بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | حَقِيقٌ | borçtur |
|
2 | عَلَىٰ | benim üzerime |
|
3 | أَنْ | ki |
|
4 | لَا | asla |
|
5 | أَقُولَ | söylememem |
|
6 | عَلَى | karşı |
|
7 | اللَّهِ | Allah’a |
|
8 | إِلَّا | başkasını |
|
9 | الْحَقَّ | gerçekten |
|
10 | قَدْ | andolsun |
|
11 | جِئْتُكُمْ | size getirdim |
|
12 | بِبَيِّنَةٍ | açık bir delil |
|
13 | مِنْ | -den |
|
14 | رَبِّكُمْ | Rabbiniz- |
|
15 | فَأَرْسِلْ | artık gönder |
|
16 | مَعِيَ | benimle |
|
17 | بَنِي | oğullarını |
|
18 | إِسْرَائِيلَ | İsrail |
|
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ
حَق۪يقٌ kelimesi önceki ayetteki اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur. Veya önceki ayetteki رَسُولٌ kelimesinin sıfatı olup lafzen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, عَلٰٓى harf-i ceriyle birlikte حَق۪يقٌ’e müteallıktır.
لَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَقُولَ mansub muzari fiildir. Fail ise müstetir zamir انا ’dir.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru اَقُولَ fiiline müteallıktır. اِلَّا hasr edatıdır. الْحَقَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جِئْتُكُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بِبَيِّنَةٍ car mecruru جِئْتُكُمْ fiiline müteallıktır. مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru بِبَيِّنَةٍ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, ان كنت بقولي مؤمنا فأرسل (Benim sözüme inanıyorsan gönder.) şeklindedir.
اَرْسِلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir. مَعِيَ mekân zarfı اَرْسِلْ fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَن۪ٓي mef’ûlun bih olup cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için nasb alameti ى ’dir. اِسْرَٓاء۪يلَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرْسِلْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ
Önceki ayetin devamı olan cümlede اِنَّ ,حَق۪يقٌ ’nin ikinci haberidir. Mecrur mahaldeki masdar harfi اَنْ ve müteakip müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelam olan لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ cümlesi, masdar teviliyle حَق۪يقٌ ’a müteallıktır.
حَق۪يقٌ kelimesi حريص anlamında kullanılmıştır. (Mahmud Sâfi, Keşşâf) Böylece tazmin olmuştur.
Nehiy harfi ve istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiille mef’ûlü arasındadır. اَقُولَ /sıfat, الْحَقَّ /mevsuftur.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vâki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
حَق۪يقٌ - الْحَقَّ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette َحَق۪يقٌ kelimesi Allah hakkında doğruyu söylemeyi ve bu konuda son derece istekli olmayı tazammun etmektedir. (Celalettin Divlekci, Ali B. İsa Er-Rummânî’nin İcâz Anlayışı)
İlk gelen عَلَى harf-i ceri mecazî istila anlamında istiare olarak gelmiştir. (Âşûr)
عَلٰٓى harf-i ceri hakkında bazı kıraat alimlerinin izahları şöyledir:
a) Araplar بَا harf-i cerini عَلٰٓى yerinde kullanarak, aynı anlamda رَمَيْتُ عَلَى القَوْسِ veya بِلقَوْسِ (yay ile attım) ve جِئْتُ عَلَى حَالٍ حَسَنَةٍ veya بِحَالٍ حَسَنَةٍ (güzel bir hal ile geldim) derler. Ahfeş şöyle demiştir: “Bu, tıpkı وَلَاتَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَطٍ ‘Her yola oturmayın.’ (Araf Suresi, 86) ayetinde olduğu gibidir. Nasıl bu ayette ب edatı عَلٰٓى yerine kullanılmış ise aynı şekilde عَلٰٓى edatı da (tefsir ettiğimiz) ayette ب edatı yerine kullanılmıştır.” Bu izahı, Abdullah b. Mesud’un (r.a.) kıraatı da tekid etmektedir.
b) Hak, sabit ve devamlı olandır. “Hakik” de bu kelimenin mübalağasıdır (tekidlisidir). Buna göre ayetin manası, “Ben, haktan başka hiçbir şey söylememe üzere sabit ve devamlıyım.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)
Cümle, اِنَّ ’nin ikinci haberidir. قَدْ ile tekid edilmiş mazi fiil cümlesi faide-i haber talebî kelamdır.
بِبَيِّنَةٍ ’deki tenvin, tazim ifade eder.
Bu ayette geçen بِبَيِّنَةٍ, açık ve kesin olan mucize demektir. (Fahreddin er-Râzî)
قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ açıklanmaya ihtiyaç duyulan, garip bir soruyu akla getirdiği için istînâfî beyaniye cümlesidir. Makam da inkâr makamıdır. (Âşûr)
رَبِّكُمْ izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir. Ayrıca mütekellimin, Allah Teâlâ’nın rububiyet vasfına sığınma isteğine işarettir.
Geldi manasındaki جاء fiili, بِ harfiyle kullanıldığında getirdi manası kazanır. Bu tazmin sanatıdır.
رَبِّ - اللّٰهِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin son cümlesinde فَ, takdiri ان كنت بقولي مؤمنا [Eğer benim sözüme inananlarsanız...] olan mahzuf şartın cevabına gelen rabıtadır. Cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mahzufla birlikte şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. فَاَرْسِلْ - جِئْتُكُمْ بِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Firavun, Hz. Mûsâ’nın tebliğinde gerçeği söylediği ve sağlam kanıtlara dayandığı şeklindeki açıklamalarını yeterli bulmayıp kendisinden doğruluğunu kanıtlayacak bir mûcize göstermesini isteyince Hz. Mûsâ iki mûcize sergiledi: Asânın bir anda yılana dönüşmesi ve –esmer tenli olduğu halde– elini cebinden çıkarınca renginin, olayı takip edenlerin gözleri önünde ve onları hayrete düşürecek şekilde bembeyaz hale gelmesi. Aynı mûcizeler Tevrat’ta da zikredilmektedir (Çıkış, 4/2-8).
Her ne kadar bu mûcizeleri bildiren âyetler, kelâm âlimlerince “mülhidler” diye nitelenen bir grup tarafından çeşitli şekillerde (meselâ elin beyazlanması mûcizesi, Mûsâ’nın güçlü ve açık seçik kanıtlar göstermesi tarzında) te’vil edilerek mûcizenin inkârı yoluna gidilmişse de, Sünnî müfessirler bu tür te’villeri, konuyla ilgili mütevâtir bilgilerin kabul edilmemesi ve peygamberin yalanlanması anlamına geldiğini savunarak reddetmişlerdir (bk. Râzî, XIV, 196).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 566
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Mekulü’l-kavli, اِنْ كُنْتَ جِئْتَ’dır. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تَ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
جِئْتَ fiili كَانَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. جِئْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. أْتِ illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت ’dir.
بِهَٓا car mecruru جِئْتَ fiiline müteallıktır.
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تَ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
مِنَ الصَّادِق۪ينَ car mecruru كُنْتَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Cer alameti ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الصَّادِق۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerred olan صدق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri, فأت بها şeklindedir.
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا
Fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli ise şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَأْتِ بِهَٓا, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Geldi manasındaki جاء fiili, بِ harfiyle kullanıldığında getirdi manası kazanır. Bu tazmin sanatıdır.
بِبَيِّنَةٍ ’deki tenvin, tazim ifade eder.
