَٓا - الْاٰخِرَةَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
الْحَيٰوةُ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
Bu cümlede teşbîh-i beliğ vardır. ‘’Oyun ve eğlence gibidir’’ demektir. Teşbih edatı ve vech-i şebeh söylenmemiş ve teşbîh-i belîğ olmuştur. Bu, Arapların, ‘’Zeyd bir arslandır’’ sözüne benzer. (Safvetü’t Tefasir)
Bu kelam, dünya hayatının ne kadar kıymetsiz ve önemsiz olduğuna işaret etmektedir. (Ebüssuûd)
Lehv / لَهْوٌ ve La'ıb / لَعِبٌۜ Farkı:
Bu iki şeyden birinin diğerine atfedilebilmesi için, لَهْوٌ ile لَعِبٌۜ arasındaki fark nedir?
Cevap: Biz deriz ki: Bu iki şey arasındaki fark, şu iki yöndendir:
1) Farz edelim ki, her şey kişiyi meşgul eder. Mükellef, bir şeye yöneldiğinde, onun, o şeyin dışında kalanlardan yüz çevirmiş olması gerekir. Çünkü bir işin diğer bir işi yapmaktan kendisini alıkoymadığı zat, sadece Allah'tır. Binaenaleyh, geçici ve önemsiz bir lezzetten dolayı, batıla yönelen kimsenin, haktan yüz çevirmiş olması gerekir. O halde bu demektir ki, batıla yönelmek, لَعِبٌۜ ; haktan yüz çevirme ise لَهْوٌ ‘dir. O halde dünya bir oyundur. Yani batıla yönelmedir; bir لَهْوٌ yani haktan yüz çevirmedir.
2) Bir şeyle meşgul olan, onunla meşgul olabilmesi için, hiç şüphesiz onu başkasına tercih eder. Bu tercih etme işi ya o kimsenin "Bunu öne alıyorum, diğerini ise daha sonra yapacağım" demek suretiyle takdim (öne alma) şeklinde olur; yahutta tamamiyle o işe dalıp, başkasından da bütünüyle yüz çevirmekle olur. İşte bunlardan birincisi oyun; ikincisi ise lehvdir, eğlencedir, meşgaledir. Bunun delili şudur: örfte satranç, güvercin uçurma, v.b. şeyler, eğlence aletleri olarak isimlendirilmezler. Halbuki ûd ve diğer yaylı sazlar ise eğlence aletleri olarak isimlendirilirler. Çünkü bunlar, insanı, o anda kendilerinde hasıl olan lezzetten dolayı, başka şeylerden alıkor. O halde dünya, bazıları için meşgul olduğu ve, "Bu meşguliyetinin yanısıra, ibadet ve ahiretimle de meşgul oluyorum" dediği için oyun; diğer bazıları için de, o ise tamamiyle dalarak ahireti büsbütün unuttuğu için, bir lehvdir, eğlencedir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak Enam 32.ayette لَهْوٌ وَلَعِبٌ burada ise لَعِبٌ وَ لَهْوٌ buyurmuştur. Niçin?
Cevap: Orada daha önce bahsedilen şey, ahiret hayatıyla onların üzüntü ve nedametlerini ortaya koymuşlardır. O halde o vakitte kişinin dünya hayatına gömülmesi, uzak bir şeydir. Sadece dünya ile meşguliyet söz konusudur. Bu sebeple daha uzak olanı sonraya bırakmıştır. Ama burada ise daha önce bahsedilen dünyadır. Meğer ki onu, gömülmekten engelleyen bir mani bulunsun. Bu durumda o, onunla gömülme olmaksızın meşgul olur. Meğer ki onu koruyan bir kuvvet olsun, bu durumda o, onunla hiç meşgul olmaz. Binaenaleyh burada gömülme, ademinden daha yakın bir durum olduğundan, لَهْوٌ öne alınmıştır. (Fahreddin er-Râzî)
وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ
Cümle وَ ’la öncesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
لَهِيَ الْحَيَوَانُ cümlesi, اِنَّ ’nin haberidir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
الْحَيَوَانُ haberdir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْحَيٰوةُ - الْحَيَوَانُۢ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ cümlesi ile وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الْاٰخِرَةَ - الدُّنْيَٓا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Ayette dünya hayatından bahsedilirken الْحَيٰوةُ kelimesi kullanıldığı halde ahiret hayatından bahsederken الْحَيَوَانُۢ kelimesi kullanılmıştır. Oysa bu lafızların her ikisi de aynı fiilin masdarıdır. Bu durumda kelimelerin değişik gelmesinde bir incelik olmalıdır. İşte bu inceliği Beyzâvî şu şekilde tespit etmiştir: Ayette geçen الْحَيَوَانُ kelimesi, حيي fiilinin masdarıdır. Hayat sahibi olan varlık, onunla adlandırılmıştır. Aslı, حَيايانُ’dur. İkinci yâ, vav ‘a kalbolmuştur. الْحَيَوَانُۢ kelimesi الْحَيٰوةُ ‘dan daha anlamlıdır. Çünkü فعلان ‘un ölçüsündedir ki, bu ölçüde gelen masdarlarda hayat için lüzumlu olan hareket ve aksiyon mevcuttur. İşte bu incelikten ötürü, burada الْحَيَوَانُ masdarı, الْحَيٰوةُ ‘nun masdarına tercih edilmiştir. (Beyzâvî , IV, 323.)
الْحَيَوَانُۢ ifadesinde istiare vardır. Buradaki yaşama anlamındaki الْحَيَوَانُ kelimesi, الْحَيٰوةُ kelimesi gibi masdardır. Ahiret yurdu olan الدَّارَ ’ın gerçek anlamda yaşama ile nitelenmesi caiz olmaz. Ancak bu ifadeyle kastedilen, insanların orada, sonrasında hiçbir ölümün ve kesintinin bulunmadığı sürekli bir hayat yaşamalarıdır. (Gerçekte yaşayanlar, mekân içinde canlılar olduğu halde mübalağa için mekâna yaşama özelliğinin yüklenmesi mekâniyye alakasıyla isnâdi/aklî mecaz olur. Mekâna yaşamak / الْحَيَوَانُ masdarının isnat edilmesiyle oluşan abartı anlatımının sırrı, mekân zarfı olduğundan onda çok şey mazruf olarak bulunur. Bu ahiret yurdu olan mekânı ve zarfı dolduran tek şey hayattır. O yüzden bu yaşam mükemmel hayat, dopdolu hayat, zarfın içini tam doldurup kaplayan hayat …. gibi anlamları içerir.) Orada sürekli bir hayat bulununca, bunun âhiretin mübalağa üslubu üzere, hayat masdarı ile nitelenmesi güzel düşmüştür. Çünkü masdarlarla yapılan niteleme ve betimlemeler ve nitelenen şeylerin anlamlarında mübalağa vardır. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
Bu ayet-i kerimede de حيي fiilinin masdarı olarak kullanılan iki ayrı kelimeden birinin dünya için kullanılması, mübalağa ifade eden diğer masdarın ise ahiret için tercih edilmesi dikkatli bir okuyucu için anlam ifade etmekle birlikte tekrarın da önüne geçerek monotonluğu kırmaktadır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
İstînâfiye olarak fasılla gelen şart cümlesi كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesinin cevabı mahzuftur. Şartın cevabının hazfı, icaz-ı hazif sanatıdır.
