İsrâ Sûresi 111. Ayet

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَداً وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يراً  ...

“Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, zillet ve âcizliğin gerektirdiği bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a mahsustur” de ve O’nu tekbir ile yücelt.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقُلِ ve de ki ق و ل
2 الْحَمْدُ hamdolsun ح م د
3 لِلَّهِ Allah’a
4 الَّذِي
5 لَمْ
6 يَتَّخِذْ edinmeyen ا خ ذ
7 وَلَدًا çocuk و ل د
8 وَلَمْ ve
9 يَكُنْ olmayan ك و ن
10 لَهُ onun
11 شَرِيكٌ ortağı ش ر ك
12 فِي
13 الْمُلْكِ mülkte م ل ك
14 وَلَمْ ve
15 يَكُنْ (ihtiyacı) olmayan ك و ن
16 لَهُ onun
17 وَلِيٌّ yardımcıya و ل ي
18 مِنَ
19 الذُّلِّ acze düşüp de ذ ل ل
20 وَكَبِّرْهُ ve O’nu yücelt ك ب ر
21 تَكْبِيرًا tam bir yüceltme ile ك ب ر
 
Hemen her tefsirde geçen 110. âyetin iniş sebebiyle ilgili bir rivayete göre putperestlerden biri Hz. Peygamber’in “ey Allahım!, ey rahmân!” veya “yâ rahmân, yâ rahîm” şeklinde farklı isimlerle dua ettiğini duyunca, “Muhammed iki tanrıya tapıyor” diyerek dedikodu yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Allah’ın “güzel isimler”inden hangisiyle olsa dua edilebileceği bildirilmiştir (Taberî, XV, 182-183; Kurtubî, X, 349). Ancak İslâm’dan önce Araplar, putlara tapmakla birlikte bir yüce yaratıcının varlığına da inanır, O’nu hem Allah hem de rahmân isimleriyle anarlardı. Bu sebeple Resûlullah’a karşı mücadeleyi dava edinenler, böyle bir dedikodunun toplum nezdinde etkisinin olmayacağını bilirlerdi. Muhtemelen müslümanların eskiden kullandıkları rahmân gibi ilâhî isimleri bundan sonra da kullanıp kullanamayacakları hususunda tereddüt göstermeleri üzerine bu açıklama yapılmıştır (esmâ-i hüsnâ hakkında bk. A‘râf 7/180).
 
   “Namaz niyaz” deyimiyle çevirdiğimiz salât kelimesinin burada hangi anlamda kullanıldığı hakkında farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre burada kelime “namaz” anlamında kullanılmıştır. Bir rivayete göre Hz. Peygamber Mekke’de ashabıyla namaz kılarken âyetleri yüksek sesle okur, onun okuyuşunu duyan müşrikler Kur’an’a hakaret ederlerdi. Bunun üzerine sesini kısmasını, fakat yanında bulunanların duyamayacağı kadar da gizli okumamasını buyuran bu âyet inmiştir. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’ye isnad edilen diğer bir rivayete göre salât kelimesi burada “dua” anlamındadır. “Sesini fazla yükseltme!” derken öğle ve ikindi namazlarının, “sesini fazla da kısma” derken diğer namazların kastedildiği görüşü de vardır (bu ve benzeri yorumlarla konu hakkında geniş bilgi için bk. Râzî, XXI, 70-71). Taberî, bu görüşlere dair rivayetleri geniş olarak aktardıktan sonra âyete şu mânayı vermektedir: “Ey Muhammed! Namazında Kur’an okurken, dua ederken, rabbinden dilekte bulunurken, O’nu zikrederken sesini yükseltme ki müşrikler sesini duyup da seni üzmesinler...” (XV, 188). Önceki âyetlerde hem Kur’an okumaktan hem de duadan söz edildiği, ayrıca 111. âyette de bir dua örneği yer aldığı dikkate alındığında salât kelimesinin dua ve kıraat anlamlarını birlikte içerdiği de düşünülebilir.
 