فَأْتِ - جِئْتَ بِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
“O Firavun, ‘Eğer sen bir ayet (mucize) getirdiysen…’ dedikten sonra niçin ‘Göster onu!’ demiştir?” Bunun manası, “İddianın doğru olması ve doğruluğunun kesinlik kazanması için eğer sen, seni gönderen katından bir ayet, bir belge getirdiysen onu getir bana göster.” şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Ayetin fasılası öncesini tekid için gelmiş istînâfiyyedir. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi كاِن ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şartın cevabı mahzuftur. Cümlenin öncesinin delaletiyle yapılan bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesinin takdiri, فأت بها [Onu bize getir.] şeklindedir.
اِنْ - كُنْتَ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Bu ayet Firavun’un bir meydan okumasıdır.
اِنْ şart harfi bu fiilin vuku bulma ihtimalinin zayıf olduğunu ifade eder. Yani ona göre Musa’nın (a.s.) doğru söylüyor olma ihtimali zayıftır.
Musa’nın tebliğine karşı Firavun’un bu sözleri, usulünce yapılmış bir talep demektir. Bunda henüz bir haksızlık yoktur. Ancak “eğer, eğer” diyerek şart edatlarını sık sık tekrar etmesinde bir nezaketsizlik ve bir telaş eseri söz konusudur. (Elmalılı)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme.” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
فَ atıf harfidir. Ayet, önceki ayetteki قَالَ cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Makabline takip anlamı ihtiva eden فَ ile atfedilen isim cümlesi فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman, “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları olur.
Kur’an’da yılan için farklı kelimeler kullanılmıştır. جآن ,ثُعْبَانٌ ,حيَّ gibi. Bunun sebebi vurgulanmak istenen mananın farklı olmasıdır.
مُب۪ينٌۚ sıfatı hakiki bir ejderha olduğuna işaret eder. Sıfat, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. فَ : Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلْقٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
عَصَاهُ mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ, sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. اِذَا mufacee harfidir. اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında mufacee harfi olur.
Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ثُعْبَانٌ haber olup lafzen merfûdur. مُب۪ينٌ kelimesi ثُعْبَانٌ kelimesinin sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ve mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik-nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar:
Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada sıfat müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُب۪ينٌ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلْقٰى fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi لقي ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
فَ atıf harfidir. Ayet, önceki ayetteki قَالَ cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Makabline takip anlamı ihtiva eden فَ ile atfedilen isim cümlesi فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman, “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları olur.
Kur’an’da yılan için farklı kelimeler kullanılmıştır. جآن ,ثُعْبَانٌ ,حيَّ gibi. Bunun sebebi vurgulanmak istenen mananın farklı olmasıdır.
مُب۪ينٌۚ sıfatı hakiki bir ejderha olduğuna işaret eder. Sıfat, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
نزع Nezea : نَزَعَ الشَّيْئُ Bir nesneyi yerinden çıkarmak demektir. Örneğin kalpten sevgiyi ya da düşmanlığı çekip çıkarmak için kullanılır. Bu kavram onur, şeref ve itibar kaybetme manasında da kullanılmıştır. Münâzaa ve tenâzu’ ise karşılıklı olarak çekişmek, mücadele etmek ve tartışmak hakkında kullanılır. نُزُوعٌ sözcüğü şiddetli arzu, istek ve özlemdir. Yüce Allah’ın Nâziat suresinin ilk ayetinde zikrettiği النَّازِعاتِ kavramından maksadın ruhları bedenlerinden çekip çıkaran melekler olduğu ifade edilmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 20 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri nizâve münâzaadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَزَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
يَدَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ, sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. اِذَا mufacee harfidir. اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında müfacee harfi olur.
Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. بَيْضَٓاءُ haber olup lafzen merfûdur.
لِلنَّاظِر۪ينَ۟ car mecruru بَيْضَٓاءُ’ye müteallıktır. اَلنَّاظِر۪ينَ۟’nin cer alameti ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
اَلنَّاظِر۪ينَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan نظر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
وَ atıf harfidir. Ayet, önceki ayetteki فَاَلْقٰى عَصَاهُ cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Makabline takip anlamı ihtiva eden فَ ile atfedilen isim cümlesi اِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Ayetteki وَنَزَعَ يَدَهُ “Elini çıkardı.” cümlesinde geçen نَزَعَ kelimesi, Arapçada bir şeyi yerinden çıkarmak demektir. Şu halde “elini çıkardı” ifadesi, “elini cebinden veya koynundan çıkardı” manasında olur. Bunun böyle olmasının delili “elini koynuna sok…” (Neml Suresi, 12) ve “Bir de elini koynuna sok da o ayıpsız ve bembeyaz bir halde çıkıversin…” (Tâ-Hâ Suresi, 22) ayetleridir. (Fahreddin er-Râzî)
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları olur.
عجيبة ,لِلنَّاظِر۪ينَ۟ manasını taşıyan بَيْضَٓاءُ ’ya müteallıktır. (Mahmud Sâfî)
Bu beyazlığın sedef hastalığı gibi birşey değil, parlaklık ve değişik bir beyazlık olduğu söylenmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın, فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ “ne görsünler, o da bakanlara ışık saçan pırıl pırıl bir el…” beyanına gelince İbni Abbas, bu elin gökle yer arasını aydınlatacak bir parlaklığa sahip olduğunu söylemiştir. Bil ki beyazlık bir kusur gibi olunca Cenab-ı Hakk, bu ayetin dışındaki yerlerde, onun bir kusur olmadığını beyan etmiştir.
Buna göre şayet “Cenab-ı Hakk’ın, لِلنَّاظِر۪ينَ۟ ifadesindeki لِ harf-i ceri neye taalluk etmiştir?” denilirse biz deriz ki: Bu, بَيْضَٓاءُ kelimesine taalluk eder. Buna göre ayet-i kerimenin manası, “Bir de ne görsünler, o, bakan kimseler için pırıl pırıl bir şeyi” şeklinde olur. Bu beyazlık, pek tuhaf şeyleri görmek için toplananlar gibi halkın etrafına toplandığı, olağan dışı bir beyazlık ve parlaklık olmadıkça “toplanıp bakanlar için parlak” sayılmaz.(Fahreddin er-Râzî)
Hz. Musa’nın delili kuvvetli idi, apaçık idi ve kesin idi. Dolayısıyla o hüccet, muhaliflerin görüşlerini iptal etmiş ve onların yanlış olduğunu ortaya koymuş olması bakımından, âdeta haktan sapmış kimselerin delillerini yutan bir ejderha gibi olmuş olur. O hüccet, haddizatında çok açık ve net olduğu için de “yed-i beyzâ” diye vasıflanmıştır. Bu tıpkı örfte, “tam bir kuvveti ve apaçık bir derecesi vardır” manasında olmak üzere “falan kimsenin falanca ilimde yed-i beyzâsı vardır” denilmesi gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
Firavun’un erkânı, Hz. Mûsâ’nın belirtilen iki mûcizesini görünce, bunları ancak çok bilgili ve usta bir sihirbazın yapabileceğini söyleyip onun gerçekte Firavun ve çevresindekileri Mısır’dan çıkararak hâkimiyeti ele geçirme planı içinde olduğunu ileri sürdüler. Şuarâ sûresinde (26/34-35) bu fikirler doğrudan doğruya Firavun’a isnat edilir. Şu halde, çevresindekiler gibi Firavun da Mûsâ hakkında aynı asılsız kanaate sahipti. Zemahşerî’ye göre bu kanaate önce Firavun varmış, bunu adamlarına anlatmış, daha sonra onlar da aynı kaygıyı Firavun’un veya halkın huzurunda tekrar etmiş olabilirler (II, 139). Âyetlerin üslûbundan anlaşıldığına göre gerek Firavun gerekse danışmanları, Mûsâ’nın ortaya çıkışını hayli ciddiye almışlardı. Muhtemelen onlar, Mûsâ’da, sıradan bir yabancı olmasının ötesinde, Mısır’da Hz. Yûsuf döneminden sonra itibar kaybedip parya durumuna düşürülen İsrâiloğulları’na kendisini kabul ettirecek, onları bilinçlendirerek Firavun idaresinin siyasetine karşı harekete geçirecek bir kabiliyet sezmişlerdi; hatta Hz. Mûsâ’nın hükümdar sarayında yetiştiğini öğrenmiş ve bu sayede bir liderlik vasfı kazandığını da düşünmüşlerdi. Buna rağmen yine de başlangıçta onu öldürmeyi düşünmemeleri ilgi çekicidir. Müfessirler genellikle bunu, Mûsâ’nın sihirbazlar karşısındaki başarısından korkmalarına bağlarlar (ayrıca bk. 127. âyetin tefsiri).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 566-567
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْمَلَأُ fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ قَوْمِ car mecruru الْمَلَأُ’nun mahzuf haline müteallıktır. فِرْعَوْنَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mekulü’l-kavli, اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
هٰذَا işaret ismi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. سَاحِرٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
عَل۪يمٌ kelimesi ise سَاحِرٌ’un sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan SIfatlar:
Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada عَل۪يمٌ kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاحِرٌ kelimesi sülâsî mücerred olan سحر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemal-i ittisaldır.