Şartın, takdiri ما آثروا الحياة الدنيا (Dünya hayatını tercih etmezlerdi.) olan cevabı, mahzuftur. Bu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlar.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
كَان ’nin haberi يَعْلَمُونَ ‘nin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine (teceddüt) işaret eder. (Vakafat, s.103)
كَان ’in haberi muzari fiil olduğunda, genellikle devam edegelen maziye, âdet haline gelmiş davranışlara delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
Kur'an-ı Kerim’de birçok yerde muhatabın uyanık, enerjik, şuurlu olması için şartın cevabı zikredilmemiştir. Adeta ondan bu boşluğu lügavi açıdan doldurması ve bununla kelam arasındaki farkı değerlendirmesi istenir. Bu takdir onun îcâzına olan yakînlığı arttırır. Sanki bu ayetler Kur'an'daki duraklardır. Okuyucu tedebbür etmek ve yakînini arttırmak için yolculuğuna burada biraz ara verir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mim Sûreleri Belâği Tefsiri, Ahkaf/10, c. 7, S. 117)
Allah Teâlâ Enam Suresinde, ["Akletmez misiniz?"] (Enam, 32) buyurmuş, burada ise "Bilmiş olsalardı" buyurmuştur. Çünkü orada ibadet edilen şey ahiretin daha hayırlı oluşudur ve bu açıktır ve sadece akla dayanan bir meseledir. Burada bildirilen ise ahiret hayatından başka bir hayatın olmayışıdır. Bu ise ancak faydalı ilimle bilinebilecek bir inceliktir. (Fahreddin er-Râzî)
فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَإِذَا | zaman |
|
2 | رَكِبُوا | bindikleri |
|
3 | فِي |
|
|
4 | الْفُلْكِ | gemiye |
|
5 | دَعَوُا | yalvarırlar |
|
6 | اللَّهَ | Allah’a |
|
7 | مُخْلِصِينَ | halis kılarak |
|
8 | لَهُ | yalnız O’na |
|
9 | الدِّينَ | dini |
|
10 | فَلَمَّا | fakat |
|
11 | نَجَّاهُمْ | onları salimen çıkarınca |
|
12 | إِلَى |
|
|
13 | الْبَرِّ | karaya |
|
14 | إِذَا | hemen |
|
15 | هُمْ | onlar |
|
16 | يُشْرِكُونَ | ortak koşarlar |
|
Bir felâketle karşı karşıya kaldıklarında içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakaran, normal hayata döndüklerinde ise her zaman olduğu gibi alelâde şeyleri Allah’a tercih ederek Allah’ı bırakıp onlara kul olan müşriklerin inançlarındaki samimiyetsizliğe ve tutarsızlığa yeni bir örnek verilmekte; ardından da bunun bir nankörlük olduğu belirtilerek yakında gerçeği anlayacakları, dolayısıyla bu tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 286
فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ
فَ istînâfiyyedir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) ‘ın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَكِبُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَكِبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. فِي الْفُلْكِ car mecruru رَكِبُوا fiiline müteallıktır.
دَعَوُا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مُخْلِص۪ينَ kelimesi دَعَوُا ‘daki failin hali olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ car mecruru مُخْلِص۪ينَ ‘ye müteallıktır. الدّ۪ينَ , ism-i failin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır.
3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ismi failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُخْلِص۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır.
لَمَّا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
a) (لَمَّا) muzari fiilden önce gelirse, muzari fiili cezm eden harf olur.
b) (لَمَّا) ‘ya aynı zamanda cezm etmeyen şart edatı da denir.
c) Bazen mana bakımından cevap olan cümleden sonra da gelebilir.
d) Sükûn üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَجّٰيهُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَجّٰيهُمْ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri, هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اِلَى الْبَرِّ car mecruru نَجّٰيهُمْ fiiline mütealliktir.
اِذَا müfacee harfidir. اِذَا isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında müfacee harfi olur. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يُشْرِكُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُشْرِكُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi شرك ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ
فَ istînâfiyyedir. Şart cümlesi olan رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ , müstakbel şart manalı zaman zarfı إِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumundadır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesi olmaksızın gelen دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ şeklindeki cevap cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مُخْلِص۪ينَ , fiilin failinden haldir. İsm-i fail kalıbındadır. الدّ۪ينَۚ ’yi mef’ûl, لَهُ ’yu harf-i cer olarak alabilmesi bu sayededir.
İsm-i fail, mef’ûlünü lâm harf-i ceri ile alırsa gelecek zaman ifade eder. İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiillerin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd. Doç. Dr. M. Akif Özdoğan KSÜ, İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007), s. 55 - 90 Arapçada İsm-i Fail ve İşlevleri)
Fiil cümlesinde yer alan ism-i fail, hudûs ve yenilenme anlamı ifade eder. (Muhammed Rızk, Dr. Öğr. Üyesi, Kur’an-ı Kerim’de İsm-i Fail’in İfade Göstergesi (Manaya Delaleti), Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi)
فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ
Cümle فَ ile öncesine atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ cümlesidir ve müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَنْجَيْنَاكُمْ fiili اِفعال babından olup zorluktan ve sıkıntıdan kurtarma konusunda hızlı olunması gereken durumlarda kullanılır. Aynı kökten türeyen نَجَّي fiili ise تفعيل babındandır ve çoğunlukla kurtarma fiilinde bir müddet bekleme ve ona zaman tanımanın sözkonusu olduğu yerlerde kullanılır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Kur’an Kelimelerinin Sırlı Dünyası, S. 113)
Müfacee harfinin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ , cevaptır.
Burada müfacee harfinin gelmesi, o kimselerin karaya çıktıkları an, neredeyse hiç vakit geçmeden tekrardan Allah’a şirk koşmaya yöneldiklerine işaret içindir.
Yani daha evvelden itiyad kesbetmiş oldukları putlarını ziyaret etmek ve onlar için kurban kesmek gibi eylemlerine gerisin geriye döndüler. (Âşûr)
Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْبَرِّ - الْفُلْكِ kelimeleri arasında tıbak-ı hafî vardır.
Tıbâk-ı hafî; bir kelime ve bu kelimenin mukabili ile alakalı bir kelimenin bir arada zikredilmesidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
Ayette farklı manalardaki iki اِذَا edatları arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ cümlesi ile هُمْ يُشْرِكُونَۙ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ
لِ harfi, يَكْفُرُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte يُشْرِكُونَ fiiline müteallıktır.
يَكْفُرُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. مَٓا müşterek ism-i mevsûl, بِ harf-i ceriyle لِيَكْفُرُوا fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اٰتَيْنَاهُمْۙ ‘dür. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اٰتَيْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أتي ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Cümle atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
لِ harfi, يَتَمَتَّعُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte يُشْرِكُونَ fiiline müteallıktır.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتَمَتَّعُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَ istînâfiyyedir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid/vurgu olurlar.
يَعْلَمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يَتَمَتَّعُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi متع ’dır.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ وَلِيَتَمَتَّعُوا۠
Fasılla gelen ayetteki sebep bildiren lam-ı ta’lilin gizli أنْ ‘le masdar yaptığı لِيَكْفُرُوا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde olup başındaki harf-i cerle birlikte önceki ayetteki يُشْرِكُونَ fiiline mütealliktir.
Emirler gazabın ifadesi olabilirler. Bu ayette emir sıygası, Allah’ın kızgınlığının ne denli fazla olduğunu göstermektedir. Aksi takdirde Allah’ın kötülüğü emretmesi düşünülemez. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
Cümledeki müşterek ism-i mevsûl mecrur mahalde olup başındaki harf-i cerle birlikte يَكْفُرُوا fiiline mütealliktir. Sılası olan اٰتَيْنَاهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Ayetteki ikinci masdar-ı müevvel cümlesi وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ , hükümde ortaklık nedeniyle birinci masdar-ı müevvel cümlesine, atfedilmiştir.
لِيَكْفُرُوا ifadesindeki lâm da, وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ ifadesindeki -lam’ı kesre okuyana göre- lam da lam-ı key olabilir. Mana şöyledir: Müşrikler sağ salim karaya çıktıklarında yine şirklerine dönerler ki bu dönüşleriyle, konfor içinde yaşayıp zevk u safa sürmekten başka amaçları olmasın ve kurtuluş nimetine nankörlük etsinler! Gerçekten ihlaslı olan müminlerin hali ise böyle değildir; çünkü onların adeti Allah’ın kendilerini kurtarma nimetine karşılık şükretmektir; onlar kurtarılma nimetini zevku safayı artırmaya değil ibadet ve taatleri artırmaya vesile kılarlar. لِيَتَمَتَّعُوا۠ ifadesindeki lam, emir lam’ı da olabilir ki, ifadeyi lam’ın sükunuyla okuyanın okuyuşu buna şahitlik etmektedir. (Keşşâf)
فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
فَ istînâfiyyedir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiil muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, ve tecessüm ifade etmiştir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif - erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid/vurgu olurlar.
