اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ
Allah’ın ihlâslı, samimi kullarının önceki âyetlerde ele alınan saçma inançlardan uzak durduklarına işaret edildikten sonra bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, gerçek müminler olan bu kullar üzerinde etkili olamayacağı, onların ayağını kaydıramayacağı; bu saptırma çabalarının ancak “cehennemi boylayacaklar” üzerinde etkili olacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde bir yandan inkârcıların inananlar üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenirken bir yandan da inananlara moral ve metanet verilmekte, aynı zamanda saptırıcılara karşı uyanık ve dirençli olmaları gerektiği ima edilmektedir.
Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile âlimleri, bu âyetlere dayanarak kader ve irade hürriyeti konusunda yoğun bir tartışmaya girişmişler; özellikle bir kısım Ehl-i sünnet âlimleri, “Hiçbiriniz onu, Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız; ancak cehennemi boylayacak olan başka” meâlindeki 162-163. âyetleri, kimlerin cehenneme gideceğinin “önceden” takdir ve tayin edilmiş olduğu şeklinde yorumlayarak bu âyetleri kendi kaderci görüşleri için kesin delil saymışlardır (bilgi için bk. Râzî, XXVI, 169-171). Ancak kader meselesiyle ilgili olarak sadece belli âyetlere dayanmak suretiyle sonuç elde etmeye çalışmak son derece yanıltıcıdır. Zira Kur’an-ı Kerîm’in bütünü dikkate alındığında hem küllî planda ilâhî irade, ilim ve kudretin mutlak kuşatıcılığını hem insanın belli davranışlarını seçip yapmada bir ölçüde özgür bırakıldığını, bunun da yine Allah’ın küllî yasası içinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kurân-ı Kerîm’in Allah inancını ortaya koyan âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudret karşısındaki küçüklüğünü, aczini ve sınırlılığını hissettirir. Böylece insan, bu üstün kudretin korumasına, inâyetine ve hidayetine muhtaç olduğunun bilincine varır. Öte yandan bir inanç, ahlâk ve aksiyon varlığı olarak insandan söz eden âyetlere baktığımızda kendi aklî ve ahlâkî kapasitemizin farkına varır; bu âyetlerin bizi, Allah’a, hemcinslerimize, canlı ve cansız tabiata karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda karar verme ve seçim yapma imkânına sahip, hür ve yükümlü varlık olarak değerlendirdiğini görürüz. Başka âyetler gibi konumuz olan âyetleri de Kur’an’ın bu bütüncül bakışını dikkate alarak kavramaya çalıştığımızda daha sağlıklı sonuçlar çıkarmamız ve onlardan kendimiz için daha isabetli dersler almamız mümkün olur.
162. âyette geçen “onu” zamirini Allah’a ait kılarak, “Samimi kulları ile Allah’ın arasını bozamazsınız” şeklinde çevirmek de mümkündür.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 557-558
اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ
اِلَّا istisna edatıdır. عِبَادَ müstesna olup fetha ile mansubdur. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır.İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
Müstesna istisna edatından hemen sonra gelen kelimedir. Ancak müstesna minh hemen önce gelen kelime olmayabilir. Müstesna mansubtur. Bununla birlikte istisna edatlarının türlerine göre farklı şekillerde îrablanabilir. Türkçeye “ama, ancak, -den başka, -sız, fakat, hariç, müstesna, yalnız, sadece” gibi kelimelerle tercüme edilir. İstisnanın kısımları 3’e ayrılır: 1. Muttasıl istisna 2. Munkatı’ istisna 3. Müferrağ istisna(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُخْلَص۪ينَ kelimesi عِبَادَ ‘ın sıfatı olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُخْلَص۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi خلص olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ
Ayet 58. Ayette zikredilen لَمُحْضَرُونَۙ ‘den istisna edilenleri bildirmektedir. عِبَادَ اللّٰهِ müstesnadır.
عِبَادَ اللّٰهِ izafetinde Allah Teâlâ’ya muzâf olmasıyla عِبَادِ , şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
الْمُخْلَص۪ينَ kelimesi عِبَادَ اللّٰهِ için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, metbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
[Allah’ın ihlaslı kulları müstesna] cümlesi, لَمُحْضَرُونَۙ ‘den munkatı‘ (onlara dahil olmayan) bir istisnadır. Zira müminler yüce Allah'ı, müşriklerin niteledikleri şeylerden tenzih ederler. Buna göre mana şöyledir: Fakat ihlas sahipleri kurtulacaklardır. سُبْحَانَ اللّٰهِ [Allah münezzehtir.] kısmı ise sonuç kısmı olan nesep iddiası sebebiyle derdest edilmeleri ile istisna bölümü اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ ayeti arasında yer alan parantez içi bir cümle hükmündedir. İstisnanın يَصِفُونَۙ fiilinin faili olan و ’dan olması da caizdir; yani şunlar Allah’ı bu şekilde vasfediyorlar, ama ihlas sahipleri O’nu bu şekilde vasfetmekten berîdirler. (Keşşâf, Âşûr)
Bu istisna لَمُحْضَرُونَۙ 'den istisna-i muttasıl da olabilir. Eğer bu fiildeki zamir genel kabul edilirse, aralarındaki de itiraz cümlesidir ya da يَصِفُونَۙ 'den istisnadır. (Kurtubî)
Ayetteki bu istisnanın neden yapıldığı (müstesna minhin ne olduğu) hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun لَمُحْضَرُونَۙ kelimesinden yapılan bir istisna olduğu ileri sürülmüştür ki, buna göre mana, "Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları kurtulmuşlardır" şeklinde olur. Bunun, "O'nunla cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesinden yapılmış olan bir istisna olduğu da ileri sürülmüştür. Ve yine bunun, لَمُحْضَرُونَۙ
kelimesinden yapılmış olan bir istisnâ-i munkatı' olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Lakin ihlasa erdirilmiş kimseler, Allah'ı bu şekilde tavsif etmekten beridirler" şeklinde olur. Lâm'ın kesresiyle, (muhlisin) okunması halinde, bu kelimenin manası, "ibadetini ve inancını sırf Allah için yapmış olanlar müstesna..."; fetha ile (muhlasîn) okunması halinde ise, manası, "Allah'ın lütfu ile, kendilerini böylesi kullar kıldığı kimseler müstesna" şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzi)
Bu ayet, 40-74-128 ayetlerin tekrarıdır. Cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Bu kelam, en güzel ve kuvvetli şekilde, ihlaslı kulların, Allah'ı böyle vasıflandırmaktan uzak olduklarına dair meleklerin şahidiğini anlatmakta ve zımnen, meleklerin de bundan berî olduklarım bildirmektedir. Zîra melekler de ihlâs sahibi olanlar zümresine dahildirler. Hülasa olarak sanki şöyle denilmiştir: Yemin olsun ki, melekler bilmişlerdir ki, müşrikler, o sözlerinden dolayı azap edileceklerdir. Ve melekler: "Allah, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir. Ve Bizim de dahil olduğumuz Allah'ın has kulları, bu vasıflandırmaktan beridirler" demişlerdir. (Ebüssuûd)