بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ
Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).
İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde “yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları, Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz. Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır. f) Kur’an-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak, parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur’an’ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de, vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağan üstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569-4570).
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ
وَ harf-i cer olup, kasem harfidir. وَالنَّجْمِ car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أقسم (Yemin ederim) şeklindedir.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هَوٰى ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. هَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ
Surenin ilk ayeti ibtidaiyye olarak fasılla gelmiştir. وَ , kasem harfidir. Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur وَالنَّجْمِ , takdiri اقسم (Yemin ederim) olan mahzuf fiile mütealliktir.
Mahzufla birlikte cümle, kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır.
Şarttan mücerret olan اِذَا zaman zarfı, mukadder kasem fiiline mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan هَوٰى , cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
النَّجْمِ ‘deki marifelik cins için de ahd için olabilir. (Âşûr)
Kasemin mahiyeti ve amacı delaletlerdir, yani belirli manaları göstermektir. Kur’an’da kasemin asıl amacı tazim (yüceltme) değildir; ancak bazı kasemlerden bu mana anlaşılır. Yeminde, muksem bih’in (üzerine yemin edilenin) bulunması bile şart değildir, dolayısıyla muksem bih zikredilmeyince bir şeyler takdir etmek gerekmez ve yemini, mutlaka üzerine yemin edilen bir şeyin tazimi gözetiliyormuş gibi yorumlamak doğru olmaz. Yeminde asıl amaç, yemin edenin sözü pekiştirmesi, bir şeyi yapıp yapmamayı kendisine gerekli kılıcı bir azim ve kararlılık izhar etmesidir. (Meryem Okudan, Beyânu’l-Hak Ve Kur’an Yolu Tefsirlerinin Ulûmu’l-Kur’ân Açisindan Değerlendirilmesi)
Ayetin başındaki وَ , yıldıza veya yıldızın Rabbine kasem içindir. Bu hususta değişik tefsirler vardır. Fakat zahir olan, bunun yıldıza yapılmış bir yemin olmasıdır.
Çünkü aslında kasem için bir harfin bulunmadığı, fakat ب ile وَ harf-i cerlerini, ârizî (geçici) bir sebepten ötürü kasem için kullanmakta olduğumuz söylenmiştir. Çünkü kasem için kullanılan ب , ilsâk (bitiştirme) ve istiane (yardım isteme) manasında olan bir edattır. Nitekim bir kimse, mesela, استعنت باللّه (Allah'tan yardım istedim) diyebildiği gibi, أقسمت باللّه (Allah'a yemin ettim) de diyebilir. Yine bir kimse, أقوم بعون اللّه على العدو (Allah'ın yardımı ile düşmana galip geleceğim.) diyebileceği gibi, أقسم بحق اللّه (Allah'ın hakkına yemin ederim ki…) de diyebilir. O halde, bu kullanışların hepsinde, ب , tıpkı كتب بالقلم (Kalem ile yazıldı) demendeki kullanılan ب gibidir. O halde, ب , gerçekte kasem için değildir. Fakat Arapça'da, kasem (yemin) çokça kullanıldığı için, kasem lafzının zikredilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Ama başka durumlar çok görülmediğinden, onlar zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
النَّجْمِ ‘deki elif-lâmdan cins kasdedilirse, yemin sabah vaktine yapılmış olur. Şayet çemen manası verilirse, bu durumda da هَوٰىۙ , otların yükselip yere yattığı, baharın son vakti demektir. Eğer النَّجْمِ ile Kur'an'dan inen miktar kasdedilirse هَوٰىۙ de onun inişi manasındadır. (Elmalılı)
Burada النَّجْمِ ‘den (yıldızdan) murad Süreyya (Ülker) yıldızıdır. Zira genellikle النَّجْمِ bu manada kullanılmaktadır. Yahut ondan murad, bütün yıldızlardır. Yahut Kur’an’ın her bir bölümüdür.
Necm, Kur’an’ın bölümleri anlamında olduğu takdirde de, bu yemin Kur’an’ın yüce şanına işarettir. Nitekim Yâsîn ve Zuhruf Surelerinin başında da buna işaret edilmiştir. Ve bu manaya göre, anılan yemin, Peygamberimizin, hidayet ve rüşdünün yegane sebebinin Kur’an olduğuna dikkat çekmektedir. Yani din ve hak yolunun yegâne rehberi olan Kur’an'a yemin olsun ki, Muhammed (sav) haktan sapmamıştır. (Ebüssuûd)
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ
Kasemin cevabıdır. Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
ضَلَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. صَاحِبُكُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَا غَوٰى atıf harfi وَ ‘la kasemin cevabına matuftur. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. غَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ
Fasılla gelmiş ayet, kasemin cevabıdır. Kasemle tekid edilmiş menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Müsnedün ileyh olan صَاحِبُكُمْ , az sözle çok anlam ifade etmek amacıyla izafet terkibinde gelmiştir.
Ayette “bu arkadaşınız” anlamındaki صَاحِبُكُمْ tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, makul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira صَاحِبُ kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir. (Diyanet Tefsiri)
Bu lafız Kur’an’ı Kerim’de Resulullah’ın (sav) dalalette veya mecnun olduğunun olumsuzlandığı birçok yerde zikredilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’ân’ın Beyânî Sırları, s. 297)
Aynı üsluptaki وَمَا غَوٰى cümlesi وَ harfiyle makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Nefy harfi tekrar edilerek olumsuzluk tekid edilmiştir.
مَا ضَلَّ ‘ye مَا غَوٰىۚ ‘nın atfı, umumdan sonra hususun zikri babında ıtnâb sanatıdır.
ضَلَّ - غَوٰىۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı, مَا ’nın tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki غَوٰى fiili, has bir kelimedir. Zira sadece inançta hata yapanlar için kullanılmıştır. ضَلَّ fiili ise âm bir kelimedir. Çünkü bu fiil; inanç, söz, fiil ve ahlaktaki hata için kullanılmıştır. Dolayısıyla böyle bir atıfta, has olan bir kelime, âm olan kelimeden sonra zikredilmiştir. Böylece inançtaki hatanın çok kötü ve çirkin bir davranış olduğuna dikkat çekilmiştir. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar. S.502)
Bu hitap, Kureyş kâfirleri içindir. Peygamberimizin, onların arkadaşı sıfatıyla zikredilmesi, onların, Peygamberimizin şerefli hallerinin tafsilatına vakıf olduklarını, onun hakkında reddedilen hususlardan son derece berî olduğundan tamamen haberdar olduklarını ve onun, hidayet ve rüşd sıfatlarına hakkıyla sahip olduğunu bildirmek içindir. Zîrâ Kureyş'in, uzun zaman Peygamberimizle arkadaşlık etmeleri ve onun yüce şânlarının güzelliklerini müşahede etmeleri, bu sonucu kesinlikle gerektirmektedir. (Ebüssuûd)
ضَلَّ ; Hidayetin zıddıdır. Yani yolu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir.
غَوٰىۚ : Bu da rüşdün zıddıdır ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek manasını ifade etmektedir.
صَاحِبُ ‘den maksat da, Hazret-i Peygamber'dir. Zaten hitab da ona ve "Kur'an'ı kendi uydurdu." diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı صَاحِبُكُمْ [sahibiniz] tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan, yani hâmi manalarına gelmektedir. Bu yüzden ayetin meali şöyle olmalıdır: "Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur". (Elmalılı)
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ
Kur’an’da değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Hz. Peygamber bir beşerdir, ama Allah’tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla tanrılaştırılmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildirdiklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tutulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun peygamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamayacağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette “konuşma, söyleme” anlamında bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah’ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirtmek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed’in vahiy almasını yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur’an’ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır (Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284). Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah’ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davranışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda ictihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır (bu konularda bilgi için bk. Nisâ 4/59, 105; Mâide 5/67; vahyin mahiyeti, çeşitleri ve yolları hakkında bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri, 2. Vahiy” başlığı).
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la kasemin cevabına matuftur. Fiil cümlesidir.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَنْطِقُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَنِ الْهَوٰى car mecruru يَنْطِقُ fiiline mütealliktir.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la kasemin cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَنِ الْهَوٰى car mecruru يَنْطِقُ fiiline mütealliktir. عَنِ harfinin بِ harfi manasında olduğu ve mahzuf hale müteallik olduğu da söylenmiştir.
Birinci ayetteki هَوٰى ile bu ayetteki الْهَوٰى kelimeleri arasında mustevfâ cinas sanatı vardır. Zira kelimelerden ilki fiil, diğeri ise isim olarak gelmiştir. Aynı zamanda harfleri aynı olduğu gibi; harflerin sıraları, sayıları ve heyetleri de aynıdır. Ancak iki kelimenin anlamı farklıdır. Birinci kelime ‘batmak, çökmek, inmek, devrilmek’ gibi anlamlara gelirken, ikinci kelime ise ‘nefsin isteği, arzusu, talebi’ gibi anlamlara gelmektedir. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar, S.508-509)
الْهَوٰى , nefsin kınanılan özel bir eğilimidir. Bu yüzden Allah Teâlâ peygamberlerini bundan nehyetmiştir. (Rûhu’l Beyân)
ان nefy (olumsuz) manadaki ما 'nın yerine kullanılır. إن edatı da, şart manasına olarak ما yerine kullanılır. Nitekim Cenab-ı Hak, ما ننسخ من ءاية أو ننسها نأت بخير منها [Eğer bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını getiririz] (Bakara/106) buyurmuştur. O halde bu iki edat arasında, hem lafız hem mana bakımından bir benzerlik var: Lafız bakımından benzerlik şöyledir: hemze ve nûndan, ise, mîm ve elif'den müteşekkildir. Elif hemze, nûn da mîm gibidir. (Fahreddin er-Râzî)اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَّا hasr edatıdır.