Bu ayetteki يَعْلَمُونَ (bileceksiniz) ifadesinin benzerleri çeşitli ayetlerde geçmektedir. (Nahl, Suresi, 55; Hicr Suresi, 3; Furkan Suresi, 12; Saffat Suresi, 170; Zuhruf Suresi, 89; Tekâsür Suresi, 3-4) Bunların çoğunda tertip, kendilerine gizli olan, inkâr ettikleri veya şüpheye düştükleri gelecek olan o günün hakikatinin kendilerine beyanı şeklindedir.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, S. 314)
Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Fussilet Suresi 44, c. 2, s. 189) Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Cümle “İleride bilecekler.” anlamının yanında “bilmekle kalmaz, gereken karşılığı görürler” manası da taşımaktadır. Lâzım zikredilmiş, melzûm kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel mürekkebdir.اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْۜ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَوَلَمْ |
|
|
2 | يَرَوْا | görmediler mi? |
|
3 | أَنَّا | biz |
|
4 | جَعَلْنَا | (Mekke’yi) kıldık |
|
5 | حَرَمًا | dokunulmaz |
|
6 | امِنًا | güvenli |
|
7 | وَيُتَخَطَّفُ | kaçırılırken |
|
8 | النَّاسُ | insanlar |
|
9 | مِنْ | -nden |
|
10 | حَوْلِهِمْ | çevreleri- |
|
11 | أَفَبِالْبَاطِلِ | hâlâ batıla mı? |
|
12 | يُؤْمِنُونَ | inanıyorlar |
|
13 | وَبِنِعْمَةِ | ve ni’metine |
|
14 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
15 | يَكْفُرُونَ | nankörlük ediyorlar |
|
İslâm hâkimiyetinden önce Arap yarımadasında can ve mal emniyeti yoktu; insanlar öldürülür veya yurtlarından yuvalarından koparılıp sürülür, malları yağmalanırdı. Buna karşılık içinde kutsal Kâbe’nin bulunması sebebiyle Mekke şehri bir güvenlik merkezi olarak kabul edilir, Kureyş sûresinde de bildirildiği gibi Mekkeliler çevredeki Arap topluluklarından saygı görür, bu sayede daha güvenli bir hayat yaşarlardı. 67. âyette bu durum, Allah’ın Mekkeliler’e bir lutfu olarak gösterilmekte; bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde Allah’ı hatırlarken, güvenlik ortamına kavuşunca yine bâtıl inançlarına dönmelerinin bir nankörlük olduğuna işaret edilmektedir. 68. âyette ise onların uydurma tanrılar ihdas ederek bunları Allah’a ortak koşmaları, Allah’ın gönderdiği hakikati yani Peygamber’i ve vahyi inkâr etmeleri bir zulüm olarak değerlendirilmiştir. Adaletin zıddı olan zulüm teriminin asıl anlamı, “birine hak ettiği şeyi vermemek, onun hakkı olan şeyi başkasına vermek” demektir. Buna göre tanrılık yalnızca Allah’a ait olduğu halde O’ndan başkasına tanrılık isnat ederek Allah’a gösterilmesi gereken saygıyı ona göstermek bir zulümdür, haksızlıktır. Nitekim Lokmân sûresinde (31/13) “O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır (zulümdür)” buyurulmaktadır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 286اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْۜ
Hemze istifhâm harfidir. Ayet atıf harfi وَ ‘la mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أغفلوا ولم يروا (Gafil mi oldular ve görmediler?) şeklindedir.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَرَوْا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اَنَّ ve masdar-ı müevvel يَرَوْا fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette يَرَوْا fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir. نَّا mütekellim zamiri اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. جَعَلْنَا حَرَماً cümlesi اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. حَرَماً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. İlk mef’ûlün bih mahzuftur. Takdiri, بلدهم أو مكّة (Onların beldesi veya Mekke) şeklindedir.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمِناً kelimesi حَرَماً ‘nin sıfatı olup mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. يُتَخَطَّفُ النَّاسُ hal cümlesi olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُتَخَطَّفُ merfû meçhul muzari fiildir. النَّاسُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. مِنْ حَوْلِ car mecruru يُتَخَطَّفُ fiiline mütealliktir.
يُتَخَطَّفُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi خطف ’dır.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ
Hemze istifhâm harfidir. فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِالْبَاطِلِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline mütealliktir. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِنِعْمَةِ car mecruru يَكْفُرُونَ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَكْفُرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْۜ
Ayet mukadder istinaf cümlesine matuftur. Takdiri, أغفلوا (gaflet mi ettiler?) şeklindedir.
İlk cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham harfi hemze, inkârî manadadır. (Âşûr)
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen ikrar ettirme ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mütekellim Allah Teala olduğu için cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu اَنَّا جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً cümlesi, masdar teviliyle لَمْ يَرَوْا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelamdır. اَنَّ ’nin haberi olan جَعَلْنَا حَرَماً اٰمِناً , müspet mazi fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, istikrar ve temekkün ifade etmiştir.
حَرَماً için sıfat olan اٰمِناً , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
يَرَوْا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْۜ cümlesi, haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır. Müsbet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
يُتَخَطَّفُ - اٰمِناً kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Sulasisi خطف olan يُتَخَطَّفُ fiili, تفعّل babındadır. أمن الحرام ifadesinde istiare vardır ki, tam olarak bir önceki örnekte geçen istiâre anlamındadır. Çünkü saygın yerin (el-Harem) gerçek anlamda güvende olma (ألأمن) ile nitelenmesi doğru olmaz; ancak oradaki insanlar güven içinde olurlar. Güven halinin kesintisiz ve sürekli olmasından, mekânlar içinde sadece Harem-i Şerif’in bu özelliği taşımasından dolayı, onun mübalağalı tarzda güvende olma ile nitelenmesi güzel düşmüştür. Mekân güvende olmaz, onun içindeki insanlar güvende ve korkusuz olur. Gerçekte güvende olan insanlar iken mekânın böyle olduğunun ifadesi, Mekâniyye ilgisi ile aklî/isnadi mecâz olur. Bu isnâdi/aklî mecazın abartılı ve vurgulu anlatım bildirilmesinin sırrı, sanki mekân ve zarf olarak (Harem’i dolduran tek şey emniyettir) şeklinde bir anlam çağrıştırmaktadır. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ
فَ ile لَمْ يَرَوْا cümlesine atfedilen cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında inşaî olmak bakımından ittifak vardır.
Hemze inkârî istifham harfidir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, kınama ve azarlama manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
İnkârî istifham içeren ifadelerdeki belâgî kuvvet, menfi ifadelerde yoktur.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. بِالْبَاطِلِ car mecruru, siyaktaki önemine binaen âmili olan يُؤْمِنُونَ ’ye takdim edilmiştir.
Aynı üslupla gelerek makabline atfedilen وَبِنِعْمَتِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَۙ cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi tezattır. Cümleler arasında fiil cümlesi olmak yönünden (lafzen) ve inşâ bakımından (manen) ittifak mevcuttur.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. بِنِعْمَةِ اللّٰهِ car mecruru, siyaktaki önemine binaen amili olan يَكْفُرُونَ ’ye, takdim edilmiştir.
Veciz ifade kastıyla gelen بِنِعْمَةِ اللّٰهِ izafetinde اللّٰهِ ismine muzâf olan نِعْمَةِ , tazim edilmiştir.
اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ - وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
يُؤْمِنُونَ - يَكْفُرُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اٰمِناً - يُؤْمِنُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Her iki cümledeki fiiller muzari sıygada gelmiştir.
Muzari fiil hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُؤْمِنُونَ - يَكْفُرُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُۜ اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَنْ | ve kimdir? |
|
2 | أَظْلَمُ | daha zalim |
|
3 | مِمَّنِ | kimseden |
|
4 | افْتَرَىٰ | iftira atan |
|
5 | عَلَى | üzerine |
|
6 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
7 | كَذِبًا | yalanı |
|
8 | أَوْ | veya |
|
9 | كَذَّبَ | yalanlayandan |
|
10 | بِالْحَقِّ | gerçeği |
|
11 | لَمَّا |
|
|
12 | جَاءَهُ | kendisine gelen |
|
13 | أَلَيْسَ | yok mudur? |
|
14 | فِي |
|
|
15 | جَهَنَّمَ | cehennemde |
|
16 | مَثْوًى | bir yer |
|
17 | لِلْكَافِرِينَ | kafirler için |
|
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُۜ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ istifhâm ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. اَظْلَمُ mübteda olan مَنْ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
مَنْ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle اَظْلَمُ ‘ye mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası افْتَرٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada karşılaştırma manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
افْتَرٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru افْتَرٰى fiiline müteallıktır. كَذِباً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذَّبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. بِالْحَقِّ car mecruru كَذَّبَ fiiline müteallıktır.
لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır.