Cümle mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidâi kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümleleri zamandan bağımsız sübut ifade ederler.
Tekid lamı diye isimlendirilen bu lamın kullanımı oldukça yaygındır. Fethalı olarak kullanılan bu lâm, sadece ismin ve muzari fiilin başına dahil olur. İsim cümlesinin başına اِنَّ edatı gelince cümlenin başında gelmesi gereken lam-ı ibtida, اِنَّ’nin haberinin başına kayar. Bundan dolayı lam-ı muzahlaka olarak da adlandırılır. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, mütekellimin, işaret edilene verdiği önemi ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
عَل۪يمٌۙ, istimrar ifade eden ism-i fail kalıbındaki müsnedin sıfatıdır.
Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Sıfat olarak kullanılan ism-i fail, isimleşse de zaman özelliğini kaybetmez. Mesela, المدرس kelimesi ders veren anlamında bir sıfat fiildir. Bu kelime hoca anlamında kullanılsa da hocaya hoca adı ders vermesinden dolayı verildiğinden,
sıfat fiil ve zaman özelliği devam eder ve muzari fiil anlamında kullanılır.
İsm-i fail âdet/örf, hikmet ve ilmî kurallar gibi konularda kullanıldığında, zaman özelliği taşımaz. (Yrd. Doç. Dr. M. Akif Özdoğan, KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007), s. 55 - 90, Arapçada İsm-i Fail ve İşlevleri)
الْمَلَأُ ; göz dolduran kişiler, dalkavuklar demektir. Ayrıca ُالْمَلَأُ eşraf ve yöneticiler demektir. Bunun, beraberinde kadınların olmadığı erkekler anlamında olduğu da söylenmiştir. (Ebüssuûd)
Önde gelenlerin problemi; hiç düşünmeden, aceleyle hareket etmektir. Burada düşünmeden söyledikleri sözü اِنَّ ve لَ ile tekit ederek ve isim cümlesiyle söylemişlerdir.
Onlar Firavun’un sözünü tasdik ve izah için bunu söylemişlerdi. Çünkü Şuara Suresi’nde bu söz aynen Firavun’a nispet edilir.(Ebüssuûd)
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ
Fiil cümlesidir. يُر۪يدُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. يُخْرِجَكُمْ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مِنْ اَرْضِكُمْ car mecruru يُخْرِجَكُمْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُر۪يدُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi رود ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
Cümle mahzuf bir قول kelimesinin mekulü’l-kavli olup mahallen mansubtur.
فَ istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. مَاذَا istifham ismi mübteda olarak mahallen merfûdur.
ذَا ism-i mevsûl olup haber olarak mahallen merfûdur. Ya da her ikisi birlikte istifham ismi olarak mübtedadır.
İsm-i mevsulun sılası تَأْمُرُونَ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
تَأْمُرُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ
Ayet, önceki ayetteki اِنَّ ’nin ikinci haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki muzari fiil cümlesi يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ, masdar tevilindedir. Masdar-ı müevvel يُر۪يدُ fiilinin mef’ûlü konumundadır.
فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
فَ atıf veya istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnad فَمَاذَا تَأْمُرُونَ cümlesi, mahzuf sözün, mekulü’l-kavlidir. Mekulü’l-kavlin amilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil cümlenin müsnedün ileyhi soru ismiyle gelmiştir.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
”Sizi memleketinizden çıkarmak istiyor.” şeklindeki sözleri suizandır. Bu soru hakiki sorudur.
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
Başk âyetlerde bildirildiğine göre Firavun’un sarayına Mûsâ ile birlikte –ondan üç yaş büyük olan– kardeşi Hârûn da gitmişti (bk. Yûnus 10/75; Tâhâ 20/42-43). Firavun’un danışmanları, Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğu kanıtlanırsa, halkının gözünde itibar kazanmasının önlenebileceğini ve böylece bu meselenin halledilebileceğini düşündükleri için Firavun’a, Mûsâ’yı Hârûn’la birlikte bir süre bekletmesini, kendi usta sihirbazlarını toplayarak onların mârifetiyle Mûsâ’nın bir şarlatandan başka bir şey olmadığını halka kanıtlamasını tavsiye ettiler.
Bu âyetler, o dönemde sihrin yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık bulunduğunu göstermektedir. Kelâm bilginleri, çeşitli devirlerdeki peygamberlerin gösterdikleri mûcizelerin, daha çok o devirlerdeki toplumların değer verip ilgi duydukları konulara ilişkin olduğunu belirtirler. Nitekim Hz. Mûsâ döneminde sihir yaygın olduğu için onun mûcizeleri sihirbazları mağlûp edecek hârikalar şeklinde, Hz. Îsâ’nın döneminde çeşitli hastalıklar yaygın olduğu için onun mûcizeleri iflâh olmaz hastaları iyileştirmesi, Hz. Muhammed döneminde ise fesâhat ve belâgata itibar edildiği için onun ortaya koyduğu en büyük mûcize de Arap şiirinin en seçkin örneklerinin bile yanında sönük kaldığı Kur’ân-ı Kerîm şeklinde tezahür etmiştir (Râzî, XIV, 200. Sihir hakkında geniş bilgi için bk. Bakara 2/102).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 567-568
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
Fiil cümlesidir. قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اَرْجِهْ ’dir. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اَرْجِهْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت’dir.
Muzari fiillerin (أَنَا – أَنْتَ – نَخْنُ ...) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. (هُوَ - هِيَ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mefulun bih olan اَخَاهُ kelimesi atıf harfi وَ ’la اَرْجِهْ fiilindeki gaib zamire matuftur. Harfle îrab olan beş isimden biridir. Nasb alameti eliftir.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرْسِلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
فِي الْمَدَٓائِنِ car mecruru اَرْسِلْ fiiline müteallıktır. حَاشِر۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar. Mahzuf bir mevsufun sıfatıdır. Takdiri, رجالا حاشرين (Toplanan adamlar) şeklindedir.
حَاشِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan حشر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرْسِلْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
الْمَدَٓائِنِ ; şehir manasındaki المدينة kelimesinin çoğuludur.