وَحْيٌ haber olup lafzen merfûdur. يُوحٰى fiili وَحْيٌ ‘ün sıfatı olup mahallen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُوحٰى elif üzere damme ile merfû meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
يُوحٰى fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi وحي ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ
Ayet, beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Nefy harfi اِنْ ve istisna edatı اِلَّا ’nın oluşturduğu kasr, mübteda ve haber arasındadır.
هُوَ maksûr/mevsuf, وَحْيٌ maksûrun aleyh/sıfattır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Yani o, vahiyden başka bir şey değildir.
وَحْيٌ için sıfat olan يُوحٰى cümlesi, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
يُوحٰٓى fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
يُوحٰىۙ - وَحْيٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Buradaki tekid sıfatla gerçekleştirilmiştir. Zira وَحْيٌ kelimesinden hemen sonra gelen يُوحٰى fiili, onun sıfatı olmuştur. Bu ise, cümlede mecazın varlığını ortadan kaldırmaktadır. Yani Hz. Muhammed’in okumuş olduğu şey sözde değil, gerçekten de vahiy mahsulüdür. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar,S.499)
Ayetteki هُوَ (O), bilinen bir şeye işaret olan bir zamir midir, yoksa daha önce zikri geçmiş bir şeye işaret olan bir zamir midir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) En meşhur görüşe göre, bu bilinen malum olan bir şeye işarettir. O malum şey de Kur'an'dır. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, Kur'an, vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir demiş olur. Bu izah, النَّجْمِ (yıldız) kelimesi ile, Kur'an'ın kastedilmediğini söyleyenlerin görüşüne göredir. “ النَّجْمِ ile Kur'an kastedilmiştir" diyenlere göre bu zamir, daha önce necm diye zikredilmiş Kur'an'a raci olmuş olur.
2) Bu zamir, zımnen (dolaylı olarak) bahsi geçmiş olan bir şeye racidir. O da, Hazret-i Peygamber'in sözü ve kelamıdır. Bu böyledir, çünkü [Kendi hevâ-u hevesinden söylemez O (peygamber ] (Necm, 3) ayetinin zımnında, nutk vardır. Nutuk da, bir kelam ve sözdür. Buna göre Hak Teâlâ sanki, Onun kelamı yani nutku, ancak vahiydir demiş olur. (Fahreddin er-Râzî)
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ
Ayet, وَحْيٌ ‘ün ikinci sıfatı olarak mahallen merfûdur. Arasında mukadder bir bağ vardır. Takdiri, علّمه إيّاه شديد القوى (Son derece sağlam melek ona öğretti.) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. عَلَّمَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. شَد۪يدُ fail olup lafzen merfûdur. الْقُوٰى muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. الْقُوٰى kelimesi maksur isimdir.
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ
Ayet fasılla gelmiştir. عَلَّمَهُ cümlesi önceki ayetteki وَحْيٌ için ikinci sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Fail konumundaki شَد۪يدُ , takdiri ملك (Güç, kuvvet) olan muzâf için sıfattır.
Müsnedün ileyh, az sözle çok anlam ifade etmek amacıyla izafet terkibinde gelmiştir.
[Kuvveleri son derece sağlam olan] melek anlamındaki شَد۪يدُ الْقُوٰى gayr-ı hakiki izâfettir; çünkü sıfat-ı müşebbehenin, failine izâfeti türündendir. (Keşşâf)
شَد۪يدُ kelimesi شدد fiilinin mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbındadır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
شَد۪يدُ الْقُوٰى ‘daki izafet hakiki değildir. Çünkü sıfat-ı müşebbehenin failine izafetidir. O da cumhura göre Cebrâîl (as) dır. Şunlar onun kuvvetine dair hadiselerdir: Lût kavminin şehrine siyah sudan söküp tek kanadı üzerinde göğe kaldırmış sonra da onu (o şehri) ters yüz etmiştir. Semûd kavmine tek bir sayha atmış onlar da derhal çöküp mahvolmuşlardır. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)
ذُومِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ
ذُومِرَّةٍۜ
Ayet 4.ayetteki هو için ikinci haberdir. ذُو harfle îrab olan beş isimden biri olup ref alameti و ’dır. شَد۪يدُ الْقُوٰى ‘nın sıfatı olup ref alameti و ‘dır. Aynı zamanda muzâftır. مِرَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَاسْتَوٰىۙ
Cümle, atıf harfi فَ ile عَلَّمَهُ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. اسْتَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
اسْتَوٰى fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
ذُومِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ
Fasılla gelen ayette ذُومِرَّةٍ izafeti, 4. ayetteki هو için ikinci haberdir. اسْتَوٰى cümlesi atıf harfi فَ ile عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
مِرَّةٍ ’deki tenvin tazim, nev ve kesret ifade eder.
ذُومِرَّةٍ akl-ı selim ve ileri görüş sahibi demektir. فَاسْتَوٰىۙ (dikeldi); Allah'ın onu yarattığı surette göründü demektir. Şöyle denilmiştir: Hiçbir peygamber onu esas suretinde görmemiştir, ancak Muhammed (sav) iki kere görmüştür; bir kere gökte, bir kere de yerde.
Şöyle de denilmiştir: İstiva bütün kuvvetini verilen emri yerine getirmek için kullandı. (Beyzâvî)
Kamusta: مِرَّةٍ , yaratılışın kuvveti ve şiddeti demektir. Çoğulu مرر ‘dir. مرر ; akıl, asalet, sağlamlık, kuvvet, ipin dayanıklılığı gibi anlamlara da gelir. ذُومِرَّةٍ , Cebrail'dir. (Rûhu’l Beyân)
وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ
وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ
هُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ cümlesi اسْتَوٰىۙ ‘nın failinin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِالْاُفُقِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. الْاَعْلٰى kelimesi لْاُفُقِ ‘nin sıfatı olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ
Hal وَ ’ıyla gelen وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰى cümlesi اسْتَوٰى ’nın failinin halidir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
هُوَ mübteda, بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰى car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
[O en yüksek ufuktaydı] ifadesi; göğün ufkunda idi demektir, هُوَ zamiri Cebrail (as)'a racidir. (Beyzâvî)
الْاُفُقِ الْاَعْلٰى izafeti, az sözle çok şey ifade edebilmek, sözü veciz hale getirmek amacına matuftur.
Meşhur olan, buradaki هُوَ zamirinin, Cebrail (as)'a raci oluşudur. Buna göre mana, "Cebrail, Allah Teâlâ'nın kendisini yarattığı şekilde, doğu ufkunda doğruldu. Büyüklüğünden ötürü bütün doğu ufkunu kapladı" şeklindedir. Ama zahir olan, bu zamir ile Hazret-i Muhammed (sav) kastedilmiş olup, manasının "O, hakikaten bir mekânda bulunma açısından değil de, rütbe ve değer açısından yüksek bir mekânda iken, bir mekânda doğruldu" şeklinde olmasıdır. (Fahreddin er-Râzî)ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
Fiil cümlesidir. دَنَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. تَدَلّٰىۙ atıf harfi فَ ile makabline matuftur.
تَدَلّٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
تَدَلّٰى fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi دلو ‘dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ
Hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayete, atfedilmiştir.
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiş) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Aynı üsluptaki فَتَدَلّٰى cümlesi, فَ atıf harfiyle makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İki fiile de fail olarak takdir edilen هُوَ , Cebrail (as)’a racidir.
دَنَا - تَدَلّٰىۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
[Sonra yaklaştıkça yaklaştı] şeklinde çevrilen 8. ayetteki دَنَا ve تَدَلّٰىۙ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır:
a) Cebrail’in Resulullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi,
b) Cenab-ı Allah’ın Resulullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi,
c) Resulullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir.
Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada حبيب (seven) ve محبوب (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. (Diyanet Tefsiri)
Ayette gelen fiillerin yer değiştirmesiyle cinâs-ı kalb sanatı meydana gelmiştir. Zira ayetin normali şu şekilde olmalıydı: ثُمَّ تَدَلّٰى فَدَنَى (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar,s.513)
Buradaki yakınlık anlamına gelen الدنو kelimesi, hakikaten yakınlık manasına kullanıldığı gibi, hükmen yakınlık manasına da kullanılabilir. Zaman, yer ve mevki bakımından olan yakınlıklar için kullanılır.
