Duhân Sûresi 29. Ayet

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَر۪ينَ۟  ...

Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَمَا
2 بَكَتْ ağlamadı ب ك ي
3 عَلَيْهِمُ onlara
4 السَّمَاءُ gök س م و
5 وَالْأَرْضُ ve yer ا ر ض
6 وَمَا ve
7 كَانُوا olmadılar ك و ن
8 مُنْظَرِينَ fırsat verilenlerden ن ظ ر
 

Hz. Peygamber ve müminlerin karşısında Arap müşrikler olduğu gibi burada zikredilen tarihî örnekte de Hz. Mûsâ ve ona iman eden İsrâil-oğulları karşısında Firavun ve adamları vardı. Onlar inkârda direnip yapılacak başka bir şey de kalmayınca Allah, İsrâiloğulları’na vaad ettiği mûcizelerden birini lutfetti, Hz. Mûsâ’ya, inananları alıp gece yolculuğa çıkmasını emretti. Ken‘ân diyarına gitmek için Kızıldeniz’i geçmek gerekiyordu. Allah onlara denizden bir yol açtı, selâmetle geçtiler, arkadan gelen Firavun ve askerleri ise denizde açılan o yolun yeniden su ile dolması sebebiyle boğuldular. Mısır’da büyük bir refah, sayısız nimetler içinde yaşıyorlardı, bâtıl bir dâva uğruna bütün bu nimetleri, daha da önemlisi canlarını kaybettiler (denizin yarılması, geçiş için yol açılması ile ilgili olarak bk. Bakara 2/50). Dün köle olarak kullandıkları ve durmadan aşağılayıp işkence ettikleri İsrâiloğulları’na bu gibi nimetler bahşedildi. Tabii bu lutuflar da şartlı idi, İsrâiloğulları Hz. Musâ’ya iman ettikleri için bu nimetler, aynı çağda ve çevrede yaşayan başka topluluklara değil, kendilerine verilmişti; şart ise Allah’a itaat etmek, peygamberin yolundan gitmekti.

29. âyette geçen “Ne gök ağladı ne de yer” ifadesi mecazidir; kendilerini bir şey zanneden, başkalarını aşağılayan, kendilerinin içinde bulunmadığı bir dünya tasavvur edemeyen Firavun ve yandaşlarının hiç de önemli kimseler olmadığı anlatılmaktadır.

 

 

 
Firavun ile ordusu için “Gök ve yer onlara ağladı”  buyrulması, başkaları için her ikisinin de ağlayabileceğini  hatıra gelmektedir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:” Her bir mü’min için gökte iki kapı vardır. Bunların ben rinden yaptığı işler yükselir, diğerinden de onun rızkı iner. O mü’min öldüğünde ikisi de onun arkasından ağlar,” Peygamberimiz bunu söyledikten sonra yukardaki ayet okunmuştur. 
(Tirmizi ,tefsir 44/2)
 

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَر۪ينَ۟

 

Fiil cümlesidir.  فَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

بَكَتْ  mahzuf  ى  üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir.  عَلَيْهِمُ  car mecruru  بَكَتْ  fiiline mütealliktir.  السَّمَٓاءُ  fail olup lafzen merfûdur. الْاَرْضُ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. 

وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. مُنْظَر۪ينَ۟  kelimesi  كَانُوا ’nun haberi olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

مُنْظَر۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ

 

Ayet atıf harfi  فَ  ile önceki ayetteki … اَوْرَثْنَا  cümlesine atfedilmiştir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلَيْهِمُ , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için fail olan  السَّمَٓاءُ ‘ya takdim edilmiştir.

Ağlamanın, yer ve göğe isnadı mecaz-ı aklîdir. Yer ve gök, üzüntü duyan canlıya benzetilmiş, Firavun ve yandaşlarının hiç de önemli kimseler olmadığı ifade edilmiştir.

