بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْ | ve şayet |
|
2 | أَنَّ | elbette |
|
3 | أَهْلَ | halkı |
|
4 | الْقُرَىٰ | (O) ülkelerin |
|
5 | امَنُوا | inansalardı |
|
6 | وَاتَّقَوْا | ve korunsalardı |
|
7 | لَفَتَحْنَا | açardık |
|
8 | عَلَيْهِمْ | üzerlerine |
|
9 | بَرَكَاتٍ | bolluklar |
|
10 | مِنَ | -ten |
|
11 | السَّمَاءِ | gök- |
|
12 | وَالْأَرْضِ | ve yer(den) |
|
13 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
14 | كَذَّبُوا | yalanladılar |
|
15 | فَأَخَذْنَاهُمْ | biz de onları yakaladık |
|
16 | بِمَا | şeylerle |
|
17 | كَانُوا | oldukları |
|
18 | يَكْسِبُونَ | kazanıyor |
|
O eski kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah’ın türlü ikazlarını yeterince değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakınsalardı yüce Allah “elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları” açacaktı. Şu halde iman ve takvânın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.
Bazı tefsirlerde “gökten gelen bereketler” yağmur, “yerden gelen bereket” de ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki “bereketler”in her türlü maddî ve mânevî hayırları kapsadığını düşünmek âyetin maksadına daha uygun düşer (bk. Râzî, XIV, 185; Şevkânî, II, 260).
Zemahşerî âyetteki “açma” anlamına gelen feth kavramının “kolaylaştırma” mânasında da kullanıldığını belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade “… Onlar için bütün iyilik ve güzellikleri elde etme yollarını kolaylaştırırdık” anlamına gelir (II, 77).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 560
برك Berake : بَرْكٌ kelimesinin aslı devenin göğsüdür. Yine بَرَكَ الْبَعِيرُ ifadesi deve döşünü (göğsünü) yere bıraktı demektir. Suyun toplandığı yere de بِرْكَةٌ adı verilmiştir. بَرَكَةٌ ise bir şeyde hayrın devamlı oluşudur. Bu isimle adlandırılmasının sebebi, suyun toplandığı yerde kalışı gibi, hayrında burada durup kalmasıdır. مُبارَكٌ sözcüğüne gelince o içinde bu hayrın bulunduğu şeydir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 32 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri bereket, tebrik, teberrük ve mübarektir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ
وَ atıf harfidir.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.
اَنَّ harfi de اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. İsim cümlesinin manasını masdara çevirir ve tekid eder.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri ; لو ثبت إيمان أهل القرى (Belde ehlinin imanı sabit olsaydı…) şeklindedir.
اَهْلَ kelimesi اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. الْقُرٰٓى muzâfun ileyh olup mukadder kesra ile mecrurdur.
اٰمَنُوا fiili اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اتَّقَوْا cümlesi atıf harfi وَ ’la اٰمَنُوا ’ye matuftur.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.
فَتَحْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
عَلَيْهِمْ car mecruru فَتَحْنَا fiiline müteallıktır. بَرَكَاتٍ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru بَرَكَاتٍ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la السَّمَٓاءِ ’ye matuftur.
اتَّقَوْا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
وَ atıf, لٰكِنْ istidrak harfidir. كَذَّبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَ atıf harfidir.
فَ : Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَخَذْنَاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte اَخَذْنَاهُمْ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası كَانُوا يَكْسِبُونَ۟ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık – bedel, istiane, zaman – mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يَكْسِبُونَ۟ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَكْسِبُونَ۟ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَذَّبُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındadır. Sülâsîsi كذب ‘dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. Tef’il babının en yaygın anlamı teksirdir.
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ
وَ istînâfiyye veya haliyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi masdar teviliyle mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Şart cümlesinin takdiri şöyledir: لو ثبت إيمان أهل القرى وتقواهم (Şehir ehlinin imanı ve takvası sabit olsaydı.)
Nahivciler لَوْ edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır, diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
اَنَّ ile tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesinde, اَنَّ ’nin haberi mazi fiil sıygasında gelerek, hükmü takviye ve hudûs ifade etmiştir.
الْقُرٰٓى ifadesindeki marifelik, ahd içindir. (Âşûr)
قرية ; bir amaçla bir araya gelen topluluk demektir. قرية سياحية (Turist grubu) gibi. Farklı düşüncelere sahip farklı amaçlı insanların bir arada bulunduğu yere de Medine denir.
Daha önce قرية olarak tekil gelen kelimelerin olduğu yerlere birer örnektir. Şimdi الْقُرٰٓى şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Toplu bir değerlendirme vardır
وَاتَّقَوْا cümlesi, اَنَّ ’nin haberi olan اٰمَنُوا ’ya matuftur. Vasıl sebebi tezâyüftür.
Rabıta harfi لَ ile gelen لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ cümlesi, şartın cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بَرَكَاتٍ kelimesinden maksat; hayırlar veya yağmur ve nebatlardır.(Ebüssuûd)
لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ [Bereketleri açmak] tabirinde istiare vardır. Rahatça elde edilmeleri hususunda, bereketlerin onlara kolaylaştırılması, kapıların açılmasına benzetilmiştir. (Sâbûnî)
Semâ’nın bereketi yağmur, arzın bereketi nebât ve meyvedir. Temsîlî istiaredir.
الفَتْحِ fiili, عَلَيْ harf-i ceri ve البَرَكاتِ kelimesi ile birlikte müteaddi olmuştur. Burada البَرَكاتِ , içindekilere fayda veren evlere benzetilerek, istiare-i mekniyye yapılmıştır. (Âşûr)
اٰمَنُوا - اتَّقَوْا ve السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ , اٰمَنُوا - كَذَّبُوا kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
بَرَكَاتٍ ’deki tenvin kesret, nev ve tazim ifade eder.
وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Cümleye dahil olan لٰكِنْ , istidrak harfidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle اٰمَنُوا cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
لٰكِنْ kendisinden sonra gelen cümleye, önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (İtkan, c. 2 s. 474)
كَذَّبُوا cümlesine فَ ile atfedilen فَاَخَذْنَاهُمْ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ‘nın sılası كَان , كَانُوا يَكْسِبُونَ ‘nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
بِمَا ‘daki بِ , sebebiyyedir. Yani, küfür ve isyandan kazandıkları sebebiyle, demektir. (Âşûr)
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كان ‘nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ
Müfessirler genellikle ehlü’l-kurâ ifadesini “geçmiş milletler” diye anlamışlarsa da; bunun, başta Mekkeliler olmak üzere bütün yerleşim birimlerinin insanlarını kapsadığını düşünmek Kur’ân-ı Kerîm’in maksadına daha uygun düşer (Elmalılı, III, 2220). Hatta göçebe insanları da bunun içinde düşünmek gerekir. Böylece söz konusu âyetler bütün insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır. Buna göre Allah, inkârcıyı ve isyankârı vaktini haber vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte “hile, tuzak” anlamına gelen mekr kelimesi, Allah’a nisbet edildiğinde “O’nun günahkârlara mühlet vermesi ve onları farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması” veya bu şekilde “ansızın gelen ceza” mânasında kullanılır. Yukarıdaki âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtları harabeye dönen, tarihe karışan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtratlarındaki akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, kendilerine kötülük eden inkârcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla işlerler. Bu âyetlerde açıkça belirtilmemekle birlikte, ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre, müminler ise, inkârcıların aksine, yüce Allah’ın rahmeti gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O’nun gazabına ve azabına uğrama endişesi içinde yaşarlar. Kur’ân-ı Kerîm’deki takvâ, havf, haşyet, rehbet, hazer gibi kelimelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ
Hemze inkâri istifham, فَ atıf harfidir. اَمِنَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
اَهْلُ fail olup lafzen merfûdur. الْقُرٰٓى muzâfun ileyh olup mukadder kesra ile mecrurdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf من harf-i ceriyle birlikte اَمِنَ fiiline müteallıktır.
يَأْتِيَهُمْ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بَأْسُنَا fail olup lafzen merfûdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَيَاتا zaman zarfı يَأْتِيَهُمْ fiiline müteallıktır.
وَهُمْ نَٓائِمُونَ cümlesi يَأْتِيَهُمْ ‘deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubtur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Har-fi cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
نَٓائِمُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
نَٓائِمُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan نوم fiilinin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ
فَ atıf harfidir. İstînâfiyye olması da caizdir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama ve azarlama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bu istifham, vâki olmuş bir şeyin inkârı ve çirkin sayılması manasındadır. (Ebüssuûd)
Masdar harfi اَنْ ve müteakip يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً cümlesi, masdar tevilinde olup takdir edilen مِنَ harf-i ceriyle birlikte اَمِنَ ’ye müteallıktır. Masdar-ı müevvel olan cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بَأْسُنَا izafeti, azamet zamirine muzâf olan بَأْسُ ’nin şanı içindir.
يَأْتِيَهُمْ fiilindeki mef’ûl zamirden hal olan وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ , isim cümlesi formunda gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Önceki ayetteki اَهْلُ الْقُرٰٓى ifadesinin bu ayette tekrarında reddül reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. İnkârcıya daha fazla açıklamak için bu tekrar yapılmıştır.اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
Hemze inkâri istifham, وَ atıf harfidir. اَمِنَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
اَهْلُ fail olup lafzen merfûdur. الْقُرٰٓى muzâfun ileyh olup mukadder kesra ile mecrurdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf من harf-i ceriyle birlikte اَمِنَ fiiline müteallıktır.
يَأْتِيَهُمْ mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. بَأْسُنَا fail olup lafzen merfûdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ضُحًى zaman zarfı يَأْتِيَهُمْ fiiline müteallıktır.
وَهُمْ يَلْعَبُونَ cümlesi يَأْتِيَهُمْ ‘deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubtur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يَلْعَبُونَ fiili haber olarak mahallen merfûdur. يَلْعَبُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى cümlesine matuf olan ayet, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama ve azarlama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bu istifham, vâki olmuş bir şeyin inkârı ve çirkin sayılması manasındadır. (Ebüssuûd)
Bu ayet, kınamayı ağırlaştırmak için inkârdan sonra ikinci bir inkârdır. Yani onlar aşırı gafletlerinden dolayı eğlenirlerken, yahut onlar, oyun gibi kendilerine hiç faydası olmayan işlerle meşgul iken azabın gelivermesinden güvende mi idiler? (Ebüssuûd)
Masdar harfi اَنْ ve müteakip يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً cümlesi, masdar tevilinde olup takdir edilen مِنَ harf-i ceriyle birlikte اَمِنَ ’ye müteallıktır. Masdar-ı müevvel olan cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَأْتِيَهُمْ fiilindeki mef’ûl zamirinden hal olan وَهُمْ يَلْعَبُونَ , isim cümlesi formunda gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
بَأْسُنَا izafeti, azamet zamirine muzâf olan بَأْسُ ’nin şanı içindir.
Zaman zarfı يَأْتِيَهُمْ , ضُحًى fiiline müteallıktır.
Önceki ayetle benzeri olan bu ayet arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. İnkârcıya daha fazla açıklamak için bu tekrar yapılmıştır.
Önceki ayetle arasında mukabele vardır.
ضُحًى müennes ve müzekker olabilir. Bu kelimenin Araplar ve ondan öncekilerde vakit için kullanımı yaygındır. (Âşûr)
Cenab-ı Hakk'ın, ضُحًى [güpegündüz] tabiri; gündüzün ön kısmı demektir. Bu kelimenin esas manası ise, açıklık ve zuhur etmek demektir. Bu, Arapların güneşin ışığı ortaya çıktığında söylemiş oldukları deyimlerinden gelmektedir. (Fahreddin er-Râzî)
نَٓائِمُونَۜ - يَلْعَبُونَ arasında îhâm-ı tezâd vardır.اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟
Hemze inkâri istifham, فَ atıf harfidir. اَمِنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مَكْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ ta’liliyyedir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَأْمَنُ merfû muzari fiildir.
مَكْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِلَّا hasr edatıdır. الْقَوْمُ fail olup lafzen merfûdur. الْخَاسِرُونَ۟ kelimesi الْقَوْمُ ‘nun sıfatı olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
الْخَاسِرُونَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan خسر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟
فَ atıf harfidir. Ayetin istifham üslubunda talebî inşâî isnad olan ilk cümlesi, önceki istifham cümlesine matuftur.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama ve azarlama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ sözü اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى sözünün tekrarıdır. Tekrar edilmesi, onların gaflette oluşlarına taaccüp ve müşriklerden dinleyenlere tariz manası kastedilmesi dolayısıyladır. (Âşûr)
فَ ta’liliye veya müstenefedir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Nefy harfi ve istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Sıfatın, zikredilen mevsûftan başkasında asla bulunmamasıdır. Bu tip kasrlarda, mevsûfta başka vasıflar bulunabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâllerde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Veciz ifade kastı taşıyan مَكْرَ اللّٰهِ izafeti, muzafa tazim ifade eder. Bu ibarenin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَمِنُوا - يَأْمَنُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetin başı önceki iki ayetle aynıdır. Sadece وَ harfi yerine فَ harfi gelmiştir. Reddü'l-acüz ale's-sadr vardır. Sorunun maksadı aynıdır. Mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
مَكْرَ , hile demektir. Allah’ın hilesi olmaz. Müşâkele sanatı vardır. Hileyi, zayıf olan kişi onu yenemediği için kuvvetliye karşı yapar.
Kur’an’da hile manasında gelen dört kelime vardır: مكر , كيد , حيلة , خداع . Bunların içinde en kuvvetlisi كيد kelimesidir. Sonra مكر, sonra حيلة gelir. كيد ve مكر , tedebbür ve fikirle olur. Taammüden cinayet gibi. مكر bir harf-i cer ile kullanılır. O yüzden كيد daha kuvvetli derler. مكر kelimesinin lügat manası ‘ipi bükmek’ demektir. حيلة , birinin arkasından kendi menfaatine yönelik birşey yapmak demektir. Bir menfaat elde etmek veya zarardan kurtulmak için söylediği bir sözün zıttını ortaya koymak demektir. Önceden planlanması gerekmez.
Allah için مكر kelimesi kullanıldığında; Allah onların hilelerini bozdu, hilelerini onların kendi başına geçirdi manası verilir.
Bu ifadede istiare vardır. Çünkü Arap dilinde gerçek anlamda mekr, hile yaparak ansızın yakalayıp helak etmek amacıyla içte gizlenen niyetin tersini dışarıya vurmak demektir. Bu; Allah Teâlâ için uygun olmaz. O halde bununla kastedilen, azap ve cezayı hak eden kişiye farkına varmadığı, emin olduğu ve çekinmediği cihetten azabın gönderilmesidir. (Şerîf er-Radî)
الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟ ‘dan maksat, insanlar nefislerini hüsrana uğrattıklarından Allah Teâlâ'nın yarattığı fıtratı ve ayetleri tefekkürden hasıl olan gerçeği görme yeteneğini kaybetmişler, anlamındadır. (Ebüssuûd)
اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَوَلَمْ |
|
|
2 | يَهْدِ | yola getirmedi mi? |
|
3 | لِلَّذِينَ | kimseleri |
|
4 | يَرِثُونَ | varis olanları |
|
5 | الْأَرْضَ | şu toprağa |
|
6 | مِنْ |
|
|
7 | بَعْدِ | sonra |
|
8 | أَهْلِهَا | sahiplerinden |
|
9 | أَنْ |
|
|
10 | لَوْ | eğer |
|
11 | نَشَاءُ | biz dilesek |
|
12 | أَصَبْنَاهُمْ | kendilerini de cezalandırırız |
|
13 | بِذُنُوبِهِمْ | günahlarıyle |
|
14 | وَنَطْبَعُ | ve mühürleriz |
|
15 | عَلَىٰ | üzerini |
|
16 | قُلُوبِهِمْ | kalblerinin |
|
17 | فَهُمْ | artık onlar |
|
18 | لَا |
|
|
19 | يَسْمَعُونَ | hiç işitmezler |
|
“Arz”dan maksat, yukarıda kıssaları anlatılan kavimlerin yaşadığı topraklar; “yeryüzüne vâris olanlar” ise Kur’an’ın indiği dönemde o topraklarda eski kavimlerin yerlerine yerleşip yurt kuran Arap topluluklarıdır, bunların başında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkeliler geliyordu.
Önceki âyetlerde, geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb) kavimlerinin kıssalarından örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik mesajlara, belgelere veya mûcizelere (bey-yinât) rağmen, inkârcılıkta direnen eski toplumların mâruz kaldıkları felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm davetine muhatap olanların, bu olup bitenlerden ders almaları istenmektedir. 100. âyette Hz. Peygamber’in muhatapları iki tehlike karşısında uyarılmaktadır: Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta kalsalar bile– küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini mühürleyecektir (Râzî, XIV, 187). Burada iki defa geçen “kalplerin mühürlenmesi” Kur’an üslûbunda genellikle, inkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıllarını kullanma ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifade eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah’ın kuşatıcı iradesiyle gerçekleştiği için bu şartlanma “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim 101. âyetteki “Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi” şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha önce inkâr ettiği şeyleri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk ve reddetmesinin güçlüğüne işaret etmektedir.
Müfessirler, 102. âyetteki ahd kelimesini çoğunlukla “Allah’ın Hz. Âdem’in sulbüne, soyuna ve dolayısıyla bütün insanların fıtratına bahşettiği hakkı ve hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın yaratılışının en başında potansiyel olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” anlamında açıklamışlardır. Kur’an’da, insanın böyle bir olumlu eğilim ve istidadı varlığının özünde saklayarak dünyaya gelmesi, onun Allah’a karşı olan bir tür ahdi ve borcu, buna karşılık mükellef bir insan haline geldikten sonra fıtrat dinini tanımayarak bâtıl inançlara, çirkin davranışlara sapması da “Allah’ın ahdini bozma” şeklinde dile getirilir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 561-562
اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ
Hemze inkâri istifham, وَ atıf harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَهْدِ şart fiili olup illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte يَهْدِ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَرِثُونَ الْاَرْضَ ‘dır. Îrabtan mahalli yoktur.
يَرِثُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْاَرْضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مِنْ بَعْدِ car mecruru يَرِثُونَ fiiline müteallıktır. اَهْلِهَٓا muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır.
Muttasıl zamir هَٓا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْ tekid ifade eden muhaffefe اِنَّ ’dir. İsmi olan şan zamiri mahzuftur. Takdiri; أنه şeklindedir.
Hafifletilmiş olan اَنْ aynı اَنَّ gibi isim cümlesinin başına gelir. Fakat ismini hiçbir zaman açıkta göremeyiz. Çünkü ismini gizli bir zamir (zamir-i şan) olarak alır.
Hafifletilmiş olan اِنْ cümle başında gelebileceği gibi, hafifletilmiş olan اَنْ cümle ortasında gelir.
Hafifletilmiş olan اَنْ ’ in haberi devamlı cümle olur. Bu cümle isim veya fiil cümlesi olabilir. Edattan sonraki cümle isim veya çekimi yapılamayan (camid) bir fiilden oluşan fiil cümlesi ise, edatla arasında yabancı bir kelime bulunmaz.
Haberinin geliş şekilleri şöyledir:
1. İsim cümlesi şeklinde gelirse:
a) Başına herhangi bir edat gelmeyen isim cümlesi.
b) Başına لَا harfi gelen isim cümlesi (Bu لَا cinsi nefy içindir.)
2. Fiil cümlesi şeklinde gelirse:
a) عَسَى ve لَيْسَ gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelir.
b) Bu iki fiilin haricinde başka fiillerden gelirse bu fiil cümlesinin başına س – سَوْفَ – قَدْ – لَنْ – لَمْ – لَو gibi harflerden birisinin gelmesi zorunludur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şan zamirleri: Müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs zamiri)nde kendisine dikkat çekilmek istenen bir iş için kullanılır. İkisine birden iş zamiri denir.
Müzekkerine > zamir-i şan (هُوَ – هُ)
Müennesine > zamir-i kıssa (هِيَ – هَا)
Not: Zamirler normalde kendinden önceki ismi açıklarken, zamir-i şan/kıssa ise kendinden sonraki kısma dikkat çeker.
Şan zamiri, kendisinden sonra bir cümle gelecek ve gelecek olan o cümle çok önemli, mesajı verir.
İş zamirleri üçe ayrılır:
- Munfasıl (ayrı iş zamirleri > هُوَ – هِيَ ) mübteda olarak kullanılır.
- Muttasıl (bitişik iş zamirleri > ىهُ – هَا ) huruf-u müşebbehe bi’l fiil veya efal-i kulûb ile kullanılır.
- Mahzuf iş zamiri (hazf olmuş iş zamiri) كَأَنَّ ، أَنَّ ، إنَّ ‘nin muhaffefleri olan كَأَنْ , أَنْ , إِنْ ’den sonra hazfedilmiş olarak gelir.
İş zamirlerinin özellikleri:
1) İş zamirinin haberi cümle olur. (Müfred olmaz)
2) İş zamiri munfasıl olduğunda mübteda olur.
3) Muttasıl olduğunda ya huruf-u müşebbehe bi’l fiil’in ismi yahut efal-i kulûb’un birinci mef’ûlu olur.
4) İş zamirleri kendisinden sonraki kısma dikkat çekmek için kullanılır.
5) Sadece müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirlerinde kullanılır. Tesniye ve cemi sıygaları kullanılmaz.
6) İş zamirinin haberi isminin önüne geçmez.
7) Haberde iş zamirine ait bir zamir bulunmaz.
8) İş zamirinden sonra gelen cümleye tefsir cümlesi de denir. Bu cümlenin îrabdan mahalli vardır. Halbuki diğer tefsir cümlelerinin îrabdan mahalli yoktur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. نَشَٓاءُ şart fiili olup merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, يَهْدِ fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevabı اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ ‘dir.
اَصَبْنَاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بِذُنُوبِهِمْ car mecruru اَصَبْنَاهُمْ fiiline müteallıktır. بِ harf-i ceri, sebebiyyedir.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. نَطْبَعُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
عَلٰى قُلُوبِهِمْ car mecruru نَطْبَعُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. لَا يَسْمَعُونَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْمَعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ
Ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Bu cümle, اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama ve takrir kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olduğu istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Menfi muzari fiil sıygasındaki cümlede mecrur mahaldeki لِلَّذ۪ي has ism-i mevsûlü, لَمْ يَهْدِ fiiline müteallıktır. Sılası olan يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا , muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
الإرْثُ : Ölen kişinin malının en uygun olana verilmesidir. Sahip olduğu izzet ve şeref vasıfları dolayısıyla mecaz olarak, diri için ölüye benzetilerek kullanılır. (Âşûr)
الْاَرْضَ kelimesinin marifeliği cins içindir. Yani ‘’herhangi bir araziyi miras alırlar’’ demektir. (Âşûr)
اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ cümlesine dahil olan اَنْ muhaffefe أَنَّ ’dir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Tekid ifade eden masdar harfi أَنَّ ‘nin ismi olan şan zamiri mahzuftur. Haberi, şart üslubunda haberî isnaddır. نَشَٓاءُ şart, اَصَبْنَاهُمْ cevap fiilidir.
أَنَّ ve masdar tevilindeki isim cümlesi, لَمْ يَهْدِ fiilinin faili konumundadır.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip bir şey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
يَهْدِ fiilinin lâm ile geçişli ( لِلَّذ۪ينَ ) yapılmış olmasının sebebi, beyan etmek anlamında kullanılmış olmasıdır. (Keşşâf)
Arka arkaya 4 ayet-i kerime soruyla başlamıştır.
وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ
وَ , istînâfiyyedir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ifadesinin neye taalluk ettiği konusunda birkaç farklı değerlendirme söz konusudur. İlkine göre اَوَلَمْ يَهْدِ ifadesinin anlamının delalet ettiği şeye atfedilmiştir ve sanki “onlar hidayetten gafil kalır, biz de kalplerini mühürleriz” anlamındadır. İkincisine göre ise يَرِثُونَ الْاَرْضَ ْifadesine matuftur ya da herhangi bir şeye matuf olmayıp وَنحن نَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ (ve biz onların kalplerini mühürleriz) anlamındadır. Şayet لَوْ نَشَٓاءُ (istesek) fiili, لو شئنا (istemiş olsaydık) manasında olduğu gibi, نَطْبَعُ (mühürleriz) fiili de وطبعنا (ve mühürledik) anlamında olup اَصَبْنَاهُمْ fiiline matuf olabilir mi?” dersen şöyle derim: Anlam [“… dilesek günahları yüzünden onları da cezalandırabilecek ve kalplerini mühürleyebilecek olmamız …” mealinde olacağından bunu desteklemez; çünkü ayette sözü edilenlerin kalpleri mühürlü olup kendilerinden öncekilerin günah işleme ve günahlar yüzünden azaba maruz kalma özelliğine sahiptirler. Oysa bu şekilde -muzari fiilin mazi anlamında değerlendirilmesi şeklinde- bir yorum onların böyle bir özellikten yoksun oldukları ve şayet Allah Teâlâ dilerse bu özelliğe sahip olacakları anlamına gelir. (Keşşâf)
طْبَعُ , ‘mühürledi’ demektir. Matbaa, tabiat kelimeleri buradan gelir. Hamdi Yazır, ‘küfrü onların tabiatı kılmak’ şeklinde açıklamıştır. Aynı kökten olduğu için bu manayı da verebiliriz. Kalplerini mühürleriz, küfür onların tabiatı haline gelir.
يَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِ ifadesinde istiare vardır. Kalp hidayetin içine konulacağı mühürlenebilen bir kaba benzetilmiştir. Kâfirlerin büyüklenme ve inanmama konusundaki inatlarının ulaştığı şiddeti ifade etmek için bu istiare yapılmıştır. Bu ifade Bakara/7 deki ختم اللهغلى قلةبهم ifadesine benzemekle beraber bu fiilde mana açsından daha kuvvetlidir. Çünkü bu fiil para basmakta kullanılır ve gümüş para üzerinde iz bırakmak manasındadır. Çamur veya mum üzerinde iz bırakmak manasında ise ختم fiili kullanılır. (Şerîf er-Radî, Kur’ân Mecazları)
فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Ayetin fasılası, نَطْبَعُ cümlesine فَ ‘le atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesinde olayı canlandırarak onun dikkatini uyanık tutmayı sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır. (Kuran Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayet-i kerimede işitme duyusu kalplere isnad edilmiştir. Mecazî bir kullanım olabilir. Yani işitmek, anlamak manasındadır. Ya da istiare vardır.
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | تِلْكَ | işte o |
|
2 | الْقُرَىٰ | ülkeler |
|
3 | نَقُصُّ | anlatıyoruz |
|
4 | عَلَيْكَ | sana |
|
5 | مِنْ | -nden |
|
6 | أَنْبَائِهَا | onların haberleri- |
|
7 | وَلَقَدْ | ve andolsun |
|
8 | جَاءَتْهُمْ | onlara getirmişlerdi |
|
9 | رُسُلُهُمْ | elçileri |
|
10 | بِالْبَيِّنَاتِ | açık deliller |
|
11 | فَمَا | fakat hayır |
|
12 | كَانُوا | onlar |
|
13 | لِيُؤْمِنُوا | inanmadılar |
|
14 | بِمَا | ötürü |
|
15 | كَذَّبُوا | yalanladıklarından |
|
16 | مِنْ |
|
|
17 | قَبْلُ | önceden |
|
18 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
19 | يَطْبَعُ | mühürler |
|
20 | اللَّهُ | Allah |
|
21 | عَلَىٰ | üzerini |
|
22 | قُلُوبِ | kalbleri |
|
23 | الْكَافِرِينَ | kafirlerin |
|
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ
İsim cümlesidir. İşaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
الْقُرٰى kelimesi işaret isminden bedel veya atf-ı beyandır.
نَقُصُّ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. نَقُصُّ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
عَلَيْكَ car mecruru نَقُصُّ fiiline müteallıktır. مِنْ اَنْـبَٓائِهَا car mecruru نَقُصُّ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ
وَ istînâfiyyedir. لَ mahzuf kasemin cevabına gelen muvattie harfidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
جَٓاءَتْهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir.
Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. رُسُلُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamiri هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِالْبَيِّنَاتِ car mecruru جَٓاءَتْهُمْ fiiline müteallıktır. اَلْبَيِّنَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ
فَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُٓوا fiiline dahil olan لِ , lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, كَانُوا ’nun mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri; ما كانوا مؤهّلين أو مستعدّين للإيمان (İman etmeye ehil veya hazır olan değillerdi.) şeklindedir.
يُؤْمِنُٓوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى) ’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ) ’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte يُؤْمِنُوا fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık – bedel, istiane, zaman – mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذَّبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ قَبْلُ car mecruru كَذَّبُوا fiiline mütellıktır. قَبْلُ cer mahallinde muzâftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
قَبْلَ ve بَعْدَ kelimeleri; muzâfun ileyhleri hazfedilince damme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı’ zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı, hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundandır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذَّبُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ‘dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. Tef’il babının en yaygın anlamı teksirdir.
كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ
كَ harf-i cerdir. مثل ‘’gibi’’ demektir. Bu ibare, amili يَطْبَعُ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri; طبعًا مثلَ ذلك الطبع يطبع الله على قلوب الكافرين (Allah bu mühürlemeye benzer şekilde kâfirlerin kalplerini mühürler.) şeklindedir.
ذا işaret ismi, sükun üzere mebni, mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
يَطْبَعُ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. عَلٰى قُلُوبِ car mecruru يَطْبَعُ fiiline müteallıktır.
الْكَافِر۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak içindir.