لَمَّا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
a) (لَمَّا) muzari fiilden önce gelirse, muzari fiili cezm eden harf olur.
b) (لَمَّا) ‘ya aynı zamanda cezmetmeyen şart edatı da denir.
c) Bazen mana bakımından cevap olan cümleden sonra da gelebilir.
d) Sükûn üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَٓاءَهُ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اَظْلَمُ ism-i tafdil kalıbındandır. İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
افْتَرٰى fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi فري ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
كَذَّبَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ
Hemze istifhâm harfidir. لَيْسَ isim cümlesini olumsuz yapar. Sadece mazisi çekildiği için camid bir fiildir. Mazi kipinde tüm şahıs zamirlerine çekimi yapılabilmektedir. Türkçeye “değildir, yoktur, hayır” vb. şeklinde tercüme edilir. Bazen لَيْسَ ’nin haberinin başına manayı tekid için zaid (بِ) harf-i ceri gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ف۪ي جَهَنَّمَ car mecruru لَيْسَ ‘nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
فِي harf-i ceri mecruruna mekân zarfı, zaman zarfı, söz ve görüş konusu olarak, vardır – mevcuttur, hal, sebep, mukayese, karşılaştırma gibi manalar kazandırabilir. Burada mekân zarfı manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَثْوًى kelimesi لَيْسَ ‘nin muahhar ismi olup mukadder damme ile merfûdur. لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru مَثْوًى ‘nın mahzuf sıfatına müteallıktır.
مَثْوًى kelimesi maksur bir isimdir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَافِر۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki mukadder istînâf cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Ayetin ilk cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnad olup, sübut ifade eden isim cümlesidir.
İstifham ismi مَنْ mübteda konumundadır. اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً haberdir.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, kınama ve azarlama manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah’a karşı yalan uyduran ve hakkı yalanlayandan daha zalim bir grubun varlığı hakkında bir soru ile onların içerisinde bulundukları elim durumun ortaya konulması, dinleyicilerin zihinlerinde o kimselerden daha zalim bir topluluğun gerçekten olup olmadığını sorgulamayı sağlayacaktır. (Âşûr)
Mütekellimin Allah Teâlâ olduğu cümlede lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
Müsned olan اَظْلَمُ ism-i tafdil kalıbındadır. Mübalağa ifade eder.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası olan افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مَنْ ’in tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mef’ûl olan كَذِباً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ cümlesi atıf harfi اَوْ ile, mevsûlün sılası olan …افْتَرٰى ’ya matuftur. Aynı üslupta gelen cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
كَذِباً - كَذَّبَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
افْتَرٰى - كَذِباً - اَظْلَمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَذِباً - بِالْحَقِّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
كَذَّبَ fiili, تفعيل babındadır. Bu bab fiile kesret anlamı katmıştır.
لَمَّا جَٓاءَهُۜ
Müstenefe olarak fasılla gelmiştir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan جَٓاءَهُۜ şart cümlesidir ve şart edatı لَمَّا ’nın muzâfun ileyhi konumundadır.
Öncesinin delaletiyle cevap cümlesinin hazfi, icâz-ı hazif sanatıdır. حين manasındaki لَمَّا bu mahzuf cevaba mütealliktir.
Mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Hakkı yalanlıyor oluşlarının لَمّا جاءَهُ ifadesi ile kayıtlanması; Kıymetini takdir edemeyerek kendilerine gönderilen peygamber ve kitabı inkâr edip nankörlük yapan yalancıların yerilmesi manasını da idmâc içindir. (Âşûr)
لَمَّا ; mazi fiile dahil olduğunda iki ayrı cümlenin varlığını gerektirir. Birinci cümlenin bulunması ikinci cümlenin de bulunmasını gerektirir. لَمَّا harfi var olan birşeyden dolayı var olmayı gerektiren harftir. Bazı ulema bu takdirde لَمَّا ’nın حين manasında zarf olduğunu kabul eder. (Suyûtî, İtkan)
لَمَّا ; maziden önce vakta ki,...dığı zaman, manalarına gelen, cezmetmeyen, şart manalı zaman zarfıdır. Şart fiili de cevap fiili de mazi veya mazi manalı olmalıdır. (Meral Çörtü, Cümle Kuruluşu ve Tercüme Tekniği)
Bu ayetteki soru; belâğat gereği sorulan ve cevap beklenmeyen bir sorudur. Yani kötü amellerine karşılık bu ceza kâfirlere kafidir. Ayrıca ahiretteki azabın bütün günahkârlar için kaçınılmaz bir kader olduğunu bu istifhamdan anlamaktayız. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifhâm Üslûbu)
افْتَرٰى - كَذِباً - اَظْلَمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَذِباً - بِالْحَقِّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda, talebî inşâî isnaddır.
ألَيْسَ في جَهَنَّمَ مَثْوًى cümlesindeki hemze, takrir-i istifham içindir. (Âşûr)
Nakıs fiil لَيْسَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي جَهَنَّمَ , nakıs fiil لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. مَثْوًى , muahhar ismidir.
Cümle istifham üslubunda geldiği halde gerçek manada soru olmayıp tahkir, tevbih, korkutma amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
"O kâfirlere cehennemde bir yer mi yok!" Bu kelam, bütün kafirler için cehennemde bir yer olduğunun takrir ve beyanıdır. Yahut bu kelam, onların, kâfirlerin halini bildikleri halde zikredilen iftira ve tekzibe cüret etmelerini inkâr ve yadırgamak anlamındadır. Yani onlar, kâfirlerin, cehennemi boylayacaklarını bilmediler mi ki bu büyük cürüme cüret ettiler? (Ebüssuûd)
ألَيْسَ في جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكافِرِينَ cümlesi, ومَن أظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرى عَلى اللَّهِ كَذِبًا cümlesi için beyan ve takrir mesabesindedir. (Âşûr)
لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru, مَثْوًى ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.
جَهَنَّمَ - مَثْوًى kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
لِلْكَافِر۪ينَ - اَظْلَمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır
Bu ifadede istiare vardır. مَثْوًى , aslında sığınılacak yer demektir. Burada Cehennemin, insanın huzur bulmak, rahatlamak için ve hiç itiraz etmeden gittiği bir yere benzetilmesi, cehennemin korkunçluğunu mübalağa içindir. Ayette cehennemin onların مَثْوًى ’sı olduğunu söylemekle; aynı “cehennemle müjdele“ cümlesinde olduğu gibi tehekküm ve alay üslubu ile uyarma söz konusudur. Aralarındaki zıddiyet, tehekküm ve alay maksadıyla tenasübe benzetilmiştir. Sığınma, himaye manaları narda hayalen vardır.
İnkâr anlamı içeren soru edatlarının nefy adatıyla kullanıldığında takrîr yani kesinlik ifade ettiğine de değinen müfessir, اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ ayetini bu bağlamda tefsir etmektedir. Buna göre, cehennemde kâfirler için çok fazla yer var anlamı dikkatlerimize sunulmaktadır. (Zemahşerî, Keşşâf, III, 449)
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الكافِرِينَ ifadesindeki marifelik ahd içindir. Bunlar daha önceden Allah’a karşı yalan uydurdukları ve hakkı yalanladıkları zikredilmiş olan kâfirlerdir, demektir. Normalde bu kimselerin zamir olarak zikredilmesi cümle yapısına daha uygun iken, küfür vasfının açık olarak belirtilmesi için burada zahir isim olarak zikredilmişlerdir. (Âşûr)
Bunların küfürlerinden dolayı bu vasfı hak ettiklerine işaret için bu kimseler bir nevi الْكَافِر۪ينَ başlığı altında zikredilmişlerdir.? (Âşûr)
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Putperestlerin, bütün uyarılara rağmen inkârcı ve inatçı tutumlarını devam ettirmelerinden üzüntü duyan müminleri teselli amacı taşıdığı anlaşılan sûrenin son âyeti, müminler için anlamlı bir müjdedir. Zira âyette Allah, düşmanlarının baskıları karşısında sabır ve metanetle inançlarını koruyan, çizgilerinden sapmayan müminleri mutlaka başarıya ulaştıracağını, çünkü kendisinin daima iyilerin yani inançları doğru, işleri düzgün olanların yanında olduğunu müjdelemektedir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 286
Ankebut Suresi'nden Bir Hakikat [Nouman Ali Khan] [Türkçe Altyazılı]
Sebele سبل : سَبِيلٌ içinde kolaylık olan engebesiz ve dosdoğru yoldur. Çoğulu da سُبُلٌ şeklinde gelir.