السَّمَٓاءُ,  الْاَرْضُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ  [Onlara gök ve yer ağlamadı] sözü, Arap âdetleriyle alakalıdır. Onlardan önemli ve şanı olan birisi öldüğü vakit; “Yer gök ağladı, güneş onun için tutuldu” der veya tutulmadığı için güneşi, yapraklarını dökmediği için ağacı azarlarlardı, ki şiirde bunun örnekleri çoktur. Bu mananın aslı; güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların vs. bu kerîm şahsa acıdığı, onu sevdiği, onu kâle aldığını ifade etmektir. Dolayısıyla onun başına hoşa gitmeyen bir şey isabet ettiği vakit bütün bu varlıklar ağlar. Bu ifadeler temsil ve hayal ettirme kabilindendir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 5, s.106-107)

Bu ayette mecaz-ı mürsel ve temsili istiâre içerisine yerleştirilen Arapların güneşin ve ayın tutulmasına, yağmurun yağmasına ayette ifade edilen türden anlamlar yüklemeleri şeklinde başlarına gelen felaketin büyüklüğünü ifade ettikleri bir mübalağa söz konusudur. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

Bu ayette de kâfirlerle ve onların haliyle eğlenip hafife alma ifadesi vardır. Çünkü onların bu halleri, kaybı çok büyük ve ağır olup da ardından gök ve yer ağladı denilen kişilerin hallerine aykırı düşmektedir.

Bazıları da şöyle dedi: ”Bu söz; -gök ve yerin ağlaması- gerçektir. Bunu Peygamberimizden rivayet edilen şu hadis desteklemektedir. ”Her mü'min için gökte iki kapı vardır. Bir kapıdan rızık çıkar, bir kapıdan da onun ameli girer. Mümin öldüğünde ise onu kaybetmekten ardından ağlar." Sonra şu ayeti okudu: ”Gök ve yer onların ardından ağlamadı." Diğer bir hadiste de: ”Müminin ardından, yeryüzünde namaz kıldığı yer, ibadet ettiği yer ve amelinin çıktığı göğe yükseldiği yer ağlar."

Rivayet olundu ki: ”Kâfir öldüğünde, bundan gök ve yer ehli, ülkeler ve kullar rahatlık duyar, ardından da yer ve gök ağlamaz."

Bazıları şöyle dedi: ”Gökler ve yer âsilerin, dalalette olanların ve egoistlerin ardından ağlamazlar. Gök kendisinden oraya hiçbir itaati, güzel ameli çıkmamış olan kimsenin ardından, yer de kendisi üzerinde Allah'a isyan eden kimsenin ardından nasıl ağlasınlar? Onlar ancak itaat eden kimselerin arkasından ağlarlar." (Ruhu’l Beyân, Âşûr)


 وَمَا كَانُوا مُنْظَر۪ينَ۟

 

مَا كَانُوا  cümlesi öncesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiştir. Aslolan, aynı üsluptaki cümlelerin birbirine atfıdır. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.

Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)

Menfî  كان ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

مَا كَان ‘li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî Tefsir 3/79) 

كان ’nin haberi olan  مُنْظَر۪ينَ , ism-i fail kalıbında gelerek durumun sübutuna ve devamlılığına işaret etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir.  İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Onlara helak vakitleri geldiğinde mühlet de verilmedi. Ek bir zaman verilmedi, veya ahirete kadar ertelenmedi. Aksine azapları dünyada hemen verildi. Birincisinin yani onlara ek bir zamanın verilmemesinin sebebi; çünkü insanın ömrü sayılı nefeslerden ibarettir. Bu nefesler tükendiğinde ertelemeye imkân kalmamış olur. İkincisinin yani âhirete kadar ertelenmemesinin sebebi ise; çünkü onlar dünya ve ahiret azabının her ikisine de müstehaktırlar. Dünya azabına müstehak olmaları, açık olarak dış görünüşleriyle davetçiye eziyet edip azabı hemen arzu etmekle meşgul olduklarından; ahiret azabına müstehak olmaları ise, iç halleriyle yalanlayarak Allah'a karşı harp ettiklerinden dolayıdır.

Müminlerin asilerinin durumu ise bunun aksinedir. Çünkü onlar herhangi bir günah işlediklerinde, onlara tövbe etmeleri için mühlet verilir, amel defterlerine hemen yazılmaz ve acele olarak da dünyada cezalandırılmazlar. Çünkü Allah(cc) günahların çoğunu affeder, bazı felaketleri de günahlara kefaret kılar. Cezayı ahirete de ertelemez, onlara, geniş rahmet vardır. (Ruhu’l Beyân)