Yaklaştı manasındaki تَدَلّٰى kelimesi, en yüksek ufka asılı, oraya tutunmuş olduğu halde sarktı demektir. (Rûhu’l Beyân)
Sonra yaklaştı, aşağı doğru sarktı. تدلّي kelimesinin üç ayrı kökten gelmesi muhtemeldir. Birincisi, دَلال dan تَدَلُّل şeklinde dilberin naz ve cilve yapması manasını ifade eder. Burada bu manadan bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre olabilir. İkincisi, ي ‘lı olarak دَلي dan yaklaşmak ve tevazu göstermek anlamına gelebilir ki, bazı alimler bu manayı vermişlerdir. Bu durumda fiilinin tefsiri olarak ‘yaklaştı, indi’; ya da ‘indi, yaklaştı’ diye tercüme edilir. Üçüncüsü و ‘lı olarak masdarından türemiş olmasıdır. دَلْو kovaya isim olarak verildiği gibi, دَلْو masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek manalarına gelir. Onun için تَفَعُّل kalıbından gelen تَدَلّٰى kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi manası verilebilir. Bu sebepledir ki, müfessirlerin çoğu Cebrail'e ait bir fiil olarak, bu kelimeyi ‘sarkmak’ manasıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en yüksek ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber (sav)'e doğru sarktı, demektir. Esasen bu takdir, Hira Dağında ["Rabbinin ismiyle oku..."] (Alâk, 96/1) öğretisi ile vahyin, başlangıçta gelişini anlatmış oluyorsa da henüz peygamberin miracı ile ilgili bir mana ifade ettiği söylenemez. Bu yaklaşma ve tedelliyi Allah'ın fiili olarak düşünenler, تَدَلّٰى fiilini bir de cezb (çekme) manası ile tefsir etmişlerdir. (Elmalılı)
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ
Qavese قوس :
قَوْسٌ kavramı, okun kendisiyle atıldığı yay demektir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda 1 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kavis ve kavastır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ
Ayet, atıf harfi فَ ile önceki ayete matuftur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
قَابَ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. قَوْسَيْنِ muzâfun ileyh olup cer alameti يْ ‘dir. Tesniye isimler ي ile mecrur olurlar.
اَدْنٰى atıf harfi اَوْ ile makabline matuftur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ
Ayet atıf harfi فَ ile önceki ayetteki فَتَدَلّٰى cümlesine atfedilmiştir. كان ’nin dahil olduğu cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَابَ قَوْسَيْنِ izafeti كَانَ ’nin haberidir.
اَدْنٰى kelimesi atıf harfi اَوْ ile قَابَ ’ye matuftur.
اَدْنٰىۚ - قَابَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı, önceki ayetteki دَنَا ile اَدْنٰى arasında ise iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَدْنٰىۚ , ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
8. ayette دَنَا ve bu ayetteki اَدْنٰى kelimeleri, aynı türden olmalarından ve birincisi fiil, ikincisi isim (ism-i tâfdil) olmalarından aralarında cinâs-ı müstevfâ meydana gelmiştir. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar,s.509)
Şayet bu ayetin açılımı nasıldır? dersen şöyle derim: فكان مقداره مسافةِ قُرْبِهِ مثل قاب قوسين (Yaklaşma mesafesinin miktarı iki yay kadar oldu). Aradaki tüm bu muzaflar hazf edilmiştir. “Hatta daha da yakın” yani sizin ölçülerinize göre demektir. Tıpkı; أوْ يزدون [Veya daha fazla] (Saffat 37/147) ayetindeki gibi. (Keşşâf)
Bu kelamda temsilî olarak irtibat melekesi ve Peygamberimizin, vahyedileni duymasının tahkiki, buna engel olan uzaklığın mevcut olmaması hali ile anlatılmaktadır. (Ebüssuûd)
Burada "Aralarında iki yay aralığı kadar bir mesafe kaldı." ifadesinden maksat, bir yayın iki ucunun birbirine uzaklığı kadar bir mesafe kalmasıdır. Veya iki arşın kadar bir mesafe kalmasıdır yahut, yay ile kirişi arasındaki mesafe kadar bir mesafe demektir.(Taberî)
فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ
فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ
فَ , atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. اَوْحٰٓى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اِلٰى عَبْدِه۪ car mecruru اَوْحٰٓى fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَٓا müşterek ism-i mevsûl mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اَوْحٰى ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَوْحٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
اَوْحٰى fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi وحي ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ
Ayet, Allah Tealâ’nın 5. ayetteki عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ sözü için ta’liliyyedir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
اِلٰى عَبْدِه۪ car mecruru اَوْحٰٓى fiiline mütealliktir. Bu fiilde irsâd sanatı vardır.
عَبْدِه۪ , veciz ifade kastına matuf olarak izafetle gelmiştir. Bu izafette Allah Teâlâ’ya ait zamire muzaf olan عَبْدِ , tazim ve şeref kazanmıştır. Peygamber (sav) ifadesi, teşrif için zamir makamında zahir olarak kul unvanının celâl lafzına ait zamire izafe edilerek tercih edilmiştir. (Âşûr)
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsul مَٓا ’nın sılası olan اَوْحٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur اِلٰى عَبْدِه۪ , ihtimam için, mef’ûl olan مَٓا ‘ya takdim edilmiştir.
Mef’ûl işin ne kadar önemli olduğunu ifade etmek, sonraki habere dikkat çekmek ve tazim için ism-i mevsûlle gelmiştir.
اَوْحٰى fiili konudaki önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bendesine, yani Allah’ın kuluna. Her ne kadar Allah ismi geçmemiş olsa da, على ظهرها (yeryüzünde) Fâtır, 35/45 ayetindeki gibi karıştırma ihtimali bulunmadığından, direkt zamir kullanılmıştır. (Keşşâf)
Burada vahyedilen şeyin ne olduğunun mübhem bırakılması, ona tazim ve hürmet edilmesi gerektiğini ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir ve Âşûr)
اَوْحٰٓى (Vahyetti.) Cebrail kuluna, Allah'ın kuluna demektir. Zikri geçmediği halde zamirin ona ait olması, bilindiği içindir. (Beyzâvî)
مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى
مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَذَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْفُؤٰ۬ادُ fail olup lafzen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası رَاٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
رَاٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsul مَٓا ’nın sılası olan رَاٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَذَبَ fiili mecaz yoluyla الْفُؤٰ۬ادُ ’ya isnad edilmiştir. Yalanlayan gönül değil, gönlün sahibidir. Cüz-kül veya âliyet alakasıyla mecâz-ı mürsel sanatıdır.
الْفُؤٰ۬ادُ , Arap kelamında akıl yerine kullanılır. (Âşûr)
İfade gözüyle gördüğünü demektir ki, o da Cebrail (as)'ın suretidir ya da Allah Teâlâ'dır, yani gözünün aktardığı şeyi yalanlamadı demektir. Çünkü kutsal şeyler önce kalp ile bilinir, sonra da ondan göze intikal eder. Ya da gönlü onu gördüğü zaman: Seni tanımadım, demedi. Eğer öyle dese idi yalan olurdu. Çünkü onu gözüyle gördüğü gibi kalbi ile de tanımaktadır ya da kalbi ile gördüğünü yalanlamadı demektir, mana da gördüğü yalan bir hayal değildi demektir. (Beyzâvî)
مَا رَاٰى ; kalbler, Muhammed (sav)'in gördüğü şeyi yalana çıkarmadı demektir. Bu, bizim الْفُؤٰ۬ادُ kelimesinin başındaki elif-lâm'ın cins için olduğunu söylememiz halinde vazıh olup, bu da, "Her ne kadar vahim ve bunun böyle olduğunu itiraf etmeseler dahi, kalpler Muhammed (sav)'in gördüğü o şeyin doğruluğuna şehadet etmektedirler" anlamındadır. (Fahreddin er-Râzî)
Gördüğünü gönül yalanlamadı. Buradaki fiilinin zamiri, bir önce geçen ayetteki عَبْدِه۪ kelimesine de الْفُؤٰ۬ادُ ‘e de ait olabilir. "Gözü şaşmadı..." buyurulduğuna göre, bu görme işinin gözle (baş gözüyle) olması gerekmektedir. Buna göre ayetin manası, gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı, şeklinde olur. Yani gerek bütün o müthiş kuvvetleriyle Cibril'i, gerekse miraçtaki o tecelliyatı (beliren şeyleri) görmesi bir hayal değil, kalp ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik ettiği hakikattır. Onun için Cebrail'i hangi suretle olursa olsun her geldiğinde tanıdı. (Elmalılı)
اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى
اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى
Hemze istifham harfidir. فَ atıf harfi ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أتنكرون قوله فتمارونه (Siz onun sözünün inkâr edip şüphe mi ediyorsunuz) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. تُمَارُونَهُ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl عَلٰى harf-i ceriyle تُمَارُونَهُ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يَرٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
يَرٰى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
تُمَارُونَهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi مري ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelen (sonuçlandıran)dır. Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri أتنكرون قوله (Siz onun sözünün inkâr mı ediyorsunuz) olan mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir.