سَبِيلٌ sözcüğü hayır ya da şer olsun herhangi bir şeye vâsıl olmada, ulaşmada veya erişmede vasıta edinilen her tür şey için kullanılır. Ayrıca سَبِيلٌ kelimesiyle yol veya yolun ortası ya da çok ayak basılıp çiğnenen veya çok kullanılan bölümü ifade edilir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de tek bir isim kalıbında 176 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekli sebildir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesidir. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası جَاهَدُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
جَاهَدُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. ف۪ينَا car mecruru جَاهَدُوا fiiline müteallıktır. Muzaf mahzuftur. Takdiri, في سبيلنا (Bizim yolumuzda) şeklindedir.
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا cümlesi, mübteda الَّذ۪ينَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. نَهْدِيَنَّ fetha üzere mebni muzari fiildir. Fiilin sonundaki نَ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Tekid nunları, bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
Tekid nûnu çoğu zaman sarih kasem, gizli kasem ve nehiyden sonra gelir. Hal ve istikbal ifade eden muzari fiilin manasını sadece istikbal anlamına hamleder ve bu ن, َّfiilin üç defa tekidini sağlar. (Kur’an’da Tekid Üslupları ve Çeşitleri Mehmet Altın Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
سُبُلَنَا ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَاهَدُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جهد ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
مَعَ mekan zarfı olup اِنَّ ‘nin mahzuf haberine müteallıktır. مُحْسِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الْمُحْسِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
وَ , istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında tazim ve teşvik ifade eder.
Allah yolunda ve uğrunda cihad edenler, aslolarak Efendimiz(as) dönemindeki ilk müminlerdir. Bu yüzden ism-i mevsûl ahd lamı ile marife konumundadır. (Âşûr)
جَاهَدُوا ف۪ينَا şeklinde gelen sıla cümlesinin, haberin sebebi olduğuna işaret etmek için ism-i mevsûl getirilmiştir. (Âşûr)
Mübteda konumundaki mevsûlün sılası olan جَاهَدُوا ف۪ينَا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107)
جَاهَدُوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
ف۪ينَا car mecrurundaki ف۪ي harfi mecâzi zarfiyyedir. Bu zarf ta’lilde mübalağa ifade etmesi içindir. (Âşûr)
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا cümlesindeki لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayri talebî inşâî isnaddır.
Mahzuf kasemle birlikte cevap cümlesi, الَّذ۪ينَ ’nin haberidir.
Mukadder kasemin cevabı olan لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ cümlesi, nûn-u sakîle ile de tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelam olan cümle, muzari sıygada gelerek, teceddüt istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
لَنَهْدِيَنَّهُمْ fiili azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Veciz anlatım kastıyla gelen سُبُلَنَاۜ izafetinde Allah Teâlâ’ya aid zamire muzâf olan سُبُلَ tazim edilmiştir.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazf edilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur'an’da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur'an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Cümle وَ ’la, istînâf olan …وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede icazı hazif sanatı vardır. مَعَ zaman zarfı, اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu son cümlede, ayetin başında sıla cümlesiyle tarif edilen kişilere ait zamir yerine zahir ismin zikredilmesinin sebebi muhsin özelliğini vurgulamak ve teşvik etmektir.
مَعَ : Burada onlara lütfetmek ve ihtimam göstermek manasında mecazdır. (Âşûr)
"Zaten Allah hiç şüphesiz iyilik yapanlarla beraberdir." ifadesindeki beraberlik, yardım ve inayet anlamındadır. Peygamberimizden (sav) rivayet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Ankebût sûresini okursa, bütün müminlerin ve münafıkların sayısının on katı kadar ona sevap yazılır." (Ebüssuûd)
لَنَهْدِيَنَّهُمْ - اللّٰه kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişte güzel bir iltifat sanatı vardır.
Bu cümle mesel tarikinde tezyîldir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
Müşriklerin kınanması ve zemmedilmesi, Allah’ın müminleri yücelterek onlara olan inayetini arttıracağının izhar edilmesiyle sona ermiştir. Kur’an’da müminlerin düşmanlarının zemmedilmesi, müminlere yapılan övgü ve senadan ayrı gelmez. Nitekim bu üslup, o düşmanların öfkelerini arttırıp onları daha da gücendirmektedir. (Âşûr)
Surenin son ayetinde hüsn-i intihâ sanatı vardır. Mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. Kur’an’daki surelerin sonu bu sanatın en güzel örnekleridir.
Surenin neredeyse tüm ayetlerinin fasılalarındaki وَ - نَ , يْ - نَ harflerinin oluşturduğu seci, muhatabın dikkatini kolayca çekerek hayran bırakmaktadır.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓمٓ۠
الٓمٓ۠
الٓمٓ۠ Hurûf-u mukattaâ harfleridir.
الٓمٓ۠
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaâ harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
Hurûf-u mukattaâ ile başlayan surelerde hurûf-u mukattaâ ayetinden sonra ya kitap, ya tenzîre ya Kur'an zikredilmiştir. Bu surelerde hep mucize olan şeyler zikredilmiştir. Ankebut suresinde de izah edildiği gibi, bu surelerin başlarına bu harfler getirilmiştir. Bu surenin başında da bir mucizeden bahsedilmektedir. Bu da, gaybdan (istikbalden) haber vermedir. Dolayısıyla dinleyen uyansın, onu bütün kalbiyle dinlemeye yönelsin, böylece de o mucize kendisine söylensin ve zihninde yer etsin diye, başına, manası bilinmeyen harfler getirilmiştir.(Fahreddin er-Râzî ve Âşûr)
Bu söz başta Ankebut suresi olmak üzere birçok surede takdim edilmiştir. (Öne alınmıştır.) Bu sure, devamında Kur'an-ı Kerim'e işaret etmeyen hurûf-u mukattaâ ile açılan üç sureden biridir. (Âşûr)غُلِبَتِ الرُّومُۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | غُلِبَتِ | yenildi |
|
2 | الرُّومُ | Rum(lar) |
|
Rûm kelimesi, Araplar’ın Yunanlılar, Slavlar ve Latin asıllı Romalılar’dan oluşan halkı anlatmak üzere kullandıkları bir isimdir (İbn Âşûr, XXI, 42). 2. âyette bu isimle, Doğu Roma olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu tebaasının kastedildiği anlaşılmaktadır.
Bizans İmparatoru Konstantinos’un 311 yılında Hıristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsânî İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hıristiyanlar Bizans’ın dostu ve Sâsânî Devleti’nin düşmanı sayılmaya başlanmış, Ermenistan da Hıristiyanlığı kabul edince eski ihtilâflar canlanmıştı. Böylece İranlılar’la Bizanslılar arasındaki çatışmalar yeni bir boyut kazanmış oldu. Uzun zamandır İranlılar’la Bizanslılar arasında süregelen savaşlar milâdî VII. yüzyılın başlarında Bizanslılar aleyhine bir gelişim seyri gösteriyordu. 590 yılında İran tahtına çıkarılan II. Hüsrev 601’de Bizans’a yöneldi ve onlarla yapılan savaşı kazandı. Bizans karışıklıklar içindeydi. İmparator Phokas’ın tedhiş rejimine karşı ayaklanan Kartaca Valisi Herakliyus (Herakleios), kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu Kuzey Afrika birliklerinden oluşan bir filonun başında İstanbul üzerine gönderdi. 3 Ekim 610’da İstanbul’a ulaşan oğul Herakliyus Bizans tahtına çıktı. Phokas idam edildi. Bu sıralarda devlet ekonomik açıdan çökmüş vaziyette idi. Bu ve benzeri sebeplerle Bizans İmparatoru Herakliyus ilk yıllarda Sâsânîler’in imparatorluk topraklarını istilâsını önleyemedi. 613’te İrmîniye ve Suriye’ye girerek Dımaşk’ı işgal eden Sâsânîler, ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes Mezar Kilisesi’ni yakarak Îsâ’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp Medâin’e (Ktesiphon) götürdüler. 615 yılında Anadolu’ya yeniden Sâsânî akınları başladı. Sâsânîler 619 yılında Mısır’ı da işgal ettiler.