Müsnedin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifade etmek içindir.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
تِلْكَ الْقُرٰى [O memleketlerden] maksat, daha önce bahsedilen beş kavim, yani Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb (as)'ın kavimleridir. Bu, "Biz sana, onların nasıl imha edildiklerinin haberlerini veriyoruz. Ama onların dışında kalan kavimlerin haberlerini ise, henüz sana anlatmadık" demektir. Allah Teâlâ, özellikle bu kavimlerle ilgili haberlerden bahsetmiştir. Çünkü onlar, kendilerine verilen onca nimetlere karşılık, uzun zaman başlarına bir azap gelmemesinden dolayı aklanmışlar ve kendilerinin hak üzere olduklarını sanmışlardır. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, aynı duruma düşmekten ve bu gibi şeyleri yapmaktan sakınsınlar diye, Muhammed (sav) ümmetinin dikkatini çekmek için bu hadiseleri zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Keşşâf)
مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ ibaresindeki مِنْ , ba’diyet ifade eder. (Beyzâvî, Âşûr)
Kelamın başında zikredilen haberler memleketlere izafe edilmiştir. Oysa anlatılanlar, o memleketlerin halkının haberleridir ve maksat da o halkın hallerini beyan etmektir. "Andolsun ki onlara Peygamberleri beyyineler getirmişlerdi" cümlesi de bunu bildirir. (Ebüssuûd)
وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ
وَ istînâfiyye, لَ mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır. قَدْ ve لَ tekid ifade eder.
جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۘ şeklindeki cevap cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Peygamberlerin, beyyine (mûcize)ler getirmeleri, her peygamberin tek bir mucize değil fakat hikmetin gerektirdiği kadar ve şekilde bir çok mucize getirmesi anlamındadır. (Ebüssuûd)
Menfi كَان ‘nin dahil olduğu فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ cümlesi, kasemin cevabına matuftur.
لِيُؤْمِنُوا cümlesine dahil olan لِ , cümleyi gizli bir أن ’le sebep bildiren masdara çevirmiştir. Masdar-ı müevvel, cer mahallinde كَان ‘nin mahzuf haberine müteallıktır.
Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَا كَانُ ‘li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Tefsir, 3/79)
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl لِيُؤْمِنُوا , مَا ‘e müteallıktır. Sılası كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ kavliyle mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Bu haberlerde olaylar hep karyeye, şehre isnad edilmiştir. Ancak haberler şehre değil, yaşayanlara aittir. Hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
لِيُؤْمِنُوا - كَذَّبُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
لِيُؤْمِنُوا ’daki lâm, olumsuzlamayı pekiştirir ve imanın onların bu küfürde ısrarcı hallerine tamamen ters olduğu anlamını verir. (Keşşâf, Beyzâvî)
كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ , fiilin mahzuf mef’ûlü mutlakına müteallıktır. Takdiri; طبعًا مثلَ ذلك الطبع يطبع الله على قلوب الكافرين (Allah bu mühürlemeye benzer şekilde kâfirlerin kalplerini mühürler.) şeklindedir.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Burada işaret edilenlerin durumunun ne derece kötü olduğunu ifade eder.
يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Müsnedin muzari olarak gelişi hudûs, tecessüm ve teceddüt bildirir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Kalplerin mühürlenmesi ifadesinde istiare vardır. Kalp hidayetin içine konulacağı mühürlenebilen bir kaba benzetilmiştir. Kâfirlerin büyüklenme ve inanmama konusundaki inatlarının ulaştığı şiddeti ifade etmek için bu istiare yapılmıştır.
الْكَافِر۪ينَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
نَقُصُّ cümlesindeki azamet zamirinden, bu cümlede gaib zamire iltifat vardır.
طْبَعُ , mühürledi demektir. Matbaa, tabiat kelimeleri buradan gelir. Hamdi Yazır, küfrü onların tabiatı kılmak şeklinde açıklamıştır. Aynı kökten olduğu için bu manayı da verebiliriz. Kalplerini mühürleriz, küfür onların tabiatı haline gelir.
الْكَافِر۪ينَ ifadesindeki marifelik, cinsi tarif içindir. İstiğrak için olması da uygundur. Yani, zikredilen ve zikredilmeyen tüm kâfirler demektir. (Âşûr)
Ayetin fasılası, öncesi için tezyîl cümlesidir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelir.
الكافرين - كَذَّبُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. وَجَدْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لِاَكْثَرِهِمْ car mecruru عَهْدٍ kelimesinin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurudur.
مِنْ zaiddir. عَهْدٍ lafzen mecrur, وَجَدْنَا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. اِنْ tekid ifade eden muhaffefe اِنَّ ’dir. İsmi olan zamiri mahzuftur.
وَجَدْنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. اَكْثَرَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi, اِنْ ‘in muhaffefe اِنَّ olduğuna delalet eden lam-ı farikadır. فَاسِق۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
فَاسِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan فسق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ
Ayet, يَطْبَعُ اللّٰهُ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür. Menfi mazi fiil cümlesi faide-i haber talebî kelamdır.
Mef’ûl olan مِنْ عَهْدٍۚ ’e dahil olan مِنْ , tekid ifade eden zaid harftir.
يَطْبَعُ اللّٰهُ cümlesindeki lafza-i celâlden bu ayette azamet zamirine iltifat edilmiştir.
عَهْدٍۚ ’deki tenvin ta’zim ifade eder.
Cümle وَمَا وَجَدْنَا cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Muhaffefe اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede şan zamirinin hazf îcâz-ı hazif sanatıdır.
Buradaki اِنْ harfinin ismi veya Zemahşerî’ye göre şan zamiri mahzuftur. Abkari bunun إنّي olduğunu söylemiştir, ي harfi düşmüştür. (Mahmut Sâfi)
اِنْ ’in haberi mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istimrara işaret etmiştir. Onların çoğunun fasık olduğu kesin bir dille belirtilmiştir.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrara delalet eder. (Vakafat, S. 107)
لَفَاسِق۪ينَ ’de tağlîb sanatı vardır. Müennes, müzekkerde tağlîb yoluyla ifade edilmiştir.
