Şems Sûresi 5. Ayet

وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ  ...

Göğe ve onu bina edene andolsun,
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالسَّمَاءِ ve göğe andolsun س م و
2 وَمَا ve
3 بَنَاهَا onu yapana ب ن ي
 

Önce bu tür doğal varlıklar ve olaylar üzerine yemin edilmesi hem evrenin genel düzenine, bunun insanlar için taşıdığı faydalara ve bu düzeni yaratıp yaşatan ilâhî kudretin büyüklüğüne hem de sonraki âyetlerde ele alınan konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlar. “Kuşluğu” diye çevirdiğimiz duhâhâ tamlamasına “güneşin ışığı, aydınlığı, sabah vakti, gündüz” gibi mânalar da verilmiştir (Şevkânî, V, 524). Ayın yani ışığının güneşin ardından gelmesi, ışığını ondan almasını veya güneş batınca ardından ay ışığının doğuşunu yahut ayın ilk göründüğü hilâl durumunu ifade eder. 7. âyette insan varlığı (nefs) üzerine yemin edilmesi onun yaratılışının özündeki üstünlüğe işaret eder. “Nefse düzen verme”, ona maddî ve mânevî güçlerin yerleştirilmesi, her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi ve bu güçleri kullanacak organların verilmesi şeklinde açıklanmıştır. 8. âyetteki fücûr her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan takvâ ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki elheme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü yerleştirmesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’an’ın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir. 1-8. âyetlerde yer alan yemin ifadelerinden sonra 9-10. âyetlerde sûrenin asıl mesajı olan insanın sorumluluğuna dikkat çekilmiş; nefsini arındıranın kurtuluşa ereceği, onu kötülüklerin akışına bırakanın ise büyük kayıba uğrayacağı vurgulanmıştır. 

 


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:629-630
 

وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ


السَّمَٓاءِ  atıf harfi  و ‘la  الشَّمْسِ ‘ye matuftur. مَا  ve  masdar-ı müevvel atıf harfi و ‘la  السَّمَٓاءِ ‘ye matuf olup mahallen mecrurdur.

بَنٰيهَا  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

 

وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ


السَّمَٓاءِ , atıf harfi  وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan  الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür.

Masdar harfi  مَا  ve sılası olan  بَنٰيهَاۙ , masdar tevilinde olup  السَّمَٓاءِ ‘ye atfedilmiştir. Sıla cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Keşşâf sahibinin, bu ifadenin başındaki  مَا ‘nın masdariyye  مَا ’sı olması halinde,  فَاَلْهَمَهَا fiilinin, bu ifadeye atfedilmesinin, nazım bozukluğuna sebebiyet vereceğine dair ileri sürdüğü şey, doğrudur, ama Kadî'nin, ‘’Bu, semanın yaratıcısına bir yemin olsaydı, bunun, güneşin zikredilmesinden sonra gelmesi caiz olmazdı…’’ şeklindeki görüşüne gelince, bu zor bir problemdir. Buna verilecek cevap hususunda hatırıma gelen şey şudur: Gözle görülebilen maddi şeylerin en büyüğü güneştir. Böylece Cenab-ı Hak, güneşin büyüklüğüne delalet eden bu dört vasfı ile birlikte, önce güneşten bahsetmiş, bundan sonra mukaddes zatını zikretmiş ve mukaddes zatını da üç sıfatla nitelemiştir. Ki bunlar da, Cenab-ı Hakk'ın, semayı, yeryüzünü ve mürekkeb varlıkları yönetmesidir. Böylece, mürekkeb varlıklara, onların en kıymetlisini, yani nefsi zikrederek dikkat çekmiştir. Bu tertipten maksadı ise, hem aklın, hem de duyu organlarının güneşi ve kütlesinin büyüklüğü hususunda mutabakat sağlamasıdır. Derken, basit seviyedeki akıl, güneş ile daha doğrusu, göklerdekilerin, yerdekilerin ve mürekkeb varlıkların tümü ile, bunları yoktan var eden bir zatın varlığını ispata yönelmiştir. İşte bu durumda akıl, burada, Allah'ın celal ve azametini, O'na yakışır bir biçimde idrak etme nasibini almış olur ki, his ve duyu organları da bu konuda, akla karşı çıkmamıştır. Böylece bu, aklın, maksûsat aleminin derinliklerinden, rububiyet aleminin zirvelerine ve samediyet kibriyasının başlangıçlarına çekilmesine ve ulaşmasına bir yol gibi olmuş olur. Binaenaleyh biz, hikmeti yüce, kelimeleri mükemmel olan zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz. (Fahreddin er-Râzî)