O güne kadar inen ilgili âyetlerde kendileri hakkında müşrik Araplar’a nisbetle daha sıcak bir üslûp kullanılan Ehl-i kitap Bizanslılar karşısında ateşperest olan İranlılar’ın bu galibiyetleri putperest Mekkeliler’de büyük bir sevinç meydana getirmişti. Mekke müşriklerinin bu gelişmeyi müslümanlara karşı böbürlenme aracı olarak kullanması üzerine yüce Allah müminlerin mâneviyatını yükseltecek bir müjde verdi: İlâhî bir kitaba inanan Bizanslılar kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekler ve o zaman müslümanlar büyük bir sevinç yaşayacaklardı (kaynak birliği ve iman ilkelerinde yakınlık bulunan inanç grupları arasında başkalarına nisbetle daha sıcak bir ilişki bulunduğuna, özellikle hıristiyanların müslümanlara karşı daha içtenlikli davrandıklarına temas eden âyetler için bk. Mâide 5/82; En‘âm 6/114; Ra‘d 13/36; Kasas 28/52-53; Şûrâ 42/13).
4. âyette geçen ve meâlde “birkaç” anlamı verilen bıd‘ kelimesi Arap dilinde 10’u aşmayan azlığı ve daha çok 3-9 arasındaki sayıları ifade etmek üzere kullanılır. Bu kelimenin kullanımı bir yönüyle Bizanslılar’ın üstün gelmelerinin tek bir savaşın kazanılması biçiminde değil, muayyen bir süreye yayılacak galibiyetler olarak belireceğine de işaret ediyordu. O sıralarda iç isyanlardan ve iktisadî krizden ötürü perişan hale gelmiş olan Bizans İmparatorluğu’nun birkaç yıl içinde toparlanıp galibiyet elde etmesi kimsenin hatırından bile geçiremeyeceği bir sonuç idi. Fakat Kur’an’ın gelecekle ilgili bu mûcizevî haberi aynen gerçekleşti. 5 Nisan 622’de yapılan büyük bir dinî törenden sonra başşehirden ayrılan Herakliyus, önce Anadolu toprakları ile İrmîniye bölgesini Sâsânî işgalinden kurtardı. Daha sonra Dvin’i ve birçok şehri zaptetti, ardından Sâsânîler’in kutsal şehri Gence’yi ele geçirdi. Bu arada Herakliyus’un kardeşi Thedoros, Şâhin denilen bir kumandanın idaresindeki başka bir Sâsânî ordusunu bozguna uğrattı. Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) kesin yenilgiye uğratan Herakliyus, Ocak 628’de II. Hüsrev’in sığındığı Destgird’e girdi. Kısa bir süre sonra II. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü (bilgi için bk. Esko Naskali, “İran”, DİA, XXII, 394-395; Işın Demirkent, “Herakleios”, DİA, XVII, 210-212). Müslümanlar da bir taraftan kendi kutsal kitaplarının verdiği bu haberin gerçekleşmesinin ve kitap ehli komşularının galip gelmesinin, diğer taraftan da Allah’ın kendilerine lutfettiği başka başarıların sevincini yaşadılar (Taberî, XXI, 17). Tefsirlerde âyetteki vaadin gerçekleşmesi izah edilirken, Bizans galibiyetinin Bedir Savaşı’nın kazanıldığı veya Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı tarihlere denk geldiği yönünde rivayetlere yer verilmesini de (Taberî, XXI, 17, 19-21; Zemahşerî, III, 197) bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Zaten âyette sevinçle ilgili ifade sadece Bizanslılar’ın galibiyet haberine bağlanmaksızın “o gün müminler sevinecekler” şeklinde mutlak biçimde yer almıştır. Râzî, Bedir Savaşı günü İranlılar’ın yenildiği haberinin henüz müslümanlara ulaşmamış olduğu gerekçesiyle âyette kastedilen sevincin müslümanların müşriklere galip gelmesiyle ilgili olduğu yorumunu tercih ederse de (XXV, 96), Arap dilinde böyle bir bağlamda “gün” kelimesinin tek bir gün değil “zaman” anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında, yukarıda belirtildiği üzere bu sevincin değişik sebeplere bağlanmasına bir engel bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur’an’ın verdiği haberin gerçekleşmesinin Hudeybiye Antlaşması’na tesadüf ettiğine ilişkin bilgiyi şöyle izah edenler de olmuştur: Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’nı takiben muhtelif devlet başkanlarına İslâm’a davet mektupları göndermişti. Herakliyus’a yolladığı elçi, mektubu imparatora Suriye’de takdim ederken o burada zaferini kutlamaktaydı. Bu sebeple birçokları zaferin o sıralarda kazanıldığını zannetti. Oysa Herakliyus zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye’ye gelmiş bulunuyordu (Elmalılı, VI, 3799).
Tefsirlerde, bu âyetlerle Bizanslılar’ın kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekleri bildirilince Hz. Ebû Bekir’in Bizans yenilgisinden sevinç duyan müşriklerle bahse giriştiğine dair rivayetler yer alır (rivayetlerin çoğunda bahse giriştiği kişi Übey b. Halef olarak belirtilir); hatta bazı âlimlerin bu olaydan kumarın hükmü hakkında fıkhî çıkarımlar yaptıkları üzerinde durulur (bk. Taberî, XXI, 16-20; İbn Ebî Hâtim, IX, 3086-3087; Zemahşerî, III, 197). Yakın geleceğe ait haber içeren bu âyetlerin inmesi üzerine Mekke müşrikleri ile Kur’an’ın bildirdiklerine gönülden inanan müslümanlar ve özellikle Resûlullah’a duyduğu derin güven sebebiyle onun söylediklerini araştırmaya gerek duymaksızın hemen tasdik ettiği için “sıddîk” lakabını almış olan Hz. Ebû Bekir arasında bu konuda bazı tartışmaların ve iddialaşmaların ortaya çıkması tabii olmakla beraber, söz konusu rivayetler –gerek birçok farklılık taşıdığı, gerekse olayı çevreleyen şartlar dikkate alındığında– bu tür fıkhî sonuçlar çıkarmaya elverişli bir malzeme olarak görünmemektedir (kumar hakkında bk. Bakara 2/219; Mâide 5/90-91).
2 ve 3. âyetlerdeki “ğulibe” ve “seyağlibûn” kelimeleri “ğalebe” ve “seyuğlebûn” şeklinde okunduğunda “Rûmlar galip geldiler... Ama yakında yenilecekler” anlamı çıkmaktadır. Elmalılı bu okunuşun esas alınması halinde de, âyetlerin mûcizevî bir haber içerdiğinin görüleceğini, yani burada Bizanslılar’ın İranlılar’a karşı zafer kazanmasından sonra müslümanlara yenik düşeceklerine işaret bulunduğunu belirtir (VI, 3801-3802); fakat bu kıraat İslâm âlimlerince zayıf bulunmuştur (Taberî, XXI, 16).
3. âyetin “yakın bir yerde” şeklinde çevrilen kısmı için tefsirlerde değişik yer isimleri de belirtilir (Taberî, XXI, 16, 17, 21; Zemahşerî, III, 197). Tarihî bilgilere göre burası Musul yakınındaki antik Ninova kenti olmalıdır.
4. âyette “Eninde sonunda Allah’ın dediği olur” buyurularak Bizanslılar’ın galibiyeti ile dünyada emir ve iradenin onların eline geçeceği gibi bir sonuç çıkarılmaması gerektiğine, geçmişte ve gelecekte bütün sonuçların yine yüce Allah’ın iradesi gereğince dünya hayatındaki sınav düzeni içinde gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’in gelecekteki bir olayı belirli zaman dilimi vererek bildirmesi mûcizesinin yer aldığı bu âyetler bir taraftan Kur’an’ın verdiği haberlerin tarihî verilerle doğrulanmasının bir örneğini insanlığın gözleri önüne sererken, diğer taraftan da inkârcılığını inatla sürdürmek isteyenler için hiçbir kanıtın fayda sağlamadığını açıkça göstermektedir. Başka âyetlerde belirtildiği üzere yüce Allah dileseydi, kuşkusuz herkesin doğru yolda gitmesini sağlardı; fakat O, şuurlu varlıkların iradî seçimleriyle kendisine kulluk etmelerine imkân veren bir sınav düzeni oluşturmayı murat etmiştir. Dolayısıyla bu âyetleri okurken Kur’an’ın böyle bir mûcizeyle bütün insanların imana gelmesini sağlama gibi bir amacının bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hatta Bizanslılar’ın galibiyeti için kesin bir tarih verilmemesinin de bu hususu destekleyici olduğu söylenebilir.
غُلِبَتِ الرُّومُۙ
Fiil cümlesidir. غُلِبَتِ fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir. تْ te’nis alametidir.
الرُّومُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
غُلِبَتِ الرُّومُۙ
Ayet ibtidaiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
غُلِبَتِ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
غُلِبَتِ الرُّومُ sözü kinaye yoluyla lâzım-ı faide-i haber olarak gelmiştir. Yani biz Rumların yenildiğini biliyoruz demektir. (Âşûr)
ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ
ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ
ف۪ٓي اَدْنَى car mecruru غُلِبَتِ fiiline mütealliktir. اَدْنَى maksur isimdir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Aynı zamanda muzâftır. الْاَرْضِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. مِنْ بَعْدِ car mecruru سَيَغْلِبُونَۙ fiiline müteallıktır. غَلَبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. سَيَغْلِبُونَۙ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
Fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.
يَغْلِبُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ
Ayetin başlangıcındaki car mecrur ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ , önceki ayetteki غُلِبَتِ fiiline mütealliktir.
Allah Teâlâ, Arap toprakları manasında, ‘’Arapların diyarına en yakın yerde’’ buyurmuştur. Çünkü الْاَرْضِ kelimesinin başındaki elif-lâm marifelik (belli bir yer manası) ifade eder. (Fahreddin er-Râzî)
الأرْضِ kelimesindeki tarif ahd içindir. Yani bu kelimeyle kastedilen Rum'un (Romalıların) yaşadıkları topraklardır. Veya elif lam muzâfun ileyhten ivazdır. (Muzâfun ileyhin yerini tutar). Onların topraklarına veya Allah'ın arzına en yakın yerdir. (Âşûr)
وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ
Cümle atıf harfi وَ ’la غُلِبَتِ الرُّومُۙ cümlesine atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ car-mecruru, amili olan سَيَغْلِبُونَ ’ye önemine binaen takdim edilmiştir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Muzari fiile dahil olan سَ istikbal harfidir. Muzari fiil vaat veya vaîd manalıysa tekid ifade eder. Bu ayette bir vaat söz konusudur.
Müsned olan سَيَغْلِبُونَۙ ‘nin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
سَيَغْلِبُونَۙ - غَلَبِهِمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İşte bu ayetler de, Peygamberimizin peygamberliğinin doğruluğunu ve Kur’an’ın Allah katından nazil olduğunu ispatlayan apaçık mucizelerdir. Zira bu ayetler, alîm (her şeyi bilen) ve habîr (her şeyden haberdar olan) Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği gaybı haber vermiştir.
Diğer bir kırâate göre, ikinci ayetteki galibiyet fiili, malum kipiyle ve üçüncü ayetteki fiil ise, meçhul kipiyle okunmaktadır. Buna göre mana şöyledir: Rumlar, Şam arazisine galip geldiler; ileride müslümanlar da, onlara galip geleceklerdir. Nitekim müslümanlar, bu ayetlerin nüzulünün dokuzuncu yılında Rumlara karşı savaştılar ve memleketlerini fethettiler. (Ebüssuûd)
Genelde okunan meşhur kıraatte; غُلِبَتِ ‘deki ğayın’ın zammesi ile; سَيَغْلِبُونَ ‘daki yâ’nın fethasıyla okunmuştur. Arz (topraklar) Arabistan topraklarıdır; çünkü toprak denilince Arapların aklına kendi toprakları gelir. Buna göre mana şöyle olur: Romalılar, kendilerine en yakın Arap topraklarında yani Suriye bölgesinin uç noktalarında mağlup oldular. Veya (الْاَرْضِ kelimesinin başındaki) lâm’ın muzāfun ileyh yerine kullanılmasıyla Romalıların toprakları (اَرْضِ ve اَرْضِهم) kastedilmiştir; yani Romalılar, topraklarının düşmana en yakın yerinde mağlup oldular. Mücahid (v. 103/721); اَرْضِ , Cezîre (el- Cezîre’nin batısında Suriye, kuzeybatısında Gaziantep, Maraş ve Malatya yer alır. Bölgenin doğusunda Doğu Anadolu, güneyinde Irak bulunur.) topraklarıdır; burası Roma topraklarının Fars’a en yakın olduğu yerdir” derken, İbn Abbas’dan rivayet edildiğine göre اَرْضِ Ürdün ve Filistin’dir. [En yakın topraklarda] anlamındaki ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ ifadesi, في أدَانِي الأرض (toprakların en yakın yerlerinde) şeklinde de okunmuştur. (Keşşâf)
غُلِبَتِ fiili meçhul olarak gelmiştir. Çünkü amaç galip gelenler değil, yenilenlerden (mağlup olanlardan) bahsetmektir. Romalıları mağlup edenlenlerin (yenenlerin) Persler olduğu biliniyordu. (Âşûr)
غُلِبَتِ (Mağlup oldu) - يَغْلِبُونَۙ (Galip gelecekler) kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. (Safvetü't Tefâsir)
Ayet-i kerîme’de masdar, mef'ûlüne izafe edilmiştir, İranlıların kendilerine galip gelmesinden sonra demektir. (Celâleyn Tefsiri)
غَلَبِهِمْ ifadesinde mastar mef’ûlüne muzâf olmuştur. سَيَغْلِبُونَ fiilinin mef'ûlü bilindiği için hazf edilmiştir. Takdiri; سَيَغْلِبُونَ الَّذِينَ غَلَبُوهم، أيِ الفُرْسَ (onları mağlup edenleri yani İranlıları yenecekler.) şeklindedir. (Âşûr)
ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ
ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ
ف۪ي بِضْعِ car mecruru سَيَغْلِبُونَ fiiline mütealliktir. Muzâf mahzuftur. Takdiri; في مدى بضع سنين (Bir kaça senelik bir zaman içinde) şeklindedir.
سِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için harfle îrablanırlar.
لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْاَمْرُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ قَبْلُ car mecruru mahzuf habere mütealliktir.
مِنْ بَعْدُ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
قَبْلُ ve بَعْدَ ‘ın muzâfun ileyhleri hazf edilince zamme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı’ zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. يَوْمَئِذٍ zaman zarfı, إذ için muzâftır. يَفْرَحُ fiiline mütealliktir. إذ mahzuf cümleye muzâftır. Kelimenin sonundaki tenvin mahzuf muzâfun ileyhten ivazdır.
يَفْرَحُ merfû muzari fiildir. الْمُؤْمِنُونَۙ fail olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مُؤْمِنُونَۙ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ
Ayetin başlangıcındaki car mecrur, önceki ayetteki سَيَغْلِبُونَ ’ye mütealliktir.
سِن۪ينَ cemi müzekker salim olarak ي ile mecrurdur. Bu kelime azlık çoğulu kalıbında gelmiştir. 3-10 arası seneyi ifade eder.
Ayetteki بِضْعِ kelimesi üç ile dokuz veya on arasında bir sayı için kullanılır. Nitekim birinci karşılaşmadan yedi yıl sonra, iki ordu tekrar karşılaşmış, bu sefer Romalılar İranlıları yenmiştir. (Celâleyn Tefsiri)
بِضْعِ kelimesi on sayısını geçmeyen az sayıdan kinayedir. (Âşûr)
لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ
İtiraziyye olarak fasılla gelen, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لِلّٰهِ lafzı mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْاَمْرُ muahhar mübtedadır.
Cümledeki takdim kasr ifade eder. Kasr, haberle mübteda arasındadır. İşlerin hepsi Allah’a kasredilmiştir. لِلّٰهِ maksûrun aleyh/mevsuf, الْاَمْرُ maksûr/sıfattır. Sıfat mevsufa kasredilmiştir. Hakiki kasrdır. Yani, müsnedün ileyhin takdim edilen bu müsnede has olduğunu ifade eder.
Bu ayette görülen takdim tahsis ifade eder. Yani mesela فلِلَّهِ الحمد sözünün manası hamdin sadece Allah’a mahsus olduğu, başkasına hamd edilmeyeceğini ifade etmektir. İşte bu mana; müsnedin sadece müsnedün ileyhe ait olmasıdır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مِنْ بَعْدُۜ ve مِنْ قَبْلُ mahzuf hale mütealliktirler. Bu iki kelimenin aldığı damme, mahzuf muzafun ileyhten ivazdır.
قَبْلُ - بَعْدُۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
İtiraziyye; ifadeyi takviye etmek ve açıklamak veya güzelleştirmek için iki cümle veya bir cümlenin iki öğesi arasında gelen cümledir. (Kanatbek Orozobekov , Arap Dilinde Cümle-i Mu’terize ve Kur’an-ı Kerimden Seçme Örnekler/)
وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ
وَ , istînâfiyyedir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı يَوْمَئِذٍ önemine binaen amili olan يَفْرَحُ fiiline takdim edilmiştir.