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin mekulü’l-kavli emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قَالُٓوا اَرْجِهْ cümlesinin, قالَ fiilinin tekrarıyla قالَ المَلَأُ مِن قَوْمِ فِرْعَوْنَ cümlesinden bedel olması mümkündür. (Âşûr)
Emir şeklinde gelen أرْجِهِ fiili; “geciktir” manasındadır. (Âşûr)
Mekulü’l-kavle matuf olan وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ cümlesi de emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Vasıl sebebi tezattır. İki cümle arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır.
الإرْسالِ fiili إلى harfiyle değil في harf-i ceri ile tadiye olmuştur. Çünkü burada bu fiilden maksat, gönderilen yer değil, özellikle gönderilenlerdir. (Âşûr)
فِي الْمَدَٓائِنِ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla şehirler, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü şehir hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak bütün şehirlerin her yerini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
اَرْجِهْ - اَرْسِلْ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Araf Suresinde اَرْسِلْ, Şuara Suresinde ise وابعث buyurulmaktadır. Çünkü Araf Suresinde إرْسالْ (gönderme) fiili çokça tekrarlanmaktadır. Bu fiil, türevleriyle birlikte Araf’ta 30 kez; Şuara’da ise 17 kez geçmiştir. Dolayısıyla Şuara’dan farklı olarak Araf Suresinde اَرْسِلْ fiilinin zikredilmesi uygun düşmüştür. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Ta’bîru’ -Kur’anî, s. 329)
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ
Fiil cümlesidir. يَأْتُوكَ talebin cevabı olduğu için نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. بِكُلِّ car mecruru يَأْتُوكَ fiiline müteallıktır. سَاحِرٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
عَل۪يمٍ kelimesi ise سَاحِرٍ’in sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar:
Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada عَل۪يمٌ kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاحِرٍ kelimesi sülâsî mücerred olan سحر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَل۪يمٍ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ
Talebin cevabı konumundaki cümle müspet muzari fiil sıygasında faideî haber ibtidaî kelamdır.
سَاحِرٍ kelimesinin nekreliği tazim ve kesret içindir. Arkadan da bu tazimi tekid eden عَل۪يمٍ sıfatı gelmiştir. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Mübalağa manasını kastetmek için عَل۪يمٍ vasfıyla tekid edilmiştir. Çünkü عَل۪يمٍ vasfı sihri bilmedeki kuvvete delalet etmek için mübalağa kalıbıyla gelmiştir. (Âşûr)
بِكُلِّ ifadesindeki ب harf-i cerinin مَعَ (beraber) manasında olması muhtemel olduğu gibi, bunun geçişli kılmak için getirilmiş bir ب olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ayet, sihirbazların, o zamanda çok fazla olduklarına delalet eder. Bu da kelamcıların ileri sürmüş oldukları şu hususun doğruluğuna delalet eder: “Allah Teâlâ, her peygamberin mucizesini o zamanda yaşayanların çok rağbet edip üstün tuttukları şey cinsinden getirmiştir. Binaenaleyh Hz. Musa zamanındaki kimselere büyü ve sihir galip gelip revaçta olunca onun mucizesi de her ne kadar hakikat bakımından büyüye ters ise de, sihre benzer bir biçimde olmuştur. Hz. İsa zamanındakilere tıp ve hekimlik galip gelip bu revaçta olunca onun mucizesi de tıp cinsinden olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.) zamanındakilere de fesahat galip olunca hiç şüphesiz onun mucizesi de fesahat ve belagat cinsinden olmuştur.” (Fahreddin er-Râzî)
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ
Danışmanlarının teklifi üzerine Firavun tarafından celbedilen sihirbazların ondan ödül beklediklerini açıklamaları, onların hem yüksek bir itibara sahip bulunduklarını hem de sihirdeki ustalıklarıyla Mûsâ’yı mağlûp edeceklerinden emin olduklarını (İbn Âşûr, IX, 46), Firavun’un onlara beklediklerinden daha fazlasını vaad etmesi de onun her şeye rağmen Hz. Mûsâ’nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi gösterir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 568
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. السَّحَرَةُ fail olup lafzen merfûdur.
فِرْعَوْنَ mef’ûlun bih olup gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اِنَّ لَنَا لَاَجْراً’dir. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
لَنَا car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. اَجْراً kelimesi اِنَّ ’nin muahhar ismi olup lafzen mansubtur.
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كُنَّا ’nın dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. كُنَّا nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi نَا mütekellim zamiridir. نَحْنُ fasıl zamiridir.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -îrabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Not: Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat - mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.
الْغَالِب۪ينَ kelimesi كُنَّا ’nın haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الْغَالِب۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan غلب fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, فهل لنا أجر (Bize bir ücret var mıdır?) şeklindedir.
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْراً
وَ istînâfiyyedir. Fasılla gelen müstenefe cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
السَّحَرَةُ kelimesindeki tarif ahd içindir. Yani zikredilen sihirbazlar demektir. (Âşûr)
قد takdiriyle hal veya beyani istînâf olan …قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّ لَنَا لَاَجْراً cümlesi اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır. لَنَا mahzuf mukaddem habere müteallıktır. لَاَجْراً muahhar mübtedadır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ,isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
اَجْراً kelimesindeki tenvin padişahın makamı ve işin büyüklüğü karinesiyle tazim içindir. (Âşûr)
اَجْراً kelimesinin belirsiz olması, çokluk ve fazlalık ifade eder. Bu tıpkı Arapların, “çokluk, fazlalık” manasını kastederek لاِبِلًا وَاِنَّ لَهُ لَغَنَمًا (onun, nice develeri vardır, onun nice koyunları vardır) demeleri gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ
Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi كاِن ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasl zamiriyle tekid edilmiştir. كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan, s. 124)
Şartın cevabı mahzuftur. Cümlenin öncesinin delaletiyle yapılan bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesinin takdiri, فهل لنا أجر [Bize bir mükâfat var mıdır?] şeklinde olabilir.
اِنْ şart harfi vuku bulma ihtimali zayıf olan fiillerle kullanılır. Yani üstün gelme ihtimallerinin zayıf olduğuna işaret ederek alacakları ücreti, mükâfatı arttırmak istemişlerdir.
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme.” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Şayet ayetteki, “Siz muhakkak ki (benim) en yakınlarımdan olacaksınız.” ifadesi, matuftur (bir başka söz üzerine atfedilmektedir). “O halde matufun aleyh olan kelime hangisidir?” denilirse mahzuf olan bir söze atfedilmiş olup cevap verme edatı olan “evet” kelimesi, o sözün yerini tutmuştur. Sanki Firavun, onların “Elbet bize bir mükâfat var değil mi?” şeklindeki sözlerine cevap vererek, “Evet, sizin için muhakkak bir mükâfat var ve siz muhakkak ki en yakınlarımdan olacaksınız.” demiştir. Yani Firavun, “Size sadece mükâfat vermekle yetinmeyip fazlasını da vereceğim. Bu fazlalık da benim sizi katımda en yakınlarımdan kılmamdır.” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Alacakları ücreti ise اِنَّ, lam-ı muzahlaka ve isim cümlesiyle tekid ederek ifade etmişlerdir.
Firavun sihirbazları toplayınca onlarla önce konuştu. Sihirbazlar Firavun’un kendini metheden, övünen biri olduğunu biliyorlar ve onun güvenini kazanmak ve böylece de mümkün olduğu kadar çok şey elde etmek istiyorlardı. Firavun da onların kendisine güvenmediklerini anladığı için ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi aralarındaki konuşmalar tekidlerle pekiştirilmiş olarak geldi. Burada sihirbazlar Musa’yı (a.s.) yenmelerine karşılık çok büyük mükâfat talep etmektedirler. Çünkü bu büyük bir iştir. Firavun da onlara istediklerinden de fazlasını vereceğini sonraki ayette ifade etmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. نَعَمْ cevap harfidir.
