Necm Sûresi 26. Ayet

وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى  ...

Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَكَمْ nicesi var ki
2 مِنْ -den
3 مَلَكٍ melek(ler)- م ل ك
4 فِي
5 السَّمَاوَاتِ göklerde س م و
6 لَا
7 تُغْنِي işe yaramaz غ ن ي
8 شَفَاعَتُهُمْ onların şefa’ati ش ف ع
9 شَيْئًا hiçbir ش ي ا
10 إِلَّا dışında
11 مِنْ
12 بَعْدِ sonrası ب ع د
13 أَنْ
14 يَأْذَنَ izin vermesinden ا ذ ن
15 اللَّهُ Allah’ın
16 لِمَنْ kimseye
17 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
18 وَيَرْضَىٰ ve razı olduğu ر ض و
 

Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).

19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321). 

Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52). 

23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).

 

وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَمْ  haberiyye olup mübteda olarak mahallen merfûdur.

كَمْ ‘i haberiyye: Herhangi bir kavramın çok miktarda olduğunu belirtmek için kullanılan  كَمْ ’dir. ‘Nice, ne, ne kadar çok’ gibi anlamlara gelir. Çokluktan kinaye için kullanılır.

كَمْ ’i haberiyyenin temyizi iki şekilde gelebilir: 

1. Müfred mecrur veya cemi mecrur olarak gelir. 

2. مِنْ  harf-i ceri ile müfred mecrur veya cemi mecrur gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

مِنْ  harf-i ceri zaiddir. مَلَكٍ  lafzen mecrur, mahallen mansub  كَمْ ‘in temyizidir.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru  مَلَكٍ ‘ün mahzuf sıfatına mütealliktir. لَا تُغْن۪ي  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُغْن۪ي  fiili  ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  شَفَاعَتُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

شَيْـٔاً  masdardan naib mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur. اِلَّا  istisna edatıdır. مِنْ بَعْدِ  car mecruru müstesna olan mahzuf sıfata mütealliktir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın üç unsuru vardır:

1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.

2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.

3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اَنْ  muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir. 

يَأْذَنَ  mansub muzari fiildir.  اللّٰهُ  fail olup lafzen merfûdur. 

مَنْ  müşterek ism-i mevsûl  لِ  harf-i ceriyle  يَأْذَنَ  fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.

يَشَٓاءُ  damme ile merfû muzari fiildir.Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.  يَرْضٰى  atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur. 

تُغْن۪ي  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  غني ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى

 

وَ , istînâfiyyedir. 

İstînâfiyye  وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı) 

Müsnedün ileyh olan soru ismi  كَمْ , haberiyedir.  Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

كَمْ ’in temyizi olan  مَلَكٍ , lafzen mecrur, mahallen mansubdur.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru, مَلَكٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Kelimenin nekreliği, kesret ve tazim ifade eder.

Müsned olan  لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى cümlesi, muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle, kasrla tekid edilmiştir. 

Haberin hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eden muzari fiil sıygasında gelmesi, cümlenin hükmünü takviye etmiştir. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Nefy harfi  لَا  ve istisna harfi  اِلَّا  ile oluşan kasr, fiil ve car-mecrur arasındadır.  شَفَاعَتُهُمْ  mevsuf/maksûr,  مِنْ بَعْدِ  sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat 

شَيْـٔاً , mef’ûldür veya mef’ûlu mutllaktan naibdir. Kelimedeki tenvin kıllet ve nev içindir.

Ayetteki beyanî üsluptan umum anlaşılmaktadır. شَيْـٔاً  ibaresi, nefy siyakında nekre olarak gelmiştir. Bilindiği gibi, olumsuz siyakta gelen nekre ve umum ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Vakafât, S. 78) 

مِنْ بَعْدِ  car mecruru  تُغْن۪ي  fiiline mütealliktir. 

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يَأْذَنَ  cümlesi,  مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi olan  يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim ve mehabet içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , cer harfi  لِ  ile birlikte  يَأْذَنَ  fiiline mütealliktir. Sılası olan  يَشَٓاءُ  cümlesi, müspet muzari fiil olarak gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Genel olarak  شَٓاءُ  fiilinin mef'ûlu bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Aynı üslupta gelen  وَيَرْضٰى  cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle mevsûlün sılası olan  يَشَٓاءُ  ’ya atfedilmiştir.

يَشَٓاءُ - شَيْـٔاً  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bu kelam, onların, meleklerin şefaatine bağladıkları umutlarını tamamen kesmektedir. Bu ise, putların şefaatine bağladıkları umutlarının kesilmesini evleviyetle mucip olmaktadır. (Ebüssuûd)

كم  kelimesi, miktar hakkında kullanılan bir edattır. Bu, o miktarın açıklamasını sormak, istemek için olur; böylece de, bu manadaki  كم  edatı istifhamiyye olur. Nitekim sen, "Uzunluğu kaç kulaç?" "Sana kaç adam geldi?" dersin ki, bu, "gelenlerin sayısı ne kadardır?" demek olup, böylece, miktarın açıklanmasını istemiş olursun. O halde durumların açıklanması için kullanılan,كيف ; fertlerin açıklanması için kullanılan (أي hangisi) ve hakikatlerin açıklanmasını istemek için kullanılan (ما  ne) gibidir. Ya da, bu miktarların kısaca, icmâlen açıklanması için kullanılır. Bu durumda da كم  haberiyye olur. Nitekim sen,  كم رجل أكرمني [Bana nice adamlar ikram etti.] dersin. Yâni, كثير منهم أكرموني [Onlardan pek çoğu bana ikram ettiler.] demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Allah Teâlâ bu ayet-i kerime ile, puta tapanlar ve "Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." diyen müşrikleri kınamaktadır. Kendisine çok yakın olan meleklerin dahi, izni olmadan şefaatçi olamayacaklarını, bu itibarla ona ortak koşulan putların, kendilerine tapanlara herhangi bir fayda sağlayamayacaklarını beyan etmektedir. (Taberî)