Müteallakı يَفْرَحُ olan يَوْمَئِذٍ , zaman zarfıdır. Kelimenin sonundaki tenvin takdir edilen muzâfun ileyh cümlesinden ivazdır.
يَوْمَئِذٍ ifadesindeki tenvin mahzuf bir cümleden avz olarak gelmiştir. Bu mahzuf cümlenin takdiri ويَوْمَ إذْ يَغْلِبُونَ يَفْرَحُ المُؤْمِنُونَ (Onların galip olduğu gün müminler sevinir.) şeklindedir. يَوْمَ zarf olduğu için mansubtur. Amili de يَفْرَحُ المُؤْمِنُونَ ‘dir. (Âşûr)
Bu ayetin takdiri; وَمِنْ قَبلِ الْغَلَبِ وَ مِنْ بَعْدِهِ şeklindedir. Yani muzâfın ileyh hazf edilmiştir, dolayısıyla îcâz-ı hazif vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)بِنَصْرِ اللّٰهِۜ يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
بِنَصْرِ اللّٰهِۜ يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
بِنَصْرِ car mecruru يَفْرَحُ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَنْصُرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl, مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
الْعَز۪يزُ ve الرَّح۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِنَصْرِ اللّٰهِۜ
Fasılla gelen ayetteki car mecrur, önceki ayetteki يَفْرَحُ fiiline mütealliktir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrid sanatı vardır.
نَصْرِ ’nin اللّٰهِ lafzına izafesi نَصْرِ için tazim ve teşrif ifade eder.
يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İbtidaiyye olan غُلِبَتِ الرُّومُۙ cümlesine atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَنْصُرُ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsul مَنْ ‘in sılası olan يَشَٓاءُۜ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil cümlede teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Muzari fiil, hudûs ve teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
نَصْرِ - يَنْصُرُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cenab-ı Hak bu ayette بِنَصْرِ اللّٰهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ ifadesinde, masdarı fiilden önce zikretmiş,
اَيَّدَكَ بِنَصْرِهٖ "Allah seni yardımıyla destekledi" (Enfal, 62) ayetinde ise fiili نَصْرِ masdarından önce getirmiştir. Çünkü bu ayette murad, yardımın Allah'ın elinde olduğunu, o isterse yardım edeceğini, o istemezse yardım etmeyeceğini beyân etmektir, yoksa yardımın bizzat kendisini, meydana geleceğini haber vermek değildir. Enfal Suresindeki ayetten murad ise, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (sav)'e olan nimetini ortaya koymaktır. Çünkü Allah O'na bilfiil yardım etmiştir. O halde orada maksat, bu يَنْصُرُ fiilinin bizzat kendisi ve tahakkukudur. Dolayısıyla Cenab-ı Hak orada önce, fiili zikretmiş, sonra da bu fiilin kaynağının Kendi katında olduğunu beyan etmiştir. Burada maksat ise, bu kaynağın ancak Allah katında olduğunu, Allah isterse, bunu yapacağını beyan etmektir. Dolayısıyla burada masdarı fiilden önce zikretmiştir.(Fahreddin er-Râzî)
يَنْصُرُ مَن يَشاءُ cümlesi tezyîldir. Çünkü zikredilen yardım مَن يَشاءُ deki ism-i mevsûlden dolayı umum ifade eder. Her yardım bu genellemeye (umuma) dahildir. (Âşûr)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ
Cümle وَ ’la يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ isimleri marife gelmiştir.
Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Meânî İlmi, s. 218)
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الرَّح۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşabüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi hikmet sahipleri tarafından övgüye layık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr)
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)
Hak Teâlâ , "O, Azîz ve Rahîmdir" buyurup, bu iki ismini zikretmiştir. Çünkü eğer O, sevdiklerine yardım etmez, aksine onlara düşmanlarını musallat kılarsa, bu O'nun azîz oluşundan ve hiçbir şeye muhtaç olmayışından ötürüdür. Yok eğer sevdiklerine yardım ederse, bu da O'nun ona rahmetinden ötürüdür. Yahut şöyle diyebiliriz: Allah'ın, sevdiği kimselere yardım etmesi azîz oluşundan, düşmandan müstağnî oluşundan ve sevdiklerine rahmetinden dolayıdır. Eğer O, sevdiklerine yardım etmezse, bu da yine O'nun izzetinden, sevenlere ihtiyacı olmayışından ve rahmetinin, sevdiklerine ahirette ulaşacağından ötürüdür. (Fahreddin er-Râzî)
Allah’a iman eden kul için ahirete kıyasla dünya hayatı;
Tatile çıkan gibidir. Eninde sonunda, evine dönmek ister.
Köprüden geçen gibidir. Her şeyin geçici olduğu alemden sıyrılarak, kalıcı olana sahip olmak ister.
Sevdiklerinden ayrılan gibidir. Gönlündeki hasret dinsin ister.
Denizde giden gibidir. Yolculuğun korkularından kurtularak, ayakları karaya bassın ister.
Parkta oynayan gibidir. Huzurun asıl kaynağı olan sükunete ve hakikate kavuşmak ister.
Hastalığından yatan gibidir. Gücünü toplayacağı ve asıl özgürlüğüne kavuşacağı günü bekler.
Ey dilediğini başarıya ulaştıran Allahım! Dünyalığı elde etmek uğruna, Senin emirlerine itaatsizlik ve nefsinin hevesleri uğruna, boş işlerin peşinden koşma tehlikesinden kurtar. İki cihanda da, bizi kazananlardan ve başladığı her işi hayırla tamamlayanlardan eyle.
Ey salih kullarının yanında olan Allahım! Bizi; salih kulların arasına kat ve canımızı müslüman olarak al. Bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü tehlikeden koru. Oyuna ve eğlenceye dalma tehlikesinden kurtar. Yardımınla; ahiret hayatını seçenlerle beraber olanlardan ve rızana kavuşmak umuduyla çabalayanlardan eyle.
Amin.
***
Kendisini sarsan şiddetli bir sıkıntıya düştüğü zaman Allah’a sığınır ve O’ndan yardım ister. Kurtulduktan sonra eğer nefsinin keyfine kulak verenlerden ise sadece dünyayı yaşamaya devam etmeyi amaç edinir ve çırpınırken dualar ettiği Rabbini unutur. Yoruldukça Allah der, dinlendikçe dünyaya sarılır.
Etrafındakilerin verdiği telkinlerin çoğu da bu yöndedir. İyi olduğunun göstergesi sanki dünyaya sarılmayı bilmesinde gizlidir. Öyle ki her geri dönüşü daha da şiddetli olur yani dünyalıklara daha da sıkı sarılır. Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağı düşüncesi yerine dünyalıklardan ayrılma fikrinin getirdiği hüzünle meşgul olur.
Lakin tek başına dünyalıklar iyileştirmez, uyuşturur. Yaralarının hepsi, uyanık bir halde ortaya çıkmak için fırsat kollar. Bu yüzden de her derin uykunun ardından acılarını hatırladıkça sarsılır ve yeni bir hevesin uyuşukluğuna tutunmaya çalışır. Halbuki kalbi, Allah’ın huzurunda kalmak ve sonsuz merhametine sarılmak ister.
Ey Allahım! Bizi her anında Seni anan, her şeyini Senden isteyen, hakiki dermanın Senden geleceğini bilen, daima Sana sığınan ve Sana sımsıkı sarılan kullarından eyle.
Ey Allahım! Yol gösteren Sensin! Dünyalıklarla nefsimizi uyuşturmaktan ve kalbimizi susturmaktan muhafaza buyur. Bizi huzuru doğru yerlerde arayanlardan, dünya hayatını doğru şekilde değerlendirenlerden ve ahirette ebedi huzura kavuşanlardan eyle. Çareyi veren Sensin! Sıkıntıların ortasındayken aceleci nefsin umutsuzluğuna kapılıp şikayet çukuruna düşmekten muhafaza buyur ve bizi Sana samimiyetle güvenenlerden eyle. Maddi ya da manevi alemde iyileştiğimizde nankörlükten muhafaza buyur ve bizi şükür eden kullarından eyle.
Ey Allahım! İmanımızı kuvvetlendir, teslimiyetimizi samimileştir. Bizi Senin rızanı kazanan takva sahibi mütevekkil kullarından eyle.
Amin.