Mekulül-kavli, cevap harfinden sonra gelen mukadder cümledir. Takdiri; نعم إنّكم مأجورون (Evet, muhakkak ki size ücret verilecektir.) şeklindedir.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
كُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. الْمُقَرَّب۪ينَ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُقَرَّب۪ينَ kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli, mahzuftur. نَعَمْۚ, takdiri إنّكم مأجورون (Muhakkak mükâfatlandırılacaksınız.) olan cümlenin yerindedir.
Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ, mahzuf habere müteallıktır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir.
Tekid lamı diye isimlendirilen bu lamın kullanımı oldukça yaygındır. Fethalı olarak kullanılan bu lam, sadece ismin ve muzari fiilin başına dahil olur. İsim cümlesinin başına اِنَّ edatı gelince cümlenin başında gelmesi gereken lam-ı ibtida, اِنَّ’nin haberinin başına kayar. Bundan dolayı lam-ı muzahlaka olarak da adlandırılır. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş çok muhkem/sağlam cümlelerdir. Burada sihirbazların kalplerindeki şüpheyi gidermek için cümle اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir.
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ
Gösteri alanına, sihir aletleri olan sopaları ve ipleriyle gelen sihirbazlar, ustalıklarına güvendikleri ve kazanacaklarından emin oldukları için, gösteriye kimin önce başlayacağı hususundaki seçme hakkını, kendileri gibi bir sihirbaz olduğunu düşündükleri Hz. Mûsâ’ya bıraktılar. Buna karşılık Mûsâ’nın “Siz atın” şeklinde kesin bir cevapla mukabele etmesi de onun Allah’ın izniyle başarılı olacağına güvendiğini göstermektedir.
Bazı tefsirlerde ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında büyücülerin sayıları hakkında, 72 ile 200 küsur bin arasında değişen rakamlar verilmekteyse de İbn Atıyye’nin de ifade ettiği gibi (VII, 131) bu açıklamaların hepsi dayanaksızdır. Bununla birlikte 112. âyet sihirbazların sayılarının çokluğuna işaret etmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 569-570
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, يَا مُوسٰٓى ’dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَا nida harfi, مُوسٰٓى münadadır. Müfred alem olup damme üzere gelmiş mahallen mansubtur. Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubtur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ’dir.
اِمَّٓا iki yargıyı seçmeli olarak birbirine bağlayan bir tercih edatıdır. اِمَّا ile yapılan atıfta genellikle yargılardan yalnızca birinin gerçekleşmesi söz konusudur. el-Mâlekî talebî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının tahyir ve ibaha, haberî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının ise şek ve tereddüt ifade ettiğini söyler. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf haberin mübtedası olarak mahallen merfûdur. Takdiri, مبدوء به (Başlatan) şeklindedir.
تُلْقِيَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَكُونَ nakıs mansub muzari fiildir. نَكُونَ ’nin ismi müstetir olup takdiri نحن’dur. نَحْنُ fasıl zamiridir.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ /Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haber nekre gelir. Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -îrabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ /ayırma zamiri) denir.
Not: Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.
الْمُلْق۪ينَ kelimesi نَكُونَ ’nın haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الْمُلْق۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ
Fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasındaki قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Muhayyerlik ifade eden اِمَّٓا harfinin dahil olduğu اَنْ تُلْقِيَ cümlesi, nidanın cevabıdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تُلْقِيَ cümlesi masdar teviliyle, takdiri مبدوء به [başlamıştır] olan mahzuf haberin mübtedasıdır.
İkinci masdar-ı müevvel birinciye tezat sebebiyle atfedilmiştir.
İki masdar cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Haberin marife gelmesi bu vasfın o kişilerde kemal derecede olduğunun işaretidir.
كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan, s. 124)
تُلْقِيَ - الْمُلْق۪ينَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr, اِمَّٓا ‘larda reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
[Yoksa ilk ortaya koyanlar biz mi olalım?] şeklindeki sözleri kendilerinin önce başlamak istediklerine delalet etmektedir. Zira bu ifadede نَكُونَ’deki muttasıl zamir نَحْنُ ile tekid edilmiş ve haber marife kelime ile ifade edilmiştir. Ya da buna delalet eden şey, haberin marife olarak kullanılması ve araya fasıl zamiri sokulmasıdır. Musa (a.s.) ise onları önemsemediğini, ciddiye almadığını, sahip olduğu semavî desteğe olan güveninin tam olduğunu, mucizenin hiçbir sihirle asla yenilemeyeceğini göstermek üzere isteklerine cevap vererek önceliği onlara bırakmıştır. (Keşşâf)
Ferrâ ve Kisâî, اَمَّا ve اِمَّا edatı hakkında şöyle demişlerdir: “Emrettiğin, nehyettiğin, yahut da birisine haber verdiğin zaman fethalı olarak اَمَّا edatını kullanırsın. Ama şart koştuğun veya şüphe ettiğin yahut da muhayyer bıraktığın zaman kesreli olarak اِمَّا dersin.
a. اَمَّا : Fethalı olana gelince اَمَّا الَّلهُ فَاعْبُدُ ‘Allah’a gelince Allah’a ibadet ediniz.’ dersin.
b. اِمَّا : Eğer bir şeyi şart koşuyorsan اِمَّا تُعْطِيَنَّ زَيْدًا فَاِنَّهُ يَشْكُرُكَ ‘Eğer sen Zeyd’e verirsen muhakkak ki o sana teşekkür eder.’ der ve kesralı okursun. Nitekim Cenab-ı Hakk da فَاِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِمْ مَنْ خَلْفَهُمْ [Savaş esnasında eline düşerlerse onlara geridekilere ibret olacak şekilde davran] (Enfal Suresi, 57) buyurmuştur.
Şek ve şüphe ifade etmek istediğin zaman لَا اَدْرِى مَنْ قَامَ اِمَّا زَيْدٌ وَاِمَّا عَمْرٌ ‘Kimin kalktığını bilmiyorum, Zeyd mi Amr mı?’ dersin.
Yine muhayyerlik ifade etmek istediğin zaman da لِى بِالْكُوفَةِ دَارٌ فَاِمَّا اَنْ اَسْكُنَهَا وَ اِمَّا اَنْ اَبِيعَهَا ‘Benim Kûfe’de bir evim var, ya orada oturacağım ya da onu satacağım.’ dersin. Şek ifade etmek için kullanıldığında اِمَّا ile أو edatları arasındaki fark şudur: جَائَنِى زَيْدٌ اَوْ عَمْرٌو ‘Bana Zeyd veya Amr geldi.’ dediğin zaman senin, burada sözünü önce yakîn ve kesin bir bilgi üzerine bina edip sonra da bir şüphe arız olduğu için ‘veya Amr’ demiş olman caizdir. Böylece şüphe ve şek, ikisi hakkında da söz konusu olmuş olur. Buna göre اَوْ edatının kullanıldığı iki isimden birincisi telaffuz edildikten sonra susulması güzel ve yerinde olan bir durumda bulunup sonra bir şek ve şüphe arız olduğu için öteki isimle tekit yaparak manayı kuvvetlendirmek caizdir.” (Fahreddin er-Râzî)
Ayetteki bir başka incelik de şudur: Sihirbazlar, Musa’ya (a.s.) öncelik verdikleri için nezakete riayet etmişlerdir. Bundan ötürü tasavvuf ehli şöyle demiştir: “Onlar böylesi bir edebi gözettikleri için Allah Teâlâ da bu edebe riayet etmelerinin bereketi ile onlara imanı nasip etmiştir.” Daha sonra sihirbazlar, atma işinin önce kendi taraflarından olmasına da istekli olduklarını gösteren şu sözü de söylemişlerdir: وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ [Yoksa ilk atan biz mi olalım?] Böylece hem muttasıl zamiri zikretmişler hem onu munfasıl bir zamir ile tekid etmişler hem de haberi nekre değil marife (elif-lamlı) olarak getirmişlerdir.