 Son âyetin metnindeki  veled kelimesi sözlükte “erkek evlât” anlamına gelmekle birlikte, âyette hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak telakki eden inançları; kezâ putperest Araplar’ın, erkek çocuklarını kendilerine, kız çocuklarını Allah’a nisbet etmeleri, melekleri Allah’ın kızları saymaları şeklindeki bâtıl inanç ve telakkilerine (bk. Nahl 16/57) işaret edilmiş olmalıdır. Bunu göz önüne alarak meâlde bu kelimeye  “çocuk” anlamı vermeyi uygun bulduk. Âyette ayrıca Allah’ın hüküm ve hâkimiyetinde ortağı bulunmadığı, O’nun için âcizlikten, dolayısıyla kendisine yardım edecek bir destekçiye asla ihtiyacı olmadığı hatırlatılarak, müslümanların dilek ve ihtiyaçlarını yalnız O’na arzetmeleri, hayatlarını buna göre düzenlemeleri, bu inancın verdiği onurla gayretlerini üretken kılmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Tekbir buyruğu da müslümanların Allah’ı bu inançla yüceltmeleri anlamına gelmekte; böylece sûre, İslâm’ın ulûhiyyet ve tevhid inancının âdeta özeti olan veciz bir dua örneğiyle son bulmaktadır.
 
  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 529-531
 

Zelle ذلّ:  Mastarı ذُلٌّ olan cebir ve zorlama neticesinde meydana gelen horlanma ve aşağılanmadır. Fiil olarak ذَلَّ şeklinde zelil, hor ve hakir hale geldi anlamı taşır. Zull ذُلٌّ ne zaman insanın kendisi tarafından kendisine yönelik olursa övgüye değerdir. Mastarı ذِلٌّ şeklinde gelen ذَلَّ fiili ise ortada bir zorlama ya da zor kullanma olmaksızın bir inatçılıktan veya dik başlılıktan sonra ortaya çıkan uysallık ve yönetilebilirliktir. (Müfredat)

Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 24 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri zelil, zillet ve zuldür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَداً 

 

Cümle makablindeki  قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ ’ya matuftur. Fiil cümlesidir.  قُلِ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت dir. 

Mekulü’l-kavli  الْحَمْدُ لِلّٰهِ ’dır. قُلِ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

الْحَمْدُ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır.

الَّذ۪ي  müfred müzekker has ism-i mevsûl,  لِلّٰهِ  lafza-i celâlin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  لَمْ يَتَّخِذْ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَمْ   muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَتَّخِذْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هوdir. 

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar.

2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.

3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.

Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir. Ayetteki  يَتَّخِذْ  bu anlamdadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَداً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. İlk mef’ûl mahzuftur. Takdiri; لم يتّخذ أحدا ولدا (Hiç kimseyi çocuk edinmemiştir.) şeklindedir.

يَتَّخِذْ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  أخذ dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


 وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يراً

 

لَمْ يَكُنْ  atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَكُنْ  nakıs, meczum muzari fiildir.  لَهُ  car mecruru  يَكُنْ ’nün mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

شَر۪يكٌ  kelimesi  يَكُنْ ’nün ismi olup lafzen merfûdur. فِي الْمُلْكِ  car mecruru  شَر۪يكٌ ’e müteallıktır.

لَمْ يَكُنْ لَهُ  atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.  

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَكُن  nakıs, meczum muzari fiildir.  لَهُ  car mecruru  يَكُنْ ’nün mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

وَلِيٌّ  kelimesi  يَكُنْ ’nün ismi olup lafzen merfûdur.  مِنَ الذُّلّ  car mecruru  وَلِيٌّ ’e müteallıktır. 

وَ  atıf harfidir. كَبِّرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

تَكْب۪يراً  mef’ûlun mutlak olup fetha ile mansubdur. 

Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harfi cer almaz. Harfi cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak üçe ayrılır:

1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.

2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.

3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir.Adedini belirten mef’ûlü mutlak  فَعْلَةً  vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.

مَرَّةً  kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

كَبِّرْ  mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كبر ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

 

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَداً 

 


Cümle  وَ ’la önceki ayetteki …قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ  cümlesine atfedilmiştir. Mütekellim Allah Teâlâ, muhatap Hz. Peygamberdir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan …الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي  cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. 

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan  الْحَمْدُ ’nün haberi mahzuftur.  لِلّٰهِ  bu mahzuf habere müteallıktır.

İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur.

(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

لِلّٰهِ  lafzındaki  ل   harfi tahsis ifade eder. (Safvetü't Tefasir)

Bu ayette  اَلْحَمْدُ (hamd)  لِلّٰهِ  (Allah’a aittir) diyerek isim cümlesi kullanılmış ve böylelikle  الحمد  kelimesi Allah’a tahsis edilmiştir. Yani  اَحْمَدُ (hamd ederim) veya  نَحْمَدُ (hamd ederiz) diyerek fiil cümlesi kullanılmamış,  الحمد  herhangi bir zaman veya mekânla kısıtlanmamıştır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ , lafzen haber manen inşâ cümlesidir. Yani “elhamdulillah deyiniz” demektir. Hamdin Allah'a mahsus olduğunu ifade eder. Bu, Arapların  ألْكَرِمُ في العرَبِ (Cömertlik Araplara mahsustur.) sözüne benzer. 