Hemze, inkârî istifham harfidir. Cümle, istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, taaccüp ve tevbih anlamı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Menfî muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا , başındaki harf-i cerle birlikte تُمَارُونَهُ ‘ye mütealliktir. Sılası olan يَرٰى cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Fiile “galebe çalma” manası yerleştirildiğinden, عَلٰى مَا يَرٰى ifadesi tıpkı غلبته على كذا (şu konuda onu yendim) örneğinde olduğu gibi, في yerine عَلٰى ile geçişli yapılmıştır. اَفَتُمَارُونَهُ kelimesinin, “Onu bile bile inkâr mı ediyorsunuz?” anlamına geldiği de söylenmiştir. Birinin hakkını bile bile inkâr ettiğinde مرْيُته حقَّه denildiğini de söylemişlerdir. Fiilin عَلٰى edatıyla geçişli yapılması ancak tazmin ile (bir fiile başka bir fiilin manasını ilave etmekle) gerçekleşir. (Keşşâf)
Müşrikler, Resulullah’ın, isra ve miraç esnasında Allah'ın ona gösterdiği şeylere inanmamışlar ve bu hususta Resulullah ile tartışmaya girişmişlerdir. İşte bu ayet-i kerime, müşriklere cevap vermekte ve onları, Resulullah’ın gördüğünü söylediği şeylere inanmaya davet etmektedir. (Taberî)
Burada muzari sıygasıyla buyurulması, bakışın devamlılığına delalet eder. (Elmalılı)
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Fiil cümlesidir.
رَاٰهُ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. Kasemin cevabıdır.
نَزْلَةً masdardan naib mef’ûlü mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُخْرٰى kelimesi نَزْلَةً ‘in sıfatı olup, elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
نَزْلَةً , mef’ûlü mutlaktan naib masdardır.
اُخْرٰى kelimesi نَزْلَةً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
نَزْلَةً ifadesi nüzûlden gelmiş olup اُخْرٰى bir başka defa anlamındadır. نَزْلَةً kelimesi, zarf olarak kullanılan مرَّةً ’in nasbına benzer şekilde mansub olarak okunmuştur; çünkü فعلةً kalıbı fiilin sayı belirten ismidir. Şu halde نَزْلَةً kelimesi مرَّةً (bir defa) gibi kabul edilir. Anlam şöyledir: Cebrail (as) Hz. Muhammed’e bir kez daha kendi aslî suretinde inmiş; o da kendisini o haliyle görmüş idi ki bu, miraç gecesi gerçekleşmiştir. Bunun ise sidretü’l-müntehâda gerçekleştiği söylenmiştir. (Keşşâf)
رَاٰهُ ifadesiyle görüldüğü belirtilen, o görülen şey nedir? Bu sözün muhtemel olduğu şey şunlardır:
a) Allahu Teâlâ b) Cebrail as c) İlâhi ilginç ayet ve mucizeler. (Fahreddin er-Râzî)
12. Ayetteki مَا يَرٰى ve bu ayetteki رَاٰهُ arasında cinâs-ı mümâsil vardır. Zira her iki kelime de fiil olarak gelmiştir. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar,S.511)
نَزْلَةً kelimesi فعلة veznindedir, nüzul (inmek) ten gelir, المرة yerine kullanılmış ve onun gibi (zarf olarak) mansûb olmuştur. Bu da bu defada görmenin inmek ve yaklaşmakla olduğunu vurgulamak içindir. Görülen ve yaklaşılan şey hususunda söylenecek şey de geçen gibidir. Takdiri şöyledir de denilmiştir: ولقد رآه نازلا نزلة أخرى المصدر Masdar (mef'ûlu mutlak olarak) mansubdur, maksat da son görmede şüpheyi izale etmektir. (Beyzâvî)
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى
عِنْدَ mekân zarfı رَاٰهُ fiiline müteallik olup mahallen mansubdur. سِدْرَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْمُنْتَهٰى muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Maksur isimlerdendir. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُنْتَهٰى kelimesi, sülasi mücerredi نهي olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى
Kasemin cevabının devamı olan ayette عِنْدَ zarfı رَاٰهُ ’ya mütealliktir. سِدْرَةِ ’ye muzâf olmuştur.
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى izafeti, tazim ve veciz ifade içindir.
سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى hakkında denmiştir ki bu Arabistan kirazına benzer bir ağaç olup semanın yedinci katında, Arş’ın sağ tarafında bir ağaçtır; meyvesi Hecer kabilesinin testileri gibidir; yaprakları fil kulağına benzer. Dibinden Allah Teâlâ’nın Kur’an’da sözünü ettiği ırmaklar fışkırır. Bir atlı, gölgesinde yetmiş yıl yürüse onun sonuna ulaşamaz. مُنْتَهٰى ism-i mekân olarak ‘bitiş noktası’ veya masdar olarak ‘bitiş’ anlamındadır. Buna göre سِدْرَةِ cennetin bitiş noktasında ve sonundadır. Denilmiştir ki; orayı hiç kimse geçememiştir. Gerek meleklerin gerekse başkalarının bilgisinin son sınırıdır. Ötesini hiç kimse bilemez. Şehitlerin ruhlarının oraya kadar gideceği söylenir. (Keşşâf)
سِدْرَةِ kelimesinin الْمُنْتَهٰى 'ya izafeti ne tür bir izafettir? Biz deriz ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
1) Bu, bir şeyin mekanına izafe edilmesi kabilindendir. Nitekim Arapça'da, أشجار بلدة كذا لا تطول من البرد "Falanca beldenin ağaçları soğuktan uzamıyor"; أشجار الجنة لا تيبس ولا تخلو من الثمار Cennetin ağaçları kurumazlar, meyveden de hiç hâli olmazlar" denilir. Bu durumda müntehâ kelimesi, Cebrail (as)'ın aşamayacağı yere işaret etmiş olur. Bunun, hiçbir ruhun aşamayacağı bir yer olduğu da ileri sürülmüştür.
2) Bu, bir yerin, o yerde oturana izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da كتاب الفقه (Fıkıh kitabı…) محل السواد (karanlık yer) denir. Bu izaha göre Müntehâ, Sidra'nın yanında olmuş olur, ki bunun da takdiri, سدرة عند منتهى العلوم (ilimlerin nihayete erdiği yerdeki Sidre'de) şeklinde olur.
3) Bu, mülkün malikine izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da, دار زيد وأشجار زيد (Zeyd'in evi ve Zeyd'in ağaçları) gibi ifadeler kullanılır. Buna göre, "kendisine varılan – müntehi ileyh, mahzûf olup, takdiri, سدرة المنتهى إليه şeklindedir. Nitekim Cenab-ı Hak ["Onun nihayet (ilm)i ancak Allah'a aittir"] (Naziat/44) buyurmuştur. O halde bu demektir ki, المنتهى إليه Allah Teâlâ'dır. Bu durumda, Sidre'nin bu kelimeye muzâf oluşu, tıpkı şeref vermek ve ululandırmak için, البيت إليه beytin Allah'a izafesi, (Beytullah - Allah'ın evi) gibidir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederken de, gayelerin gayesi" ve "Ey arzuların varıp dayandığı zat!" denilir. (Fahreddin er-Râzî)
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ
عِنْدَهَا mekân zarfı, mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَنَّةُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْمَأْوٰى muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. الْمَأْوٰى maksur isimdir.
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur عِنْدَهَا , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. جَنَّةُ الْمَأْوٰى , muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyh olan جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ ‘nın izafetle gelmesi, tazim ve veciz ifade içindir.
جَنَّةُ الْمَأْوٰى , takva sahiplerinin varacakları cennettir. Bu, Hasan-ı Basrî’nin (v. 110/728) görüşüdür. Denilmiştir ki hesap gününe kadar şehitlerin ruhları orada barınacaktır. (Keşşâf)
Bu cennete جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ adının veriliş sebebi ise, müminlerin ruhlarının buraya sığınmasıdır. Bu cennet Arşın altındadır. Bu cennetin nimetlerinden faydalanırlar ve oranın hoş koku ve esintilerini teneffüs ederler. (Kurtubî)
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ
اِذْ zaman zarfı رَاٰهُ fiiline müteallik olup mahallen mansubdur. يَغْشَى ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذْ) : Yalnız Cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.
b) (إِذْ) den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا) dan sonra gelirse müfacee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَغْشَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. السِّدْرَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَغْشٰى ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يَغْشٰى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ
اِذْ zaman zarfı, 13. ayetteki رَاٰهُ fiiline mütealliktir. Müspet muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelam olan يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir. Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil, tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zaman ismi olan اِذْ 'in masdara değil de fiil cümlesine muzâf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Âşûr, Hac/26)
السِّدْرَةَ mef’ûldur.
يَغْشَى fiilinin fail konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan يَغْشٰى cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mef’ûl olan السِّدْرَةَ , ihtimam için fail konumundaki mevsûle takdim edilmiştir.
İlk يَغْشٰى fiilinde irsâd vardır. Bu kelimenin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müsnedün ileyh, işin ne kadar önemli olduğunu ifade etmek ve tazim için ism-i mevsûlle gelmiştir.