Bil ki sihirbazlar ilk önce edebe riayet edip sonra ilk önce kendilerinin asalarını ve iplerini atmaya da istekli olduklarını gösteren bu sözü söyleyince Hz. Musa (a.s.), “Ne atacaksanız evvela siz atın.” (Şuara Suresi, 43) demiştir. (Fahreddin er-Râzî)
قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | dedi |
|
2 | أَلْقُوا | siz atın |
|
3 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
4 | أَلْقَوْا | atınca |
|
5 | سَحَرُوا | büyülediler |
|
6 | أَعْيُنَ | gözlerini |
|
7 | النَّاسِ | insanların |
|
8 | وَاسْتَرْهَبُوهُمْ | ve onları ürküttüler |
|
9 | وَجَاءُوا | ve getirdiler |
|
10 | بِسِحْرٍ | bir büyü |
|
11 | عَظِيمٍ | büyük |
|
قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Mekulü’l-kavli, اَلْقُوا’dur. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اَلْقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَلْقُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi لقي ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَ atıf harfidir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
اَلْقَوْا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَلْقَوْا şart fiili olup mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
فَ : Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şartın cevabı سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ’dir. سَحَرُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَعْيُنَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اسْتَرْهَبُوهُمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la سَحَرُٓوا’ye matuftur. اسْتَرْهَبُوهُمْ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
جَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ cümlesi atıf harfi وَ ’la سَحَرُٓوا ‘ye matuftur. جَٓاؤُ۫ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِسِحْرٍ car mecruru جَٓاؤُ۫ fiiline müteallıktır. عَظ۪يمٍ kelimesi سِحْرٍ’ın sıfatıdır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar:
Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. Burada hakiki - müfred olan sıfat şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَرْهَبُوهُمْ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsîsi رهب ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet mazi fiil sıygasındaki قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَ atıf harfidir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan اَلْقَوْا cümlesidir ve müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi olan سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen وَاسْتَرْهَبُوهُمْ ve وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ cümleleri şartın cevabına tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
اَلْقُواۚ - اَلْقَوْا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
سِحْرٍ kelimesindeki nekrelik tazim içindir. Arkadan gelen عَظ۪يمٍ sıfatı da bu manayı tekid eder.
فَلَمّا ألْقَوْا cümlesi îcaz için hazfedilmiş ve فَألْقَوْا şeklinde takdir edilen bir cümleye matuftur. Çünkü فَلَمّا ألْقَوْا sözü bu mahzufa delalet eder. Açıkça anlaşıldığı için mef’ûlun bih mahzuftur. (Âşûr)
سَحَرُوا أعْيُنَ النّاسِ [İnsanların gözlerini büyülediler] cümlesinin manası: “Attıkları şeyin hayal ettirmesi ve göz bağlayıcılığı dolayısıyla sihir onları etkiledi.” şeklindedir. (Âşûr)
الِاسْتِرْهابُ korkutmak istemektir. Yani onlar izleyenleri korkutarak etkisi altına alan başka şeylerle de sihri desteklemişlerdir. Böylece kalplerindeki hayaller daha fazla yerleşmiş, kök salmıştır. Bunlar; خُذُوا حِذْرَكم، وحاذِرُوا، ولا تَقْتَرِبُوا، وسَيَقَعُ شَيْءٌ عَظِيمٌ، وسَيَحْضُرُ كَبِيرُ السَّحَرَةِ veya dedikodular, çığlıklar ve gariplikler gibi korkunç şeylerin olacağını vehmettiren sözler ve fiillerdir. (Âşûr)
اسْتَرْهَبُوهم kelimesinin başındaki س ve ت harfleri tekid içindir. Yani اسْتَكْبَرَ واسْتَجابَ fiillerindeki gibi onları şiddetle korkut demektir. (Âşûr)
Sihrin azim olmakla vasıflanması, sihirbazların yaptığı en büyük sihirlerden biri olması dolayısıyladır. Çünkü ülkede yayılmış olarak farklı yerlerde bulunan sihirbazlar bir araya toplanmış ve gizli sanrılarla sebepleri halktan gizli olan büyük bir sihir yapmışlardır. (Âşûr)
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
Hz. Mûsâ’ya Allah tarafından “Asânı at!” buyurulması, onun sergilediği hadisenin, bizâtihî kendisinin bir gösterisi veya bir büyüsü olmayıp Allah’ın iradesi uyarınca gerçekleşen bir mûcize olduğuna; ejderha haline dönüşen asânın yuttuğu şeylerden “onların uydurdukları şeyler” diye söz edilmesi de Firavun’un sihirbazlarınca sergilenen sihrin asılsızlığına işaret eder. Nitekim 118. âyette “Böylece gerçek ortaya çıktı…” buyurulmakla da sihirbazların gösterilerinin asılsız, Mûsâ’nın mûcizesinin de gerçekten vuku bulmuş bir hadise olduğu ifade edilmiştir. Âyetteki “batala” fiili de sihirbazların yaptıklarının hem asılsız olduğunu, yani gerçekten vuku bulmuş bir olay değil, aksine bir aldatmaca olduğunu hem de Firavun’un beklediği sonucu vermediğini göstermektedir. 119. âyette bunun bir yenilgi olduğu, Firavun ve adamlarının bu yenilgiyi kabul ederek küçük düşmüş bir vaziyette gösteri alanından çekildikleri bildirilmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 570
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَوْحَيْنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muzari fiillerin ( أَنَا – أَنْتَ – نَخْنُ ... ) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. ( هُوَ - هِيَ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰى مُوسٰٓى car mecruru اَوْحَيْنَٓا fiiline müteallıktır. مُوسٰٓى elif üzere mukadder fetha ile mecrur olup gayri munsarif olduğu için esre almamıştır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsimler îrab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından ikiye ayrılır:
1. Munsarif isimler: Tenvini ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.
2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.
Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayri munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ tefsiriyye harfidir. اَلْقِ illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
عَصَاكَ mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَوْحَيْنَٓا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi وحي ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
Cümle mahzuf cümleye matuftur. Takdiri, فألقاها فإذا هي تلقف (Onu attılar. Bir de ne görsünler, … yutuyor!) şeklindedir.
فَ atıf harfi, اِذَا müfacee harfidir. اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında müfacee harfi olur.
اِذَا ; fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse müfacee (sürpriz) harfi olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. تَلْقَفُ fiili haber olarak mahallen merfûdur.
تَلْقَفُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَأْفِكُونَ’dır.
يَأْفِكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ
و istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Tefsiriyye olan اَنْ ’i takip eden اَلْقِ عَصَاكَۚ cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
عَصَاكَۚ şeklindeki izafet kısa yoldan izah ve her ikisinin şanı içindir.
فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
Müfacee harfinin dahil olduğu cümle, takdiri فألقاها [Hemen onu attı] olan cümleye فَ ile atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Matufun aleyhin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman, “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları olur.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
تَلْقَفُ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا’nın sılası يَأْفِكُونَۚ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
لقف fiili, becerikli bir şekilde birinin elinden almak, kapmak demektir.
التَّلَقُّفُ kelimesi, yutmak manasındaki اللَّقْفِ fiilinin mübalağalı halidir. (Âşûr)
Cumhur ق harfini şeddeli olarak تَلَقَّفَ şeklinde okumuştur ki bunun aslı تَتَلَقَّفُ’dur. Yani gücünüz yettiğince mübalağalı olarak onu yutun demektir. (Âşûr)
Muzari olarak gelen تَلَقَّفُ ve يَأْفِيكُون sıygaları muhteşem görüntünün canlanmasıyla yenilenme ve tekrara delalet eder. Yani iftiraları yenilendiğinde ve tekrarlandığında bu olay da tekrarlanır. Sihirlerinin إفْكً olarak adlandırılması, sihir olmadığının ve bunun sadece bir yanılsama ve kamuflaj olduğunun kanıtıdır. (Âşûr)
مَا يَأْفِكُونَۚ [onların uydurduklarını] ifadesindeki مَا, ism-i mevsūl ya da masdariyyedir. مَا يَأْفِكُونَۚ “Sayesinde hakkı batıla çevirdikleri, yalanı gerçek gibi gösterdikleri şeyleri” demektir. (Keşşâf)
Cenab-ı Hakk’ın, “onların uydurup düzdükleri şeyleri” buyruğuna gelince bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:
a. Arapçada أْفِكُ (ifk), bir şeyi olduğu durumdan çevirip başka türlü göstermektir. Yalana, “ifk” adının verilmesi de bundan ileri gelir. Zira yalan da hakikatin tersyüz edilmiş şeklidir. İbni Abbas (r.a.), Cenab-ı Hakk’ın يَأْفِكُونَۚ tabiriyle “yalan olarak yaptıkları o şeyi…” manasını kastettiği söylemiştir. Buna göre mana, “Asa, onların, haktan batıla döndürerek gerçekmiş gibi gösterdikleri, allayıp pulladıkları o şeyi yuttu.” şeklinde olur. Mananın böyle olması halinde مَا يَأْفِكُونَۚ ifadesinin başındaki مَا ism-i mevsûl olur.
b. Bu ifadenin başındaki مَا’nın, masdariyye olmasıdır. Buna göre kelamın takdiri, “Bir de ne görsünler, o ejderha onların yalanlarını yutuyor!” şeklinde olur. Böylece de ism-i mef'ûl masdar manasında kullanılmış olur. (Fahreddin er-Râzî)
فَوَقَعَ الحَقُّ sözü تَلَقَّفُ ما يَأْفِكُونَ sözüne tefrî’ olarak gelmiştir. Aslında الوُقُوعُ kelimesi bir şeyin yukarıdan aşağı düşmesi demektir. Düşen uçak için kullanılır. Burada kadri yüce bir işin zuhuru için kullanılmıştır. Çünkü bunun zuhuru ilâhi bir teyittir ve yukarıdan bir şeyin düşmesine benzetilmiştir. Bu kelime husul manasında da kullanılır. Bu durumda hasıl olan şey yukarıdan düşen bir şeye benzetilir. Bu yaygın olarak kullanılan bir istiaredir. Allah Teâlâ’nın وإنَّ الدِّينَ لَواقِعٌ (Zariyat Suresi, 6) ayeti de böyledir. Hasıl oldu demektir. Yani hak zahir ve hasıl oldu demektir. (Âşûr)
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. وَقَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْحَقُّ fail olup lafzen merfûdur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
فَ : Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. بَطَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Müşterek ism-i mevsûl مَا, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
كَانُوا nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan وا ; muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. يَعْمَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَانَ ’nin haberinin muzari fiil olması, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylem olduğuna veya geçmişte mûtat olarak yapılan ve âdet haline getirilen davranış olduğuna işaret eder. Fail onu sürekli yaptığından âdet haline getirmiştir. (M. Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde Kane Fiili Ve Kur’an’da Kullanımı)
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi ise durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103)
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ
Ayet فَ ile هِيَ تَلْقَفُ cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki وَبَطَلَ cümlesi, tezat nedeniyle makabline atfedilmiştir.
بَطَلَ fiilinin faili konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا’nın sılası كَانُوا يَعْمَلُونَۚ, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi ise durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s.103)
كان’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
”Hak (gerçek) ortaya çıktı.” ibaresinde istiare vardır. وَقَعَ fiili, ثبت manasında müstear olarak kullanılmıştır. (Sâbûnî)
وَقَعَ - بَطَلَ arasında îhâm-ı tezâd ve الْحَقُّ وَبَطَلَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Belki de نَزَلَ değil de وَقَعَ fiilinin seçilmesi الإلْقاءِ fiiline münasip olduğu içindir. Çünkü atılan şey yere düşer ve böylece asanın yere düşmesiyle hak ortaya çıkar. (Âşûr)
Yaptıkları şeyin batıl olarak vasıflanması bu fiilden maksadın hudûs değil de zuhur manası olduğunu gösterir. Çünkü yaptıkları şeyin batıl oluşu sabit bir vasıftır. Musa (a.s.) sopasını atmadan önce de bu vasıf vardır. Fakat sopanın fırlatılmasıyla batıl olduğu ortaya çıkmıştır. Fiil sıygasının asıl olan varlık ve hudûs manasında değil de hudûsun zuhuru manasındaki bu kullanımı azdır ve ancak bir sebep olduğunda görülür. (Âşûr)
فَوَقَعَ الْحَقُّ cümlesinden sonra وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesinin gelmesi, cümlenin içeriğini onaylatmak, yaptıklarını zemmetmek içindir. Hayal kırıklıklarını duyurmak için Müslümanlara bir teselli, müşrikler ve kâfirler için bir tehdittir. (Âşûr)
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. غُلِبُوا damme üzere meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
هُنَالِكَ işaret ismi, zarfı mekân olarak غُلِبُوا fiiline müteallıktır. ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
وَ atıf harfidir. انْقَلَبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَاغِر۪ينَ kelimesi انْقَلَبُوا’deki failin hali olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَاغِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صغر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ
وَبَطَلَ cümlesine matuf ayet, meçhul, müspet, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ cümlesi makabline وَ ’la atfedilmiştir. Cümleler arasındaki atıf sebebi tezâyüftür.
غُلِبُوا - صَاغِر۪ينَۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
هُنَالِكَ ; zamanı ve mekânı birlikte bildirir. Zarftır. Genellikle doğaçlama ve aniden ortaya çıkan bir durumda kullanılır. Burada sihirbazlardaki ani değişmeyi ifade eder. Çünkü bundan sonra iman etmişlerdir.
Mekân için kullanılan ism-i işarettir. Yani o yerde yenildiler. Bu yüzden yenilgilerinin aşikâr olduğu, orada bulunan herkese göründüğü ifade edilmiştir. (Âşûr)
Kelamcılar ise şöyle demiştir: Bu ayet, ilmin faziletini gösteren en büyük delillerdendir. Çünkü sihirbazlar sihrin aslını biliyorlardı ve sihrin en ileri derecesine vâkıf idiler. Bundan dolayı onlar bu durumda olup Hz. Musa’nın mucizesinin sihrin dışında birşey olduğunu görünce, bunun insanların yaptığı birtakım göz boyamalar cinsinden olmayıp ilahi bir mucize olduğunu anladılar. Eğer onlar sihir ilminde ileri derecede kimseler olmasalardı, bu delili getiremezler ve şöyle diyebilirlerdi. “Belki de o, sihir ilminde bizden ileridir ve bizim yapamadığımız bir sihir yaptı.” Binaenaleyh onların sihir ilminde zirvede oldukları anlaşılır. Onlar, bu ilimde zirvede oldukları için küfürden imana geçebilmişlerdir. (İlim olarak) sihrin bile durumu böyle olunca, tevhid ilminde mükemmel olan bir kimsenin halini artık siz düşünün. (Fahreddin er-Râzî)
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ
Sihirbazlar mağlûbiyetin ardından, sihrin bütün inceliklerini bilmelerine rağmen kendilerini mağlûbiyete uğratan bu hadisenin bir sihir olamayacağını; şu halde Mûsâ’nın hak peygamber, gösterdiklerinin de ancak bir mûcize olarak kabul edilmesi gerektiğini anlayarak Allah için secdeye kapandılar. Kıptîler’de âdet olduğu üzere, Firavun için yere kapandıkları sanılmasın diye de Mûsâ ve Hârûn’un rabbi olan Allah’a iman ettiklerini açık bir dille belirtme gereğini duydular.