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي , lafza-i celâl için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Lafza-i celâlin sıfatı konumundaki has ism-i mevsul  االَّذ۪ي ’nin sılası olan  لَمْ يَتَّخِذْ وَلَداً , menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.


 وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يراً

 

Cümle  وَ ’la sıla cümlesine atfedilmiştir. Menfi  كَان ’nin dahil olduğu cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Car mecrur  لَهُ  mahzuf habere müteallıktır. 

كَان ’nin muahhar ismi olan  شَر۪يكٌ ’daki tenvin nev, kıllet ve tahkir ifade eder. Nefy siyakında nekre umuma işarettir.

فِي الْمُلْكِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  الْمُلْكِ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  الْمُلْكِ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.

Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen  وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ  cümlesinin atıf sebebi, hükümde ortaklıktır.

وَلِيٌّ ’a müteallık olan  مِنَ الذُّلِّ ’deki  مِنَ  sebebiyyedir. (Âşûr) 

Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan son cümle, hükümde ortaklık sebebiyle  قُلِ cümlesine atfedilmiştir.

كَبِّرْهُ  sözünden sonra mef’ûlü mutlakın gelmesi tekid içindir ve tenvin ta’zim ifade eder. Çünkü Allah bu sıfatından dolayı kendinden başkalarının veremediği nimetleri vermeye muktedirdir. (Âşûr) 

كَبِّرْهُ  fiili ve mef’ûlü mutlak, تفعيل  babındadır. Bu babın en belirgin anlamı teksirdir.

Bu ayette Allah’ın çocuk edinmeme, mülkte ortağı olmama ve yardımcıya ihtiyacı olmama sıfatlarının sayılması taksim sanatıdır.

تَكْب۪يراً - الذُّلِّ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

كَبِّرْتَكْب۪يراً  kelimeleri arasında  iştikak cinası, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları ve  لَمْ  edatının tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bil ki Allah Teâlâ, ancak güzel isimleriyle anılmasını ve kendisine dua edilmesini emredince “De ki: Evlat edinmeyen, mülkte hiçbir ortağı olmayan, acziyetten ötürü yardımcıya ihtiyaç duymayan Allah'a hamdolsun. O’nu büyük bir tazimle ulula.” buyurarak nasıl hamdedileceğini öğretmiştir. Allah Teâlâ burada, selbi sıfatlardan olan tenzîh ve celâl sıfatlarından üç tanesini zikretmiştir. Bunlar; O'nun evlat edinmemiş olması, mülkte, hiçbir ortağının olmaması ve acziyetten dolayı yardımcıya ihtiyaç duymamasıdır. Cenab-ı Hak, “O'nu büyük bir tazimle ulula.” buyurmuştur. Bu, “Hamdin, tekbir ile olması gerekir.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Hamd esnasında bu yüce sıfatların zikredilmesi bize bildiriyor ki, hamde layık olan bu sıfatlara sahip olan zattır; başkası değildir. Zira bunlarla ancak kemâl ve var etmenin tam kudreti hasıl olur. İşte bundan dolayıdır ki bundan sonra Ve O'na tekbir getirdikçe getir denilmektedir. Bu kelam, şu hakikate dikkat çekmektedir. Kul, tenzih ve hamdin ifası konusunda ne kadar çaba harcarsa harcasın ve itaatler ile ibadetler için ne kadar gayret sarf ederse etsin, yine de bunlarda kusurunu kabul etmesi gerekir. (Ebüssuûd)

Surenin genelinde olduğu gibi son sayfadaki ayetlerin fasılaları da dikkate şayandır. Fasılalar surenin okunuşuna apayrı bir musiki katmaktadır. Bu özellik Kur'an’ı dinleyen kişide derin bir tesir bırakır. Ayet sonlarındaki bu mükemmel uyum, seci sanatının en güzel örneklerindendir.

Kur'an-ı Kerim’in her suresinde olduğu gibi bu surenin de sona erişi hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğini teşkil etmektedir.

Hüsn-i intihâ; mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. Kur'an’daki surelerin sonu bu sanatın en güzel örnekleridir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)