Bürûc Sûresi 8. Ayet

وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّٓا اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  ...

Onlar mü’minlere ancak; göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a iman ettikleri için kızıyorlardı. Allah, her şeye şahittir.  (8 - 9. Ayetler Meali)
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve
2 نَقَمُوا öc almadılar ن ق م
3 مِنْهُمْ onlardan
4 إِلَّا başka bir sebeple
5 أَنْ
6 يُؤْمِنُوا inanmalarından ا م ن
7 بِاللَّهِ Allah’a
8 الْعَزِيزِ aziz ع ز ز
9 الْحَمِيدِ övgüye layık ح م د
 

Bir önceki sûrede olduğu gibi burada da yeminle söze başlanarak müminleri inançlarından dolayı ateş dolu çukurlara atıp yanmalarını seyreden zalimler kınanmakta ve âhirette hak ettikleri cezaya çarptırılacakları haber verilmektedir.

Burûc kelimesi “açığa çıkmak, görünmek, saray ve köşk” anlamlarına gelen burcun çoğuludur. Astronomi terimi olarak burç, güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her birini ifade eder. Modern astronominin ışığında “burûc”u “yıldız kümeleri” veya “galaksiler” olarak anlamak mümkündür (ayrıca bk. Hicr 15/16; Furkan 25/61). 2. âyetteki “vaad edilen gün”den maksat, kıyamet günüdür (Taberî, XXX, 82; Kurtubî, XIX, 283).

Tanıklık eden ve edilen” diye çevirdiğimiz 3. âyetteki şâhid ve meşhûd kelimelerini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır. Bunları kısaca şöyle sıralamak mümkündür: a) Şahit Allah, meşhûd yaratıklardır; b) Şahit Hz. Muhammed, meşhûd onun ümmetidir; c) Şahit Hz. Muhammed’in ümmeti, meşhûd diğer ümmetlerdir; d) Şahit peygamberler, meşhûd ümmetleridir; e) Şahit koruyucu melekler, meşhûd insanlardır; f) Şahit bütün insanlar, meşhûd kıyamet günüdür; g) Şahit Allah ve melekler, meşhûd da Allah’ın birliği ilkesidir. Bunlardan başka yıldızların, Hacerülesved’in, arefe, cuma ve pazartesi günlerinin şahit ve meşhûd olduğu yolunda görüş ileri sürenler de vardır (bk. Kurtubî, XIX, 283-285; Ateş, X, 392-394). Bir önceki âyette kıyamet gününün geçtiği dikkate alındığında “şahit” ile insanların amellerini görüp bilen ve sonunda karşılığını verecek olan Allah Teâlâ’nın, meşhûd ile Allah’ın durumlarını görüp bildiği ve buna bağlı olarak âhirette sorgu ve yargıdan geçireceği insanlar ile onların işlerinin kastedildiği düşünülebilir.

Sûrede sözü edilen “ashâbü’l-uhdûd”, İslâmiyet’ten önceki bir devirde inançlı insanları dinlerinden döndürmek için ateş dolu hendeklere atarak işkence eden kimseleri ifade eder. Âyetlerde semaya, kıyamet gününe, tanıklık edene ve edilene yeminle bu işkencecilerin lânetlendiği bildirilmektedir. Uhdûd “uzun ve derin hendek” demektir. Kendilerinden ashâbü’l-uhdûd diye söz edilen kimselerle onların işkence ettiği müminler ve bu olayın geçtiği zaman ve bölge hakkında Kur’an-ı Kerîm bilgi vermemiştir. Tefsirlerde bunların kimlikleri hakkında çok değişik ve bazen birbiriyle çelişen açıklamalar bulunmaktadır. Bu açıklamalar arasında Necran hıristiyanlarının Yemen Kralı Zûnüvâs tarafından idam edilmeleri yahut bir Zerdüşt kralının, erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmelerine Allah’ın müsaade ettiği şeklindeki hükmünü kabul etmeyen tebaasını ateşe atarak cezalandırması gibi güvenilir olmayan menkıbeler de vardır (bk. Taberî, XXX, 85-87; Kurtubî, XIX, 287-294). Bu ifadeyi belli bir olaya bağlamak yerine, tarihte çokça kullanılan ateşle işkence yöntemine atıfla genel mânada işkence ve işkenceciler şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Esed, III, 1253). 10. âyet de bu anlamı desteklemektedir. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi Burûc sûresinin indiği dönemde de Mekkeli müşrikler müminlere, özellikle fakirlere ve kimsesizlere acımasızca işkence ediyorlardı. Nitekim “...işkence edip de sonra tövbe etmeyenler var ya, işte onları cehennem azabı, yakıcı azap beklemektedir” meâlindeki 10. âyette Kur’an’ın geldiği toplumda da işkence uygulamasının bulunduğuna, böyle zulümleri Mekke müşriklerinin de yaptıklarına işaret edilmiştir (bk. Muhammed Eroğlu, “Ashâbü’l-uhdûd”, DİA, III, 471). 

Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 591-592
 
Peygamber Efendimiz ‘hesabı kolayca görülmenin”, ince hesaba çekilmeden sonucun bildirilmesi (arz) olarak tanımlamış; yoksa “ İnceden inceye hesaba çekilen, azaba uğramış olur” buyurmuştur. 
(Buhari, İlim 35; Tefsir 84/1; Müslim, Cennet 79; Tirmizi, Tefsir 84/1).
 

وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّٓا اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ


وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  نَقَمُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  مِنْهُمْ  car mecruru  نَقَمُوا  fiiline mütealliktir. 

اِلَّٓا  hasr edatıdır.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  نَقَمُٓوا  fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.

يُؤْمِنُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

بِاللّٰهِ  car mecruru  يُؤْمِنُوا  fiiline mütealliktir.  الْعَز۪يزِ  ve  الْحَم۪يدِۙ  kelimeleri lafza-i celâlin sıfatı olup kesra ile mecrurdur. 

الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ  kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.

Sıfat-ı müşebbehe; benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّٓا اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ


Ayet atıf harfi  وَ ‘la önceki ayette geçen  وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ شُهُودٌ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. 

Ayetin ilk cümlesi mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Nefy harfi  مَا  ve istisna harfi  اِلَّا  ile oluşan iki tekid hükmündeki kasr, fiille mef’ûlü arasındadır.  نَقَمُوا  maksur/sıfat, mef’ûl olan masdar-ı müevvel maksurun aleyh/mevsûf, olmak üzere, kasr-ı sıfat ale’s-mevsûf. Yani müsned, bu mef’ûle hasredilmiştir. 

Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfat olması caizdir. Bu durumda fiilin faili maksur/mevsûf, mef’ûl olan masdar-ı müevvel maksurun aleyh/sıfat olur.Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir.  

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  cümlesi, masdar teviliyle  نَقَمُوا  fiilinin mef’ûlü konumundadır. Masdar-ı müevvel, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  نَقَمُوا  fiiline müteallik olan car mecrur  مِنْهُمْ , ihtimam için, mef’ûl olan masdar-ı müevvele takdim edilmiştir

الْعَز۪يزِ  ve  الْحَم۪يدِ  kelimeleri lafz-ı celâl için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

 الْعَز۪يزُ- الْحَك۪يمُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Onları bu ağır işkenceye çarptırmalarının sebebi; yani onları ayıplamalarının ve yadırgamalarının sebebi iman etmekten başka bir şey değildi, demektir. (Keşşaf) 

Burada yermeye benze­yen bir üslupla övme vurgulanmıştır. Sanki Yüce Allah şöyle diyor: On­ların, Allah'a inanmaktan başka bir suçları yoktu. Bu, en büyük övünç vesilelerindendir. (Safvetü’t Tefâsir)

Bu ayette istisnadan sonra kötülenmesi gereken hususların yer alacağı akla gelmektedir. Ancak müminleri öven ifadelerin yer almasıyla ayette medhin tekidi yapılmış olup sanki şöyle denildi: Onların suçu sadece Allah'a  inanmaktı. (Kâsimî, Tefsirul Kâsimî, VII, 295)

نَقَمُوا  - يُؤْمِنُوا  kelimeleri arasında maziden muzariye geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.