Bu ayetteki ism-i mevsûlun ifade ettiği dehşeti başka bir kelime ile anlatmak mümkün değildir. Sanki “Onları öyle birşey kapladı ki onu, şiddetini, gücünü, çokluğunu anlatacak bir kelime bulamıyorum” denmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayette de cinâs-ı mümâsil sanatı vardır. يَغْشَى ve مَا يَغْشٰى her iki kelime de fiil olarak gelmiştir. (Ferit Dinçer, Necm Sûresi ve İhtiva Ettiği Belâgî Sanatlar,s.511)
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ [Sidre'yi kaplayan kapladığında onu gördü.] Bu onu kaplayan şeyleri yüceltmek ve onların çokluğunu ifade etmektir. Bu ibareyle bilindi ki Allahu Teâlâ’nın azametine ve celaline delalet eden mahlûkattan onu örtenler vasfedilemeyen şeylerdir.(Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)
Ayetteki يَغْشَى ifadesi ‘örtüyor, bürüyor..’ manasına gelebileceği gibi الإتيان (gelme) anlamına da gelebilir. Nitekim Arapça'da فلا يغشاني كل وقت (Falanca, her vakit beni bürüyor..) denilir. Yani, يأتيني (Bana gelir.) Her iki vecih de muhtemeldir. اللّه يأتي ويذهب (Allah gelir, gider) diyenlerin görüşüne göre bu fiilin الإتيان (gelmek) manasına gelmiş olması doğruya daha yakındır. (Fahreddin er-Râzî)
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. زَاغَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْبَصَرُ fail olup lafzen merfûdur.
مَا طَغٰى atıf harfi وَ ‘la مَا زَاغَ ‘ya matuftur.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. طَغٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Aynı üsluptaki وَمَا طَغٰى cümlesi, وَ atıf harfiyle makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Nefiy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid eder. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
زَاغَ - طَغٰى kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
مَا زَاغَ ve مَا طَغٰى fiillerinin الْبَصَرُ kelimesiyle ifade edilen göze nisbet edilmesinde istiare sanatı vardır. Göz, bu fiilleri yapmaya muktedir bir kişiye benzetilmiştir.
[Peygamber’in gözü ne kaymış ne de taşmıştı;] yani gözleri, gördüğünden sapmaksızın ve onu aşmaksızın kesinlikle ve gerçek olarak kabul etmişti. Veya görmekle emredildiği ve kendisine görme imkanı verilen o hayret uyandırıcı şeyleri müşahede etmekten göz sapmamış ve taşmamıştı; yani neyi görmesi emredilmişse onu görmüştü. (Keşşâf)
الْبَصَرُ kelimesinin başındaki lam-ı tarif iki manaya gelebilir:
a) Ahd-ı haricî... Bu durumda bahsi geçen bu göz, Hazret-i Muhammed (sav)'in gözüdür ve mana, "Muhammed (sav)'in gözü meyletmedi, başka yana kaymadı" şeklindedir. Bu izaha göre, bu kaymama işi, şu manalarda olur: Sidre'yi bürüyen şeyin, altın kelebekler ve çekirgeler olduğunu söylersek, bunun manası, "Peygamber (sav) buna iltifat etmedi, bununla meşgul olmadı ve bakışlarını esas maksadı olan şeyden kesmedi." Bu izahımıza göre, o kelebeklerin ve çekirgelerin Sidre'ye yürüyüşleri, Hazret-i Muhammed (sav) için bir imtihan olur.
Eğer biz, Sidre'yi bürüyen şeyin, أنوار اللّه (Allah'ın nurları) olduğunu söylersek, bu durumda da şu iki izah yapılabilir:
1) Peygamber, sağa ve sola dönmeden, hep o nurlara bakmakla meşgul oldu.
2) O göz, o naradan ötürü kaymadı. Ama Musa (as)ın gözü böyle olmamıştı. Çünkü Musa (as), benzeri bir durumda bakışlarını kesti, bayılıp düştü. Birinci izahta, Hazret-i Muhammed (sav)'in edebinin beyanı vardır; ikincisinde ise, kuvvetli ve sebatlı oluşunun beyanı vardır.
b) Bu lâm, cins manasınadır ve ayet "o heybetin büyüklüğünden ötürü, hiçbir göz sağa sola meyletmez, kaymaz" demektir. Buna göre eğer, mana böyle olsaydı, Cenab-ı Hak, ما زاغ بصر (Hiçbir göz kaymadı) derdi. Çünkü bu ifade, daha umumi manadadır. Çünkü menfi (olumsuz) cümlede gelen nekre kelimeler, umumi mana ifade eder" denirse, biz deriz ki: Bu Cenab-ı Hakk'ın لا تدركه الابصار [Gözler o (Allah'ı) İdrâk edemez.] (Enam/ 103) buyurup da, لا يدركه بصر (Hiçbir göz O'nu idrak edemez.) demeyişi gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَا طَغٰى (Onu) aşmadı da) cümlesi, ya müstakil bir cümlenin başka bir cümleye yahut da mukadder bir cümlenin bir cümleye atfı kabilindendir. Müstakilin atfına misal, خرج زيد ودخل عمر (Zeyd çıktı ve Amr girdi) cümlesi; mukadderin atfına misal ise خرج زيد ودخل (Zeyd çıktı ve o girdi.) cümlesidir. Şimdi biz diyoruz ki: Bu iki ihtimal de mümkündür.
Birincisine göre, Hak Teâlâ o nur ortaya çıkarken, adeta, "Muhammed (sav)'in gözü, bu iltifat sebebiyle ağmadı ve aşmadı. Eğer ona iltifat etmiş olsaydı, haddi aşan olurdu. İkincisi, birincisine göre daha açıktır. Ama "Sidre'yi altın çekirgeler bürüdü" dememiz halinde bu ayetlerin manası, "Muhammed (sav) onlara iltifat etmedi. Allah'tan başkasına dönüp bakmadılar. Dolayısıyla ne o çekirgeler, ne de başka bir şeye iltifat etti" şeklinde olur.
Sidre'yi bürüyen şeyin, Allah'ın nuru olduğunu söylememiz halinde ise, مَا زَاغَ الْبَصَرُ cümlesi, ما مال عن الأنوار (Gözü, o nurlardan ayrılmadı.) manasına, وَمَا طَغٰى cümlesi de ما طلب شيئا وراءها (O nurların ötesinde başka birşey istemedi.) manasında olur. Burada şöyle bir incelik var: Allah Teâlâ neden ما زاغ وما طغى buyurdu da, bunun yerine ما مال وما جاوز buyurmadı? Çünkü burada الميل ve المجاوزة tabirlerini kullanmak çirkin olur. Dolayısıyla Cenab-ı Hak burada الزيغ والطغيان ifadelerini kullandı. (Fahreddin er-Râzî)
Bazı alimler Resulullah'ın Allah'ı görmesinin baş gözü ile ve uyanıkken olduğuna [”gözü kaymadı"] ayeti ile delil getirmişlerdir. Çünkü gözün kaymamakla nitelenmesi, onun uyanıkken olmasını gerektirir. Şayet görme kalple olsa idi ”kalbi sapmadı" derdi. Ancak buradaki gözden maksadın kalp gözü olduğunu söylemek mümkünse de, bunu diyebilmek için bir karinenin bulunması gerekir. O da mevcut değildir. (Ruhu’l Beyan)
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
Fiil cümlesidir. رَاٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنْ اٰيَاتِ car mecruru رَاٰى fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. مِنْ teb’ıziyyedir.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَبِّهِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْـكُبْرٰى kelimesi اٰيَاتِ ‘nin sıfatı olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat.
Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
مِنْ , ba’diyet ifade eden harftir. Car mecrur رَاٰى fiiline mütealliktir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde رَبِّ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Veciz anlatım kastıyla gelen اٰيَاتِ رَبِّهِ izafetinde ayetlerin Rab ismine izafesi, şeref ve itibarının yüksekliğini gösterir. Bu izafette, Hz. Peygamber’e ait zamirin Rabb ismine muzâfun ileyh olması Peygamberimize tazim, teşrif ve destek içindir.
الْـكُبْرٰى kelimesi اٰيَاتِ ‘nin sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
‘’Vallahi, kesinlikle görmüştü’’ anlamındadır. Semaya yükseltilip melekût aleminin hayret uyandırıcı yönleri kendisine gösterildiğinde “Rabbinin âyetlerinden” en büyüğünü ve en muazzamını görmüştü. (Keşşâf)
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى [Yemin olsun, gerçekten Rabbinin en büyük delillerinden gördü.] واللّه لقد رأى من آياته وعجائبه الملكية والملكوتية ليلة المعراج [yemin olsun ki, Miraç gecesinde onun büyük ayetlerinden, görünen ve görünmeyen acayip mülklerinden gördü. ] Gördüğü şeyden bunlar kast edilmiştir de denilmiştir. الْـكُبْرٰى 'nın اٰيَاتِ lafzının sıfatı olması da caizdir ki, o zaman mef'ûl hazf edilmiş olur yani شيئاً من آيات ربه demektir ya da مِنْ edatı zaittir. (Beyzâvî)
اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفَرَأَيْتُمُ | gördünüz mü? |
|
2 | اللَّاتَ | Lat |
|
3 | وَالْعُزَّىٰ | ve ’Uzza’yı |
|
Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).
19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).
Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52).
23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ
Hemze istifham harfidir. Atıf harfi فَ ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أعرفتم عظمة اللَّه وقدرته فرأيتم اللات ... (Allah’ın azametini ve kudretini idrak ettiniz de mi Latı gördünüz?) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. رَاَيْتُمُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمُ fail olarak mahallen merfûdur. اللَّاتَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْعُزّٰىۙ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri أعرفتم عظمة اللَّه وقدرته (Allah’ın azametini ve kudretini idrak ettinizde mi?) olan mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir.
Hemze, inkârî istifham harfidir. Cümle, istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, tahkir anlamı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اللَّاتَ ‘deki marifelik ahd içindir. (Âşûr)
Cenab-ı Allah, risalet müessesesini anlatınca, ilgili peygamberin ilk defa yapması gereken şeyi zikretmiştir. Bu da tevhidi (Allah'ın birliğini) savunup, insanları müşrik olmaktan alıkoymaya uğraşmaktır. Buna göre, Hak Teâlâ'nın, [Baksanıza! Ne dersiniz?] ifadesi, onların görüşlerini, bizzat görüşleriyle iptal etmeye bir işarettir. "Bunlar bu aciz halde iken, daha nasıl bunları Allah'a ortak koşabiliyorsunuz?" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
اللَّاتَ - الْعُزّٰىۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bunlar, müşriklere ait putlardı. Lât, Taif te ki Sakîf kabilesinin putu idi. Aslı ”Lüveyt" idi. Sakîfliler onun etrafında dönüp tavaf ettikleri için bu ismi almıştı. Bu put, bir insan şeklinde idi.
العزى kelimesi الاعز kelimesinin müennesidir. Gatafan kabilesinin putudur. O, Gatafanlıların taptığı, ağaçtır. Hazret-i Peygamber, onu kesmek için Halid b. Velid'i gönderdi. Halid: ”Ey Uzza! Seni tesbih etmiyorum, sana küfrediyorum. Allah seni alçalttı," diyerek parçaladı.(Ruhul Beyan)
Risalet anlatılıp Allah'ın kuvvet ve kudreti, ayetlerinin büyüklüğü ve tevhide işaret edildikten sonra, burada da müşriklere taptıkları tanrılarının hakaretleri ve inançlarının bozukluğu gösterilmektedir.
Buradaki hitap Kureyş topluluğunadır. (Elmalılı)
وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى
وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى
Ayet, atıf harfi وَ ‘la önceki ayete matuftur. الثَّالِثَةَ kelimesi مَنٰوةَ ‘nin sıfatı olup fetha ile mansubdur. الْاُخْرٰى ikinci sıfatı olup mukadder elif üzere fetha ile mansubdur. Maksur isimlerdendir.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat.
Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى
مَنٰوةَ , önceki ayetteki اللَّاتَ ’ye tezâyüf nedeniyle atfedilmiştir. ثَّالِثَةَ kelimesi مَنٰوةَ için birinci, الْاُخْرٰى ise ikinci sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Diğer lafzını Araplar “üçüncü" hakkında kullanmazlar. Onlar lafzı bu şekilde: "İkinci"nin sıfatı olarak kullanırlar. Bunu da dil otoriteleri farklı şekillerde izah etmişlerdir. el-Halit dedi ki: Böyle buyurması ayet sonlarına uyması içindir. el-Huseyn b. el-Fadl da şöyle demiştir: Ayet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Ayet şöyle gibidir: Haber verin Lat’tan ve diğerleri Uzza'dan, bir de üçüncüleri olan Menat'tan. Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın: Ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan diye buyurmasının sebebi şudur: Bu putun müşrikler nazarında tazim edilmesi sırası, Lat ile Uzza'dan sonra geliyordu. Buna göre ifade bu şekliyle anlama uygundur. Ayet-i kerimede ifadenin kendisine delalet ettiği bir hazf vardır. Yani sizler şu ilahlar hakkında ne dersiniz? Onların herhangi bir fayda sağladıkları ya da bir zarar verdikleri görülmüş müdür ki Allah'a ortaklıkları söz konusu olabilsin? (Fahreddin er-Râzî)
اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى
اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى
İsim cümlesidir. Hemze istifham harfidir. لَـكُمُ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الذَّكَرُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
لَهُ atıf harfi وَ ‘la لَـكُمُ ‘e matuftur. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْاُنْثٰى muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Hemze inkari istifham harfidir. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesinde, îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. لَـكُمُ mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الذَّكَرُ muahhar mübtedadır.
Aynı üsluptaki وَلَهُ الْاُنْثٰى cümlesi de وَ ile makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir. İstifhama dahildir.
İstifham üslubunda gelen isim cümlelerindeki takdim, tehekküm ve küçük görme makamında ihtimamla birlikte kasır içindir. (Âşûr)
Her iki cümle de istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen azarlama ve kınama amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَلَـكُمُ الذَّكَرُ cümlesi ile لَهُ الْاُنْثٰى cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الْاُنْثٰى - الذَّكَرُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Müşrikler, “Melekler ve bu putlar Allah’ın kızlarıdır.” diyerek onlara tapıyorlar; kendilerine Allah katında şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Oysa kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte onlara denildi ki Erkekler sizin, dişiler O’nun, öyle mi?! Şu da kastedilmiş olabilir: Lât, Uzza, Menât birer dişidir. Siz bunları Allah’a ortak kabul etmişsiniz. Oysa siz kızları hor görüp, kız çocuklarınızın olmasını ve adınızla birlikte anılmalarını istememek şeklinde bir tutum içindeydiniz. Öyleyse nasıl oluyor da kadın adı taşıyan bu putları Allah’a ortak koşuyor ve tanrı diye adlandırıyorsunuz!? (Keşşâf)
اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى [Erkek sizin de dişi onun mu?] ifadesi, melekler Allah'ın kızlarıdır, demelerine reddir. Bu putların içine cinler yerleşmişti, onlar da Allah'ın kızlarıdır ya da meleklerin heykelleridir, bu da اَفَرَاَيْتُمُ kavlinin ikinci mef'ûlüdür. (Beyzâvî)
Arapça'da isimler ya müzekker ya da müennes olur. Fakat müşrikler putlarına hep müennes isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddia edilen söz konusu putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre, putlar ilâhi kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler de Allah'ın kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp müennes isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. (Elmalılı)
تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى
تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى
İsim cümlesidir. İşaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِذاً cevap harfidir. قِسْمَةٌ haber olup lafzen merfûdur. ض۪يزٰى kelimesi قِسْمَةٌ ‘ün sıfatı olup mukadder damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat.
Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. İşaret ismi تِلْكَ mübteda, قِسْمَةٌ haberdir. اِذاً , cevap harfidir.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tahkir ifade etmiştir.
Onların verdikleri hükme işaret eden تِلْكَ ‘de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak, tahkir ve kınama içindir.
ض۪يزٰى kelimesi قِسْمَةٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayet, Arapların adetlerini inkar sadedindedir. Araplar kızlarını toprağa gömerken meleklerin ve putların Allah’ın kızları olduğu iddiasındaydılar. Bu iddianın, yani kızlar Allah’ın, erkekler onların şeklindeki paylaşımın ne kadar saçma olduğunu ifade ederken, buna delalet etmek üzere garip bir lafız seçilmiştir. Bu sebeple ayette mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Mürâât-ı nazîr, lâfızların kastedilen mana ile uyumudur. Bu durumda kelamda bulunan tüm lafızlar kastedilen manayla ve birbiriyle uyumludur. Şöyle ki; kelamda az kullanılan bir lafız varsa diğer lafızlar da az kullanılan cinsten seçilir, eğer çok kullanılan bir lafız varsa diğer lafızlar da çok kullanılan cinsten seçilir, yok eğer bunların arasında vasat seviyede bir lafız varsa diğerleri de onun gibi olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Bu, insafsız zalimce bir taksim! ض۪يزٰى ‘birinin hakkını yemek’ anlamındaki ضازه يضيزه kökünden alınmıştır; aslı ض۪وزٰى ’dır. (Keşşâf)
Bu kelam, o kâfirler için açık bir kınamadır. Zira onlar, kendileri için arzu etmedikleri şeyi Allah'a isnad ediyorlar ve tercih ettikleri şeyi de kendilerine bırakıyorlar. Bu da elbette ki, haksızca bir paylaşma olur. (Ebussuûd)
تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى [O zaman bu, insafsız bir taksimdir.] adil olmayan bir taksimdir. Çünkü kendi kabul etmediğiniz şeyi ona yamıyorsunuz. ض۪يزٰى kelimesi فعلى veznindedir, o da haksızlık etmektir, ancak ى 'nin hatırı için faul fiili meksûr kılınmıştır, tıpkı بيض fiiline yaptığı gibi. Çünkü فعلى kalıbı sıfat olarak gelmemiştir. İbn Kesîr hemze ile ضأزه babından getirmiştir ki haksızlık etmektir, masdardır, sıfat olarak kullanılmıştır. (Beyzâvî)
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | değildir |
|
2 | هِيَ | onlar |
|
3 | إِلَّا | başka bir şey |
|
4 | أَسْمَاءٌ | isimler(den) |
|
5 | سَمَّيْتُمُوهَا | isimlendirdiğiniz |
|
6 | أَنْتُمْ | sizin |
|
7 | وَابَاؤُكُمْ | ve babalarınızın |
|
8 | مَا |
|
|
9 | أَنْزَلَ | indirmemiştir |
|
10 | اللَّهُ | Allah |
|
11 | بِهَا | onlara |
|
12 | مِنْ | hiçbir |
|
13 | سُلْطَانٍ | güç |
|
14 | إِنْ | hayır |
|
15 | يَتَّبِعُونَ | onlar uyuyorlar |
|
16 | إِلَّا | ancak |
|
17 | الظَّنَّ | zanna |
|
18 | وَمَا | ve |
|
19 | تَهْوَى | hevesine |
|
20 | الْأَنْفُسُ | nefislerin |
|
21 | وَلَقَدْ | oysa |
|
22 | جَاءَهُمْ | kendilerine gelmiştir |
|
23 | مِنْ | tarafından |
|
24 | رَبِّهِمُ | Rableri |
|
25 | الْهُدَىٰ | yol gösterici |
|
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَّٓا hasr edatıdır. اَسْمَٓاءٌ haber olup lafzen merfûdur.