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اُلْقِيَ meçhul mebni mazi fiildir. السَّحَرَةُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاجِد۪ينَ kelimesi اُلْقِيَ’deki naib-i failin hali olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاجِد۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan سجد fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُلْقِيَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi- لقي ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ
Ayet, وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ cümlesine matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الإلْقاءِ fiili fail açıkça ortada olduğu için meçhul gelmiştir. Takdiri, وألْقَوْا أنْفُسَهم عَلى الأرْضِ (Kendilerini yere attılar) şeklindedir. (Âşûr)
السَّحَرَةُ , سَاجِد۪ينَۚ’den haldir. Hal anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ [İşte o an, mağlup oldular ve küçük düştüler] yenildiler ve zelil hale geldiler. وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ [Sihirbazlar ise secdeye kapandılar.] Sanki biri onları secdeye fırlatmış gibi şiddetli bir şekilde hemen yere kapanıp secde ettiler. Onların, gördüklerinden dolayı kendilerini tutamayıp sanki fırlatılmış gibi secdeye kapandıkları söylenmiştir. (Keşşâf)
Sihirbazların secdesi hal ile tekid edilmiştir.
Bu ayet, o sihirbazları, başka bir şeyin secde ettirip yere kapattığına delalet eder. Bu da âlemlerin rabbi olan Allah'tan başkası olamaz.
Mutezile ise şöyle demektedir: O sihirbazlar, büyük alametleri ve kesin mucizeleri görüp müşahede edince kendilerini secdeye kapanmaktan alıkoyamadılar. Böylece de mana, “Sanki bir atıcı, onları secdeye atıverdi…” şeklinde oldu. (Fahreddin er-Râzî)
ساجِدِينَ kelimesi haldir. Secde, kişinin kendini yere atması manası için özel bir şekil olup, tazimde mübalağa için yapılır. Onların secdeleri, Musa’nın (a.s.) mucizesinin zuhurundan tanıdıkları ve Musa’nın âlemlerin Rabbi olarak tanımladığı Allah’a yapılırdı. (Âşûr)
Önde gelenlerin problemi; hiç düşünmeden, aceleyle hareket etmektir.
Ayetleri değerlendirirken Allah Teala açısından veya bizim açımızdan bakmak şeklinde iki bakış açısı söz konusudur. Allah Teala açısından bakıldığında zaman mekan ve boyut kavramları ortadan kalkar. Bunun için Kur'an; kıyamet ve ahiret hadiselerinden bahsederken çoğu zaman geçmiş zaman kipi kullanır. Bu üslup bu olayların gerçekleşmesinin kesin olduğunu ifade ederken bir taraftan da bizim açımızdan olmuş olanla olacak olanın Allah Teala açısından farklı olmadığını ifade eder.
Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerim, anlatım tarzıyla çok dikkat çekici bir üsluba sahiptir. Misal; Hz. Musa’nın kıssası tekrar tekrar anlatılmaktadır. Ancak istisnasız her anlatımda, en az bir fark göze çarpmaktadır. Yani, Hz. Musa’nın anlatıldığı bütün kıssalar ardarda konduğunda, hepsinde diğerlerinde olmayan farklı bir detay/detaylar sunulmaktadır. Bu detaylarla da kıssanın içinde yer alan kişilerden birine daha fazla odaklanılmaktadır. Bir hadiseye kaç farklı açıdan yaklaşılanabileceğinin müthiş bir örneğidir. Belki, bize, herhangi bir şeye tek bir açıdan bakmamayı ve tek bir açıya saplanıp kalmamayı öğretmektedir. Belki, verilen her yeni detayla, bir şeyi sadece anlatıldığı kadar bildiğimizi farkettirmektedir. Belki de, yaşanan bir hadisede farklı kişilerin, üstlendikleri farklı rollerin önemini vurgulamaktadır. Ve son olarak, bir şey anlatılırken veya yaşanırken, aslında dikkatimizi nelere vermemiz gerektiğini de göstermektedir.
Allahım! Selam olsun, Hz. Musa’ya. Bizi; cennetinde, kulun ve elçin olan Hz. Musa’yla tanışanlardan. Ve onun kıssasından alınması gereken ibretleri idrak edenlerden eyle. Dünyanın, nefsimizin, vesveselerimizin ve yolundan çıkmışların gözümüzü boyamasından ve bizi şaşırtmasından, Sana sığınırız. Her ne konuda konuşursak konuşalım, daima hakkı söyleyenlerden olmak için yardımını isteriz.
Gözü hakikati seçenlerden, kalbi hakikati sevenlerden ve öğrendiği hakikati hayatına işlemek için çaba gösterenlerden olmak duasıyla.
Amin.
***
Tam anlamıyla bilinmeyen konularda veya hazırlıksız yakalanılan anlarda şaşırmak, yalanlara kanmak ve doğru tepkiyi verememek oldukça yaygındır. Gözler boyanır, akıllar karışır ve kalpler saflaşır.
Genellikle yanıltanlar bir takım işlerin kendilerinden dolayı olduğunu kanıtlamaya çalışanlardır. Tarih boyunca falcı ve illüzyonist gibi üstünlüklere sahip olduğunu iddia edenlerin peşinden gidilmiştir.
Falcının tutturduğu doğrular yerine yalanlarına işaret edilse, illüzyonistin sırları açıklansa veya bazı gelecek okumalarında yazılanların aynısının kaç kişiye söylendiği öğrenilse; kimi gözler açılır.
İllüzyonlara kanılması ve yalanlarına rağmen falcılara inanılmasını açıklayan farklı teoriler vardır. İnsan beyni devamlı algıladıklarında bulunan belli boşlukları doldurma ve anlamlandırma çabasındadır.
Halbuki bu çabayı doğru yerlerde göstermelidir. Sanki insanın bu hassas yönü de dikkate alınarak, içinde hile barından işlerle uğraşmak ve bu yollarla başkalarını kandırmak yasaklanmıştır.
İslam dini, belki bazı yönlerden Hz. Musa’nın asası gibidir. Hz. Musa’nın asası gözleri yanıltanları yutarken, İslam dini de kalbi yanıltanları aydınlığında yok ederek gözleri ve kalpleri uyandırmaktadır.
Ey Allahım! Bizi boş işlerden uzaklaştır. Gönüllerimize rızanı kazandıracak işleri sevdir ve doğru yapmak için ihtiyacımız olan maddi-manevi özellikleri vererek onları bize kolaylaştır. Gözlerimizi ve kalplerimizi yanıltan hallerden uzaklaştır. Kandırmaktan ve kandırılmaktan muhafaza buyur. Nurun ve muhabbetin ile benliklerimizi dünyalık uykularından uyandır ve iman gücü ile dinçleştir. Bizi, Sana taat üzere yaşayanlardan ve ölenlerden eyle.
Amin.