Ayetteki هُمْ zamiri, insanlara râcidir ve bu cümle, bir itiraz cümlesidir. (Ebüssuûd)
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ cümlesi ile وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اَكْثَرَهُمْ ve وَجَدْنَٓا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
وَجَدْنَٓا - مَا وَجَدْنَا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
İlk جَدْنَٓا bulmak, ikinci جَدْنَٓا bilmek anlamında ise aralarında tam cinas da vardır.ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | بَعَثْنَا | gönderdik |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | بَعْدِهِمْ | ardlarından |
|
5 | مُوسَىٰ | Musa’yı |
|
6 | بِايَاتِنَا | ayetlerimizle |
|
7 | إِلَىٰ |
|
|
8 | فِرْعَوْنَ | Fir’avn’a |
|
9 | وَمَلَئِهِ | ve onun ileri gelenlerine |
|
10 | فَظَلَمُوا | haksızlık ettiler |
|
11 | بِهَا | (ayetlerimize) |
|
12 | فَانْظُرْ | fakat bak |
|
13 | كَيْفَ | nasıl |
|
14 | كَانَ | oldu |
|
15 | عَاقِبَةُ | sonu |
|
16 | الْمُفْسِدِينَ | bozguncuların |
|
Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur’ân-ı Kerîm’in inzâli sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed’in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâiloğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.
Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’ao (veya per’aâ) kelimesinden gelen fir‘avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370’lerde “kral” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.
Eski Ahid’de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra’nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları’na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses’in oğlu Menephtah’ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyân b. Velîd, Hz. Yûsuf’un dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kåbûs b. Mus‘ab ve daha sonra gelen Ebü’l-Abbas b. Velîd inkârcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi (ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA, XIII, 118-121; İsrâiloğulları için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.).
Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel öğretilerini ihya etmek üzere, mûcizelerle desteklenmiş olarak Hz. Mûsâ’nın gönderildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki “zalemû” (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla “Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri inkâr ettiler” mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokmân sûresinin 13. âyetinde “Çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuş; diğer birçok âyette zulüm kelimesi küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, “Firavun ve önde gelen adamları, halkın Mûsâ’ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler” anlamında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36). Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının “fesatçılar” şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkârcılığın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 564-565
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. بَعَثْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مِنْ بَعْدِهِمْ car mecruru بَعَثْنَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مُوسٰى mef’ûlun bih olup mukadder fetha ile mansubtur.
بِاٰيَاتِنَٓا car mecruru بَعَثْنَا fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri نَا , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلٰى فِرْعَوْنَ car mecruru بَعَثْنَا fiiline müteallıktır. فِرْعَوْنَ kelimesi gayri munsarif olduğu için esre almamıştır. Cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَلَا۬ئِه۪ kelimesi atıf harfi وَ ’la فِرْعَوْنَ ‘ye matuftur.
فَ atıf harfidir. ظَلَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِهَا car mecruru ظَلَمُوا fiiline müteallıktır.
فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
فَ istînâfiyyedir. انْظُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت ’dir.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
عَاقِبَةُ kelimesi كَانَ ’nin muahhar ismi olup merfûdur. الْمُفْسِد۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُفْسِد۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ
Ayet, وَجَدْنَٓا cümlesine tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ harfi ile atfedilmiştir. ثُمَّ ; birbirine bağladığı manalar arasında kısa da olsa bir süre olduğunu ifade eder. Bu atıf harfi terahi ifade eder, sıralama bildirir. Terahi; sözlükte sonra olmak ve gecikmek anlamındadır.
Ayetin ilk cümlesi müspet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِاٰيَاتِنَٓا izafetinde azamet zamirine muzâf olan اٰيَاتِ şan ve şeref kazanmıştır.
بِاٰيَاتِنَٓا ifadesindeki بِ mülâbese içindir ve Musa (as)’ın hali olarak gelmiştir. (Âşûr)
Aynı üslupta gelen فَظَلَمُوا بِهَاۚ cümlesi, makabline فَ ile atfedilmiştir. Sonra anlamına gelen ثُمَّ kelimesiyle beraber مِنْ بَعْدِهِمْ ibaresinin gelmesi, Musa’nın (as) ba’s edilmesinin de diğer peygamberlerin birbiri ardınca gönderilmesi şeklindeki ilâhi sünnete uygunluğunu gösterir. Firavun; Mısır’a hükümdar olan kralların genel ünvanıdır. Özellikle Firavun ve kavminin önde gelenlerinin zikredilmesi işlerin idaresinde asıl olmalarından, emir ve yasaklarda halkın kendilerine bağlı olmasındandır. فرعن kelimesinin kökü olan فرع fiili zorbalık yapmak, zalimleşmek demektir. (Ebüssuûd)
الْمَلَأ ; göz dolduran kişiler, dalkavuklar demektir. Ayrıca الْمَلَأُ kelimesinin eşraf ve yöneticiler anlamı da vardır. Bunun, beraberinde kadınların olmadığı erkekler anlamında olduğu da söylenmiştir. (Ebüssuûd)
فَظَلَمُوا بِهَاۚ ifadesi, ayetlerimizi inkâr ettiler anlamına gelir; zulüm, küfür yerine kullanılmıştır. Çünkü bunlar aynı vadideki fiillerdir. ‘’İnsanlara bu sebeple, yani onları korkutup hak yoldan alıkoyarak, müminlere eziyetler ederek zulmettiler’’ anlamına da gelebilir. (Keşşâf)
فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
فَ istînâfiyyedir. Cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. كَانَ ’nin muahhar ismi, الْمُفْسِد۪ينَ ‘ye muzâf olan عَاقِبَةُ ’dur.
كَانَ ’nin dahil olduğu bu isim cümlesi, انْظُرْ fiilinin mef’ûlü konumundadır.
Sübut ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tevbih ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
الْمُفْسِد۪ينَ kelimesi isim olarak gelerek fesat çıkarmanın onların devamlı bir hali olduğuna işaret etmiştir.
الْمُفْسِد۪ينَ - ظَلَمُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Onlara açıkça müfsit denmemiş, tariz yolu ile müfsid oldukları söylenmiştir.
وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
Hz. Mûsâ, “Ben âlemlerin rabbi tarafından görevlendirilmiş bir elçiyim” demekle hem risâletle görevlendirilmiş olduğunu ilân etmiş hem de –yüce Allah âlemlerin rabbi olduğuna göre– Firavun’un tanrılık iddiasının geçersiz sayılması gerektiğini ima etmiş oluyordu. Ayrıca o, bütün peygamberler gibi kendisinin de ilk görevinin Allah hakkında gerçeği söylemek olduğunu; bildireceklerinin kuru birer iddia olmayıp bu hususta açık bir “hüccet”e yani aklî kanıtlara veya mûcizelere dayandığını açıkladı (İbn Âşûr, IX, 39). Hz. Yûsuf’un Mısır’da bir üst düzey görevde bulunduğu sırada İsrâil adıyla da bilinen Hz. Ya‘kb ve on bir oğlu da Mısır’a göçmüşler; uzun süre itibarlı bir topluluk olarak yaşamışlardı. Ancak Mısır’da yönetimin el değiştirmesi üzerine, İsrâiloğulları, giderek çoğalmaları yanında, geniş topraklara sahip olmaları ve savaşlar sırasında Mısırlılar’ı arkadan vurmaları ihtimalinin bulunması gibi siyasî ve ekonomik sebeplerle tehlikeli görülmeye başlayıp itibar kaybına uğradılar ve zamanla parya konumuna düşürülerek geri ve ağır işlerde istihdam edilir oldular. Erkek çocuklarının öldürülmesi kararı da nüfus artışının önlenmesi amacına yönelikti (bk. Çıkış, 1/8-17, 22). İşte aynı soydan bir peygamber olan Hz. Mûsâ, Tevrat’ta bildirildiğine göre (bk. Çıkış, 12/40) 400 yılı aşkın bir zamandır Mısır’da yaşayan kavmini bu alçaltıcı durumlardan kurtarmak için, Allah’ın buyruğu uyarınca (bk. Tâhâ 20/47), Firavun’dan, kavmini serbest bırakıp kendisiyle birlikte Mısır’dan Sînâ’ya dönmelerine izin vermesini istedi.
وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Mekulü’l-kavli, يَا فِرْعَوْنُ ‘dır. يَا nida harfidir. فِرْعَوْنُ münadadır.
Nidanın cevabı اِنّ۪ي رَسُولٌ ‘dur. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
Muttasıl zamir olan ي harfi, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. رَسُولٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
مِنْ رَبِّ car mecruru رَسُولٌ kelimesine müteallıktır. الْعَالَم۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
وَ istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede mekulü’l-kavl, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu ayet, bundan önce icmalen zikredilen mucizeleri, izhar keyfiyeti ile bozguncuların akıbetini tafsilen anlatmaya giriştir. (Ebüssuûd)
Nidanın cevabı olan isim cümlesi اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ , faide-i haber inkârî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Car mecrur رَسُولٌ , مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
رَبِّ الْعَالَم۪ينَ izafetinde âlemler, Rabb ismine muzâfun ileyh olmakla şan ve şeref kazanmıştır.
Allah Teâlâ’dan رَبِّ الْعَالَم۪ينَ şeklinde bahsedilmesi; her tür mahlukatın Mâliki olması dolayısıyla azametine işaret eder. (Âşûr, Mutaffifin/5)
Musa (as) Firavun’un kendisine inanması için اِنّ۪ ile tekid edilmiş bir isim cümlesiyle hitap etmiş ve رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ ifadesini kullanmıştır. Böylece Allah Teâlâ’nın Rabb ismini de vurgulamıştır.
Rabb; bir şeyi kemâle ulaştırmak ve noksanlıklarını temizleyerek ve güzelleştirerek gidermek demektir. Bu; zâtî, ârizî, îtikadî, örfî, amelî, edebî, ilim yönlerinden olabilir. İnsan, hayvan ve bitki için de kullanılır. (Tahkîk)
Dünyanın en karanlık ve en sessiz köşesi dedikleri bir yer varmış. Oraya gitmek ve bir gece boyunca kalmak, her yiğidin harcı değilmiş. Bu yüzden, gidip de kalanların sayısı çok azmış.
Yerliler, kalacakları yere bırakmadan önce, yerlerinden kıpırdamamalarını tembihlerlermiş. Burada, her ışık ve ses tanesinin yutulduğunu hatırlatırlarmış. Sesin ve ışığın olmadığı yerde, insan bedeninin ayakta durması mümkün değilmiş. Deneyenler düşer kalırmış, yerinden ayrılanlar ise bulunamazmış.
İnenler, bir süre sonra karanlık ve sessizlik tarafından yutulduklarını hissetmeye başlarmış. Tam da pişman oldukları sırada, benliklerindeki her hücrelerini dolduran bir ses duyarlarmış. Bu sese, Alemin Hakikat Çağrısı denirmiş:
‘Ey insan! Dön ve bak. Yaşadığın dünyanın içindeki ve dışındaki mesajları ara. Bakmasını bilirsen görür, dinlemesini bilirsen işitirsin. Okumasını bilirsen anlar, hakkı istersen kavuşursun. Aç kapılarını, kalbin hakikatle dolsun.
Ey insan! Rabbini bilmeden yaşanan hayat işe yarar mıdır? İmanı olmayanın değeri var mıdır? Hastalıktan ve ölümden bile kaçamayan, nesine güvenmektedir? Hakk, mağfiret ve rahmet yerine; batılı, gazabı ve azabı seçen ile. Gökten ve yerden nice bereket ve rahmet kapıları açılacakken, yüzünü dönen ahmak değil de nedir?
Ey insan! Rabbin Seni seçti, muhabbetiyle yarattı. Bedenini ve hayatını nice güzelliklerle süsledi. Dünya nimetleriyle donattı, ahiret nimetlerini de vaad etti. Seni cennetine ve mağfiretine çağırdı. Tek yapman gereken, O’na itaat etmekti. O’nun yolundayken, yaptığın hiçbir işin ve yaşadığın hiçbir anın boşa gitmediğini müjdeledi. Zaten bu alemde, O’na iman etmekten daha güzeli var mıydı?
Burada topladığın her hakikat kırıntısı seninle kalsın. Yaşadığın süre boyunca, imanını besleyenlerden ve Rabbinin rızasını kazananlardan olasın. İman ile yaşayasın, iman ile ölesin. Diriliş günü, yalnız selamı ve hayrı işitesin.’
Rabbim! Bizi: Batıldan, gazabından ve azabından korunanlardan,
Hakkı, mağfiretini ve rahmetini seçenlerden,
Sana itaate ve cennetine olan davetine icabet edenlerden,
Üzerine rahmet ve bereket kapıları açılanlardan eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji