وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
Firavun, Hz. Mûsâ’nın tebliğinde gerçeği söylediği ve sağlam kanıtlara dayandığı şeklindeki açıklamalarını yeterli bulmayıp kendisinden doğruluğunu kanıtlayacak bir mûcize göstermesini isteyince Hz. Mûsâ iki mûcize sergiledi: Asânın bir anda yılana dönüşmesi ve –esmer tenli olduğu halde– elini cebinden çıkarınca renginin, olayı takip edenlerin gözleri önünde ve onları hayrete düşürecek şekilde bembeyaz hale gelmesi. Aynı mûcizeler Tevrat’ta da zikredilmektedir (Çıkış, 4/2-8).
Her ne kadar bu mûcizeleri bildiren âyetler, kelâm âlimlerince “mülhidler” diye nitelenen bir grup tarafından çeşitli şekillerde (meselâ elin beyazlanması mûcizesi, Mûsâ’nın güçlü ve açık seçik kanıtlar göstermesi tarzında) te’vil edilerek mûcizenin inkârı yoluna gidilmişse de, Sünnî müfessirler bu tür te’villeri, konuyla ilgili mütevâtir bilgilerin kabul edilmemesi ve peygamberin yalanlanması anlamına geldiğini savunarak reddetmişlerdir (bk. Râzî, XIV, 196).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 566
نزع Nezea : نَزَعَ الشَّيْئُ Bir nesneyi yerinden çıkarmak demektir. Örneğin kalpten sevgiyi ya da düşmanlığı çekip çıkarmak için kullanılır. Bu kavram onur, şeref ve itibar kaybetme manasında da kullanılmıştır. Münâzaa ve tenâzu’ ise karşılıklı olarak çekişmek, mücadele etmek ve tartışmak hakkında kullanılır. نُزُوعٌ sözcüğü şiddetli arzu, istek ve özlemdir. Yüce Allah’ın Nâziat suresinin ilk ayetinde zikrettiği النَّازِعاتِ kavramından maksadın ruhları bedenlerinden çekip çıkaran melekler olduğu ifade edilmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 20 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri nizâve münâzaadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَزَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
يَدَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ, sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. اِذَا mufacee harfidir. اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında müfacee harfi olur.
Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. بَيْضَٓاءُ haber olup lafzen merfûdur.
لِلنَّاظِر۪ينَ۟ car mecruru بَيْضَٓاءُ’ye müteallıktır. اَلنَّاظِر۪ينَ۟’nin cer alameti ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
اَلنَّاظِر۪ينَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan نظر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
وَ atıf harfidir. Ayet, önceki ayetteki فَاَلْقٰى عَصَاهُ cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Makabline takip anlamı ihtiva eden فَ ile atfedilen isim cümlesi اِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Ayetteki وَنَزَعَ يَدَهُ “Elini çıkardı.” cümlesinde geçen نَزَعَ kelimesi, Arapçada bir şeyi yerinden çıkarmak demektir. Şu halde “elini çıkardı” ifadesi, “elini cebinden veya koynundan çıkardı” manasında olur. Bunun böyle olmasının delili “elini koynuna sok…” (Neml Suresi, 12) ve “Bir de elini koynuna sok da o ayıpsız ve bembeyaz bir halde çıkıversin…” (Tâ-Hâ Suresi, 22) ayetleridir. (Fahreddin er-Râzî)
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları olur.
عجيبة ,لِلنَّاظِر۪ينَ۟ manasını taşıyan بَيْضَٓاءُ ’ya müteallıktır. (Mahmud Sâfî)
Bu beyazlığın sedef hastalığı gibi birşey değil, parlaklık ve değişik bir beyazlık olduğu söylenmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın, فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ “ne görsünler, o da bakanlara ışık saçan pırıl pırıl bir el…” beyanına gelince İbni Abbas, bu elin gökle yer arasını aydınlatacak bir parlaklığa sahip olduğunu söylemiştir. Bil ki beyazlık bir kusur gibi olunca Cenab-ı Hakk, bu ayetin dışındaki yerlerde, onun bir kusur olmadığını beyan etmiştir.
Buna göre şayet “Cenab-ı Hakk’ın, لِلنَّاظِر۪ينَ۟ ifadesindeki لِ harf-i ceri neye taalluk etmiştir?” denilirse biz deriz ki: Bu, بَيْضَٓاءُ kelimesine taalluk eder. Buna göre ayet-i kerimenin manası, “Bir de ne görsünler, o, bakan kimseler için pırıl pırıl bir şeyi” şeklinde olur. Bu beyazlık, pek tuhaf şeyleri görmek için toplananlar gibi halkın etrafına toplandığı, olağan dışı bir beyazlık ve parlaklık olmadıkça “toplanıp bakanlar için parlak” sayılmaz.(Fahreddin er-Râzî)
Hz. Musa’nın delili kuvvetli idi, apaçık idi ve kesin idi. Dolayısıyla o hüccet, muhaliflerin görüşlerini iptal etmiş ve onların yanlış olduğunu ortaya koymuş olması bakımından, âdeta haktan sapmış kimselerin delillerini yutan bir ejderha gibi olmuş olur. O hüccet, haddizatında çok açık ve net olduğu için de “yed-i beyzâ” diye vasıflanmıştır. Bu tıpkı örfte, “tam bir kuvveti ve apaçık bir derecesi vardır” manasında olmak üzere “falan kimsenin falanca ilimde yed-i beyzâsı vardır” denilmesi gibidir. (Fahreddin er-Râzî)