Yusuf Sûresi 4. Ayet

اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَب۪يهِ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ ل۪ي سَاجِد۪ينَ  ...

Hani Yûsuf, babasına “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı” demişti.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِذْ hani
2 قَالَ demişti ق و ل
3 يُوسُفُ Yusuf
4 لِأَبِيهِ babasına ا ب و
5 يَا أَبَتِ babacığım ا ب و
6 إِنِّي ben
7 رَأَيْتُ (rü’yada) gördüm ر ا ي
8 أَحَدَ (on) bir ا ح د
9 عَشَرَ on (bir) ع ش ر
10 كَوْكَبًا yıldız ك و ك ب
11 وَالشَّمْسَ ve güneşi ش م س
12 وَالْقَمَرَ ve ayı ق م ر
13 رَأَيْتُهُمْ gördüm ki onlar ر ا ي
14 لِي bana
15 سَاجِدِينَ secde ediyorlardı س ج د
 
Yûsuf aleyhisselâmın soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya‘kub, babası İshak, babası İbrâhim aleyhisselâm. Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrâhim’in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya‘kub ile eşi Rahel’den (İslâmî kaynaklarda Rahîl) dünyaya gelmiştir. Resûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah’ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın dostunun (halîl) oğludur” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/2). Rüya, “görmek” mânasına gelen rü’yet masdarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir.Türkçe’de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Râzî’ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfûzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, levh-i mahfûzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine özgü izler bırakır (XVIII, 135). Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfûzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur (levh-i mahfûz hakkında bilgi için bk. Bürûc 85/22). Gazzalî, levh-i mahfûz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfûz ile kalp arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfûzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında ancak hayalindeki sembolleri hatırlar (İhyâ, IV, 504-505). İşte rüyayı yorumlayıp işaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir (ayrıca bk. Yûsuf 12/44). Psikanalizin kurucusu Freud’a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya ise arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında ortaya çıkar (Umay Günay, s. 104). “İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libido” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır” (bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Rüya”, İFAV Ans., IV, 29). İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a) Sadık rüya. Kaynağı ilâhî olan ikaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 2-4). Sadık rüya gören kimse, bu vesileyle Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif” denilmektedir. Freud aşkın alanla ilgilenmediği için bu tür rüyadan da söz etmemiştir. b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların, arzuların hayalde canlanmasından ibarettir. c) İnsan ruhunun gizli bir dış tesirden (şeytan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 3). Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan, aşkın kaynağı olmayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir (bk. Yûsuf 12/44; Elmalılı, IV, 2865) Hz. Yûsuf’un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf’un şanının yüceliğini de gösterir. Yûsuf’un rüyası, yüce Allah’ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber’e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3). Yûsuf’un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya‘kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsuf’u kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bu sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yûsuf’un rüyada gördüğü güneş, babası Ya‘kub; ay, annesi Rahel; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi (Şevkânî, III, 9). 6. âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz te’vîlü’l-ehâdîs tamlamasındaki te’vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zâhirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Burada te’vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorumlayıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır. Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir. Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek sûretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak değerlendirmek de mümkündür. Buna göre cümle, Hz. Yûsuf’a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder. Anlaşıldığı kadarıyla Yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lutfunu tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrâhim ve İshak’a peygamberlik vererek onları en büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya‘kub’un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulaşamayacakları bir şerefe ulaştırmıştır (Mâide 5/20).
 
Riyazus Salihin, 70 Nolu Hadis: İnsanların en şereflisi Allah’tan en çok korkanlardır.
Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bazı insanlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en hayırlısı, şereflisi kimdir? dediler.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah’tan en çok korkanlarıdır” buyurdu.

Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunu sormuyoruz, dediler.

“O halde, Allah’ın halîli (İbrâhim)’in oğlu, Allah’ın nebîsi (İshak)’ın oğlu, Allah’ın nebîsi (Yakub)’un oğlu, Allah’ın nebîsi Yusuf’tur” buyurdu.

Ey Allah’ın Resûlü, biz bunu da sormuyoruz, dediler.

“O halde siz benden Arap kabilelerini soruyorsunuz. (Bilin ki) Câhiliye döneminde hayırlı (şerefli) olanlar, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar” buyurdu.  
(Buhârî, Enbiyâ 8, 14, 19, Menâkıb 1, Tefsîru sûre (12), 2; Müslim, Fezâil 168)
 

اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَب۪يهِ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَاَيْتُهُمْ ل۪ي سَاجِد۪ينَ

 


اِذْ  zaman zarfı,  الْغَافِل۪ينَ ye müteallıktır.

قَالَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.

يُوسُفُ  fail olup lafzen merfûdur.  يُوسُفُ  kelimesi gayri munsariftir.  Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

İsimler îrab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından ikiye ayrılır:

1. Munsarif isimler: Tenvini ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.

2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.

Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayri munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 لِاَب۪يهِ  car mecruru  قَالَ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هٖ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Mekulü’l-kavli,  يَٓا اَبَتِ dir. قَالَ  fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.

يَا  nida,  اَبَتِ  münadadır. Kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Mütekellim  يَ sı mahzuftur.

Nidanın cevabı  اِنّ۪ي رَاَيْتُ dur. 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

ي  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  

رَاَيْتُ  fiili  اَنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.

رَاَيْتُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُ  fail olarak mahallen merfûdur. 

اَحَدَ عَشَرَ  fetha üzere mebni  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

كَوْكَبا temyiz olup fetha ile mansubtur. 

Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.

Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, c) İçinde “كَفَى بِ” terkibi bulunan cümleler, d) Kem-i istifhamiye (soru için olan كَمْ) ve kem-i haberiye (çokluk bildiren  كَمْ) ile kurulan cümleler. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ  kelimeleri atıf  وَ la  اَحَدَ عَشَرَ e matuftur. 

رَاَيْتُهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُ  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

ل۪ي  car mecruru  رَاَيْتُهُمْ  fiiline müteallıktır.  سَاجِد۪ينَ  kelimesi  رَاَيْتُ deki mef’ûlunun hali olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.  

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و  (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

سَاجِد۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  سجد  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِذْ قَالَ يُوسُفُ لِاَب۪يهِ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 

 

Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan  قَالَ يُوسُفُ لِاَب۪يهِ  cümlesi  اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.

Önceki ayetteki azamet zamirinden bu ayette  قَالَ  fiilindeki gaib zamire iltifat edilmiştir.

قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli  يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ, nida üslubunda talebî inşaî isnaddır.

Nidanın cevabı  اِنَّ  ile tekid edilmiş, isim cümlesi …اِنّ۪ي رَاَيْتُ اَحَدَ, sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır. Bu cümlede haber fiil cümlesi şeklinde gelerek isnad tekrar edilmiştir. Müsnedin mazi fiil sıygasında gelişi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

كَوْكَباً - الشَّمْسَ - الْقَمَرَ  kelimeleri arasında mürâât-ı  nazîr sanatı vardır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden,  اِنَّ, isim cümlesi ve isnadın tekrarı şeklinde üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اَبَتِ  kelimesinin aslı,  يا أبي (babacığım) idi ve sonundaki  ي  hazf edildi ve ona niyâbeten (yerine) kesre ile yetinildi. Sonra da sonuna vakf “hâ”sı (تِ si) getirilerek يَٓا اَبَتِ  denildi. Çok kullanıldığı için bu hâ (yani تِ) kelimenin kendisinden kabul edildi ve mütekellim  ي ’sına muzaf kılındı şeklinde. Bu, Sa’leb İbnu’l Enbârî’nin görüşüdür.

كَوْكَباً  güneşe ve aya takdim edilmiştir. Çünkü hususen ve ismen zikredilmek daha şerefli ve itibarlı oluşu gösterir. Bu tıpkı, “Allah’ın melekleri, Cebrail, Mikâil…” (Bakara Suresi, 98) ayetinde olduğu gibidir. (Fahreddin er-Râzî)

 

 رَاَيْتُهُمْ ل۪ي سَاجِد۪ينَ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Takdir edilen suale cevaptır.

Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

سَاجِد۪ينَ  kelimesi  رَاَيْتُهُمْ  fiilindeki mef’ûl zamirden haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Ayetin son cümlesi meknî istiaredir. Müstear lafız  سَاجِد۪ينَ ’dir. Zikredilen gök cisimleri akıllı varlıklara benzetilmiştir.

رَاَيْتُهُمْ - رَاَيْتُ  kelimelerinde cinas, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Burada  رَاَيْتُهُمْ  fiilinin tekrarı, manayı lafzen tekid içindir.

Burada hayvan ve ölü (cansız) varlıkların, insanlar gibi konuşturulmasına benzer şekilde bir anlatım (mecaz) söz konusudur. (Kişileştirme (Teşhîs) Sanatı) (Ebû Ubeyde, Mecâzu’l Kur’an, I, s. 10-11.) 

Şerîf er-Radî  اَحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ (On bir yıldızı, ay ve güneşi…) ifadesinin istiare olduğunu söyler. Çünkü yıldızlar, güneş ve ay aklı olmayan varlıklardandır. Gramer bakımından bunlar için  سَاجِد۪ينَ  yerine  سَاجِدَةً  denilmesi uygun olurdu. Fakat akıllı varlıkların yaptıkları fiil (yani secde etmek) onlara isnat edilince, akıllı varlıkların sıfatlarıyla nitelenmeleri caiz oldu. Çünkü secde etmek, akıl sahiplerinin fiillerindendir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları, Safvetu't Tefasir)

Ayette niçin güneş ve ay sonra zikredilmiştir? Allah onları, yıldızlardan üstün oldukları için daha sonra zikretmiştir. Çünkü hususen ve ismen zikredilmek, daha şerefli ve itibarlı oluşu gösterir. (Fahreddin er-Râzî ve Ebüssuûd) 

Nida edilen kişi huzurda olmasına rağmen nida edilmesi söylenecek haberin önemi sebebiyledir. Böylece muhatap huzurda olması istenen gaib yerine konmuştur. Bu üslup, önemi sebebiyle yapılan kinaye veya istiaredir. (Fahreddin er-Râzî, Ebüssuûd, Elmalılı Hamdi Yazır, Âşûr)

لِي ساجِدِينَ ’deki car mecrurun takdimi ihtimam içindir. (Âşûr)