سَمَّيْتُمُوهَٓا cümlesi اَسْمَٓاءٌ ‘un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَمَّيْتُمُوهَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَٓا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir و harfi getirilir. سَمَّيْتُمُوهَٓا fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denilir.
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olup, سَمَّيْتُمُوهَٓا ‘daki faili tekid eder. اٰبَٓاؤُ۬كُمْ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ cümlesi اَسْمَٓاءٌ ‘un ikinci sıfatı olarak mahallen merfûdur.
مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. بِهَا car mecruru اَنْزَلَ fiiline mütealliktir.
مِنْ harf-i ceri zaiddir. سُلْطَانٍ lafzen mecrur, mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْزَلَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ
Fiil cümlesidir. اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَتَّبِعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. الظَّنَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. مَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَهْوَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. الْاَنْفُسُ fail olup lafzen merfûdur.
يَتَّبِعُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
Fiil cümlesidir. جَٓاءَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ رَبِّهِمُ car mecruru جَٓاءَهُمْ fiiline matuftur. Muttasıl zamir هِمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْهُدٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنْ nefy harfi ve اِلَّا istisna harfiyle oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır. هِيَ maksûr/mevsuf, اَسْمَٓاءٌ maksûrun aleyh/sıfattır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ cümlesi اَسْمَٓاءٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Munfasıl zamir اَنْتُمْ , fiilin failini tekid için gelmiştir. اٰبَٓاؤُ۬كُمْ , fiildeki faile matuftur.
مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ cümlesi اَسْمَٓاءٌ için ikinci sıfattır.
Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِهَا , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
اَنْزَلَ fiiline müteallik olan car mecrur بِهَا ‘daki zamirin takdiri بعبادتها (Onlara ibadet etmeniz için) olan muzâfı mahzuftur. Muzâfın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mef’ûl konumundaki مِنْ سُلْطَانٍۜ ‘deki tenvin kıllet ve nev içindir. Kelimeye dahil olan zaid harf مِنْ , tekid ifade ederek “hiçbir” anlamı katmıştır. Çünkü, menfi siyakta nekre umum ifade eder.
سَمَّيْتُمُوهَٓا - اَسْمَٓاءٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsimler, adlandırılmaz aksine, isimlerle adlandırılır. O halde Cenâb-ı Hak niçin, isimlendirdiğiniz isimler demiştir? Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
a) Lügavî olarak: Tesmiye, “isim koyma" demektir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, Bunlar ancak sizin vazettiğiniz (koyduğunuz) isimlerdir demek istemiştir. Böylece de, isimlendirdiğiniz ifâdesini, vazettiniz yerine kullanmıştır. Nitekim Arapçada, hem "Onu "Zeyd" diye isimlendirdim" denilir, hem de "onu Zeyd ismi ile isimlendirdim" denilir.
b) Mana açısından: Eğer Allahu Teâlâ, "Bunlar, kendileriyle adlandırdığınız isimlerdir" demiş olsaydı, o zaman burada, ifadesindeki بِ harf-i cerinin taalluk ettiği, isimden başka bir şey olmalıydı. Çünkü bir kimsenin, "Onunla (......) adlandırdım" şeklindeki sözü başka bir mef'ûlü de gerektirir. Bu durumda sen, "Oğlumu, kölemi veya bir başkasını "Zeyd" diye adlandırdım" dersin. Eğer ayette böyle söylenmiş olsaydı, o zaman isimlerin ötesinde, putlar için bir itibar ortaya çıkardı. Cenab-ı Hak, böyle buyurunca yani "Bunlar, gerçeklikleri (asılları) olmayan ve sizin verdiğiniz isimlerden ibaret olan şeylerdir" buyurunca, bu itibar verilmemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelam olan cümle, kasr üslubuyla tekid edilmiştir. اِنْ ve اِلَّا ’nın oluşturduğu kasr, fiille mef’ûlü arasındadır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَا müşterek ism-i mevsûlu الظَّنَّ ’ye matuf olup sılası olan تَهْوَى الْاَنْفُسُ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari sıygada gelen fiiller istimrar, hudûs ve teceddüt ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Önceki cümledeki اَنْتُمْ ’den sonra bu cümlede يَتَّبِعُونَ lafzı gelmiştir. İki cümle arasında muhataptan gaibe geçişte iltifat sanatı vardır.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ [Zanna tabi oluyorlar] ifadesinde istiare vardır. يَتَّبِعُونَ fiili aslında ‘izlemek, arkasından gitmek’ demektir. Burada zannın takip edilip izlenecek birine benzetilmesi, kâfirlerin yargılarındaki yanlışlığı mübalağa içindir.
وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve لَ mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Ayette ulûhiyet ve rubûbiyet ifade eden isimler bir arada zikredilmiştir. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rab olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 234)
مِنْ رَبِّهِمُ car mecrur جَٓاءَ fiiline mütealliktir. Cümlede takdim tehir sanatı vardır. Car mecrur önemine binaen fail olan الْهُدٰىۜ ’ya takdim edilmiştir.
رَبِّهِمُ izafeti muzâfun ileyhin tahkiri içindir.
الْهُدٰىۜ ’deki marifelik, kemal manasına işaret etmek içindir. Yani apaçık hidayet, açıklayıcı kılavuz anlamındadır. (Âşûr)
Bu kelam, onların zanna uymalarının bâtıl olduğunu tekîd etmekte ve hallerini, ziyadesiyle takbih etmektedir. Zira zanna ve nefsin arzularına uymak, kimden olursa olsun, çirkindir. Allah'ın, peygamberleri göndermek ve kitapları indirmek suretiyle hidayet yolunu gösterdiği kimselerden sâdır olması ise çok daha çirkindir. (Ebüssuûd)
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ
اَمْ munkatıadır. بل ve hemze manasındadır.Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini ta’yin ve tercih etmesini zorunlu kılar. Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır: Muttasıl اَمْ . Munkatı’ اَمْ (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلْاِنْسَانِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası تَمَنّٰىۘ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
تَمَنّٰىۘ fiili, elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. اَمْ munkatı’dır, yani بل ve hemze manasındadır. Buradaki hemze inkâr, بل ise intikal içindir.
Cümle, istifham üslubunda olmasına rağmen, vaz edildiği soru anlamından çıkarak inkar ve kınama anlamı kazandığı için mecâz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle, terkipte tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur لِلْاِنْسَانِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muahhar mübteda konumunda olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan تَمَنّٰىۘ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin mevsulle ifade edilmesi, sıladaki habere dikkat çekme amacına matuftur.
Maksat ilâhların şefaat umudunu kırmak ve şu sözlerini reddir: [Yemin olsun ki, eğer Rabbime döndürülürsem onun yanında daha iyisini bulurum.] (Fussilet: 50). [Ve "bu Kur'an iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?] (Zuhrûf:31) ve daha buna benzer temennilerini rettir. (Beyzâvî)
لِلْاِنْسَانِ ’deki marifelik cins içindir. (Âşûr)فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟
فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟
فَ ta’liliyyedir. İsim cümlesidir. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْاٰخِرَةُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْاُو۫لٰى۟ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟
فَ , ta’liliyyedir. Âşûr tefri’ için olduğu görüşündedir.
Sübut ve teceddüdî istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. لِلّٰهِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْاٰخِرَةُ , muahhar mübtedadır.
الْاُو۫لٰى۟ , mübtedaya matuftur. Cihet-i câmia tezattır.
Haberin takdimi tahsis ifade eder. Mübteda ve haber arasındaki kasr, izafîdir. “Dünya ve ahiret sadece ve sadece Allah’ındır, insana ait değildir.” manasındadır.
Car mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Yani insana ait değil, Allah’a ait demektir. (Âşûr)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
الْاٰخِرَةُ (ahiret) - الْاُو۫لٰى۟ ( dünya) kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Bu kelam, insafın, her umduğuna kesinlikle sahip olamayacağının illetidir. Zira ahiret ve dünya işlerinin tamamının Allah'a mahsus olması, herhangi bir şeyin insana ait olmamasını gerektirmektedir. (Ebüssuûd)وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَكَمْ | nicesi var ki |
|
2 | مِنْ | -den |
|
3 | مَلَكٍ | melek(ler)- |
|
4 | فِي |
|
|
5 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
6 | لَا |
|
|
7 | تُغْنِي | işe yaramaz |
|
8 | شَفَاعَتُهُمْ | onların şefa’ati |
|
9 | شَيْئًا | hiçbir |
|
10 | إِلَّا | dışında |
|
11 | مِنْ |
|
|
12 | بَعْدِ | sonrası |
|
13 | أَنْ |
|
|
14 | يَأْذَنَ | izin vermesinden |
|
15 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
16 | لِمَنْ | kimseye |
|
17 | يَشَاءُ | dilediği |
|
18 | وَيَرْضَىٰ | ve razı olduğu |
|
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
وَ istînâfiyyedir. كَمْ haberiyye olup mübteda olarak mahallen merfûdur.
كَمْ ‘i haberiyye: Herhangi bir kavramın çok miktarda olduğunu belirtmek için kullanılan كَمْ ’dir. ‘Nice, ne, ne kadar çok’ gibi anlamlara gelir. Çokluktan kinaye için kullanılır.
كَمْ ’i haberiyyenin temyizi iki şekilde gelebilir:
1. Müfred mecrur veya cemi mecrur olarak gelir.
2. مِنْ harf-i ceri ile müfred mecrur veya cemi mecrur gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ harf-i ceri zaiddir. مَلَكٍ lafzen mecrur, mahallen mansub كَمْ ‘in temyizidir. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru مَلَكٍ ‘ün mahzuf sıfatına mütealliktir. لَا تُغْن۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُغْن۪ي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. شَفَاعَتُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
شَيْـٔاً masdardan naib mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur. اِلَّا istisna edatıdır. مِنْ بَعْدِ car mecruru müstesna olan mahzuf sıfata mütealliktir. اَنْ ve masdar-ı müevvel muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın üç unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir.
يَأْذَنَ mansub muzari fiildir. اللّٰهُ fail olup lafzen merfûdur.
مَنْ müşterek ism-i mevsûl لِ harf-i ceriyle يَأْذَنَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ damme ile merfû muzari fiildir.Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. يَرْضٰى atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
تُغْن۪ي fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi غني ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Müsnedün ileyh olan soru ismi كَمْ , haberiyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَمْ ’in temyizi olan مَلَكٍ , lafzen mecrur, mahallen mansubdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru, مَلَكٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Kelimenin nekreliği, kesret ve tazim ifade eder.
Müsned olan لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى cümlesi, muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle, kasrla tekid edilmiştir.
Haberin hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eden muzari fiil sıygasında gelmesi, cümlenin hükmünü takviye etmiştir. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Nefy harfi لَا ve istisna harfi اِلَّا ile oluşan kasr, fiil ve car-mecrur arasındadır. شَفَاعَتُهُمْ mevsuf/maksûr, مِنْ بَعْدِ sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat
شَيْـٔاً , mef’ûldür veya mef’ûlu mutllaktan naibdir. Kelimedeki tenvin kıllet ve nev içindir.
Ayetteki beyanî üsluptan umum anlaşılmaktadır. شَيْـٔاً ibaresi, nefy siyakında nekre olarak gelmiştir. Bilindiği gibi, olumsuz siyakta gelen nekre ve umum ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Vakafât, S. 78)
مِنْ بَعْدِ car mecruru تُغْن۪ي fiiline mütealliktir.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَأْذَنَ cümlesi, مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi olan يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim ve mehabet içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَنْ , cer harfi لِ ile birlikte يَأْذَنَ fiiline mütealliktir. Sılası olan يَشَٓاءُ cümlesi, müspet muzari fiil olarak gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlu bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üslupta gelen وَيَرْضٰى cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle mevsûlün sılası olan يَشَٓاءُ ’ya atfedilmiştir.
يَشَٓاءُ - شَيْـٔاً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu kelam, onların, meleklerin şefaatine bağladıkları umutlarını tamamen kesmektedir. Bu ise, putların şefaatine bağladıkları umutlarının kesilmesini evleviyetle mucip olmaktadır. (Ebüssuûd)
كم kelimesi, miktar hakkında kullanılan bir edattır. Bu, o miktarın açıklamasını sormak, istemek için olur; böylece de, bu manadaki كم edatı istifhamiyye olur. Nitekim sen, "Uzunluğu kaç kulaç?" "Sana kaç adam geldi?" dersin ki, bu, "gelenlerin sayısı ne kadardır?" demek olup, böylece, miktarın açıklanmasını istemiş olursun. O halde durumların açıklanması için kullanılan,كيف ; fertlerin açıklanması için kullanılan (أي hangisi) ve hakikatlerin açıklanmasını istemek için kullanılan (ما ne) gibidir. Ya da, bu miktarların kısaca, icmâlen açıklanması için kullanılır. Bu durumda da كم haberiyye olur. Nitekim sen, كم رجل أكرمني [Bana nice adamlar ikram etti.] dersin. Yâni, كثير منهم أكرموني [Onlardan pek çoğu bana ikram ettiler.] demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Allah Teâlâ bu ayet-i kerime ile, puta tapanlar ve "Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." diyen müşrikleri kınamaktadır. Kendisine çok yakın olan meleklerin dahi, izni olmadan şefaatçi olamayacaklarını, bu itibarla ona ortak koşulan putların, kendilerine tapanlara herhangi bir fayda sağlayamayacaklarını beyan etmektedir. (Taberî)
Bakmakla görmek aynı değildir. Aynı yere bakan insanların ne gördüğü sorulduğu zaman kimisi farklı detayları anlatır. Kimisi ise daldığını bir şey hatırlamadığını ifade eder. Hakikat karşısında dünyalıklara ya da batıllara dalanların hali de böyledir. Karşısında duran hakikatin bulunduğu noktaya doğru bakar ama görmez.
Bilmekle idrak etmek ya da bilmekle uygulamak aynı değildir. Kur’an-ı Kerim’in bir kitap olduğunu herkes kabul eder ama nasıl bir kitap olduğunu herkesin kalbi kavramaz. Dolayısı ile de iman etmez. Bazısı vardır, onu okuduğunu da söyler ama hayatına ve kendisine bakarsın, okuduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Yani Kur’an-ı Kerim hayatına yansımamıştır.
Ey alemlerin Rabbi olan Allahım! Biz, Kur’an-ı Kerim’in kelamullah ve hz. Muhammed (sav)’in Rasulullah oluşuna iman edenlerdeniz. Yolunda; ayaklarımızı ve kalplerimizi sağlam kıl. Şirke düşenlere ve yolundan sapanlara benzemekten ve onların şerlerinden Sana sığınırız. Bizi, hakikate baktığında görenlerden ve bildiğinde idrak edenlerden eyle. Hakkı batıldan ayıranlardan ve hakikatin peşinden gidenlerden eyle. Bildiği doğrularla amel edenlerden ve rızan için elinden geleni yapanlardan eyle.
Amin.
***
Allah Sunhanehu ve Teâlâ’nın kitabı nice ince ifadelerle doludur. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin gölgesini, insan, hayatının her döneminde hissedebilir. Bu tür anların çoğalması için de onunla yakın bir ilişki kurmak zorundadır.
Necm Suresinin 11. ayetindeki: “Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı.” ifadesi oldukça etkileyicidir. Görmek ve inanmak arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Kişinin gördüklerini doğru şekilde algılaması için kalbinin hali de belli bir seviyede olmalıdır.
Kimi kullar vardır, kalplerindeki iman nurunun getirdiği aydınlıkla beraber yaratılan her varlıkta hakikati görür ve Allah’ı hatırlarlar. Kimileri ise vardır, kalplerindeki karanlıkla gözleri de örtülüdür. Öyle ki hemen önüne konan basit bir gerçeği bile anlamaktan acizdirler.
Akıl ve beden sağlığını korumak her zaman konuşulan konulardan biridir. Zira bu haliyle insan, sanki ölüme meydan okuyordur. Ancak maneviyatı yani kalp aleminin sağlığını korumak öne çekilmesi gerekirken, devamlı arka plana itilmektedir. Zira, o da ölümü hatırlatmaktadır.
Allah’a olan imanını ve muhabbetini taşıyan kalbini, Allah’a itaat ederek özenle koruyan kişinin -tabiri caizse- algısı açılır. Hakikat ile nerede karşılaşırsa karşılaşsın kalbi onu yalanlamaz ve kişiyi doğruya yöneltir. Karar aşamasında da doğruyu hatırlatır.
Ey Allahım! Aklımızı ve bedenimizi korumak için gösterdiğimiz özenden çok daha fazlasını kalbimizin halini korumak için gösterenlerden eyle. Küfrün, nifakın, hasedin, günahın veya dünyalık hırsların getirdiği karanlıklara düşmekten ve manevi bir körlüğe kapılmaktan muhafaza buyur. Bizi hakiki manada görenlerden eyle. Hakk ile batılı ayırt edenlerden ve daima bizi Senin rızana ulaştıracak hakikati seçenlerden eyle. Bizi iki cihanda da kurtuluşa eren ve Sana kavuşan kulların arasına kat.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji