اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّح۪يمُ۟
Kur’an’ın genel yöntem ve üslûbu doğrultusunda, inkârcılara yapılan uyarı ve ceza bildirimini takiben müminlere de müjdeler verilmekte ve âhirette kendileri için hazırlanmış bulunan nimetler tasvir edilmektedir (cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).
21. âyette, müminlerin âhirette yakınlarıyla beraber olup olamayacakları konusuna değinilerek cennet hayatının güzelliklerini düşünenlerin hatırından geçebilecek önemli bir soruya cevap verilmiş olmaktadır. Bu âyetten ve başka birçok delilden anlaşıldığına göre cennete girmenin ön şartı iman sahibi olmaktır. Burada ayrıca, yüce Allah’ın müminlere, âhiret mutluluğunu, iman konusunda aynı yolu izleyen nesilleriyle birlikte yaşama imkânı lutfedeceği, bunun için onların iyi amellerinden bir eksiltmeye de ihtiyaç olmayacağı bildirilmektedir. İman konusunda sonraki nesillerin öncekilere uymasını, “Allah’a yürekten inanıp bu inancın gereklerini yerine getirmek yani O’na samimi kul olmak ve erdemli davranışlarda bulunmak hususunda geçmişlerini izlemek” şeklinde anlamak uygun olur. Âyette, cennette bir araya getirilecek yakınların mümin olma özelliğinde birleştikleri açıkça belirtildiği dikkate alınarak burada, böyle bir ortak noktada birleşmiş olanlar arasında dünyadaki sevgi, ilgi ve yakınlıkların cennette de devam edeceğine, bu noktada birbirinden ayrılmış olanların ise –muhtemelen oraya özgü algılama biçimine göre– zaten aynı sevgi hisleriyle dolu olamayacaklarına, dolayısıyla bu ayrılığın bir ıstırap sebebi oluşturmayacağına işaret edildiği söylenebilir. Nitekim birçok âyet ve hadise göre cennet hayatında her türlü tasa ve üzüntü son bulacaktır.
Âyetin son cümlesiyle âdeta, bu konuda verilen müjdenin yanlış anlaşılmaması ve istismar edilmemesi için bir uyarıda bulunulmaktadır: “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir.” Şu halde hiç kimse, iman ettikten sonra, iyi amelleri çok az ve günahları çok fazla olsa bile, dindar ve iyilik sever yakınları sayesinde cennete gireceğini zannetmemelidir. Bu âyetin “... yanlarına bu zürriyetlerini katacağız” diye çevrilen kısmı “zürriyetlerini de onların derecesine çıkaracağız” şeklinde de anlaşılmıştır. Ancak, Taberî ve İbn Atıyye’nin tercih ettiği bu yorumda da yukarıda belirtilen ana fikir değişmemekte, imanda atalarını izleyen nesillerin –amel açısından kusurlu olsalar bile– atalarına ilâhî bir ikram ve onurlandırma olmak üzere onların derecesine yükseltilecekleri anlamı öne çıkarılmaktadır (Taberî, XXVII, 24-26; İbn Atıyye, V, 189). Âyetin “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir” şeklinde çevrilen son cümlesinde kişinin sorumluluğu, borç ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açıklanmıştır. Bir borca karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da Allah’ın huzurunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin vermiş gibidir; hesabını verebilenler kurtulur, vermeyenler cezalarını çeker (Allah’ın kullarından aldığı söz hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/172). Şayet borcunu ödemeye çalışmış ve bu yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin kalmaktan kurtulacak, âhiret saadetine erişecektir (yakın bir izah için bk. Zemahşerî, IV, 35). Bu cümle için, herkesin yaptığı iyi kötü her şeyin kayıt altında olduğu, kimsenin başkasının günahından sorumlu olmayacağı ve sadece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu da yapılmıştır (Taberî, XXVII, 28). Bu itibarla, cümleye “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabını verecektir” veya “Herkesin durumu kendi kazancına bağlıdır” gibi mânalar da verilebilir. Bazı müfessirler Müddessir sûresinin 38-39. âyetlerini dikkate alarak müminlerin, bu âyetteki rehin nitelemesine dahil olmadığını, burada sadece inkârcıların kastedildiğini söylemişlerse de söz konusu cümlenin herkesi kapsadığı yorumu daha isabetli görünmektedir (Râzî, XXVIII, 252-253).
25-28. âyetlerde, kabirlerinden kaldırılanlardan söz edildiği kanaatini taşıyan müfessirler bulunmakla beraber bunların cennete girme mutluluğuna erişmiş kimseler olduğu genellikle kabul edilir; sözün akışı da bu görüşü desteklemektedir (Taberî, XXVII, 30; Şevkânî, V, 114). 21. âyetle bağ kurularak, 26-28. âyetlerdeki sözleri cennette çoluk çocuğuyla buluşturulmuş olanların birbirlerine söyleyecekleri de düşünülebilir. Buna göre bu ifadeleri şöyle izah etmek mümkündür: Doğrusu biz dünyadayken “Acaba burada sizden ayrı düşer miyiz?” diye kaygı duymaktaydık. Çok şükür ki yüce rabbimiz bizleri azabından korudu ve cennetinde buluşturdu. Dünya hayatında, Allah’ın burada bizi bir araya getirmesi için dua ediyorduk, dualarımızı kabul etti, çünkü O’nun ihsanı boldur, merhameti geniştir (İbn Âşûr, XXVII, 56-58). Müfessirlerin çoğu bu sözleri, cennet ehlinin, o sıradaki durumları ile dünyada çektikleri sıkıntıları karşılaştırma mahiyetinde aralarında yaptıkları konuşmalar veya kendilerinin bu mertebeye nasıl eriştiklerini soranlara verdikleri bir cevap olarak düşünüp şöyle açıklamışlardır: Dünyadayken Allah’a karşı gelmekten veya burada karşılaşacağımız azaptan için için korkardık; Cenâb-ı Allah bize lutfuyla muamele edip bağışladı veya bizi O’nun rızasına uygun ameller işlemeye muvaffak kıldı. Tabii ki dünya hayatında iken yalnız O’na kulluk ve dua ediyorduk, şimdi de tek sığınağımız O’dur; O vaadinde durur ve engin merhamet sahibidir (Şevkânî, V, 114-115; Hâzin, VI, 93-94).
28. âyette berr kelimesi, Allah’ın ismi olarak kullanılmış olup, esmâ-i hüsnâ şârihleri bunun anlamını genellikle şöyle açıklamışlardır: Yüce Allah’ın bütün mahlûkatına rahmetiyle muamele etmesi, takvâ sahibi kullarına kat kat sevap vermesi, niyetlendiği güzel işleri yapamayanları ve niyetlendiği kötü işlerden vazgeçenleri bile ödüllendirmesi, âsileri ise sadece işledikleri günahlar kadar cezalandırması. Bu isim, söz ve haberlerinde mutlak sâdık anlamıyla da açıklanmıştır (Metin Yurdagür, s. 219-220).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 145-148
اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَّا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
كَانَ ‘nin dahil olduğu cümle اِنّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. نَّا mütekellim zamiri كَانَ ‘nin ismi olarak mahallen merfûdur.
مِنْ قَبْلُ car mecruru نَدْعُوهُۜ fiiline mütealliktir. نَدْعُوهُۜ cümlesi كَانَ ‘nin haberi olarak mahallen mansubdur.
قَبْلَ muzâfun ileyhleri hazf edilince zamme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نَدْعُوهُ mahzuf elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّح۪يمُ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
هُوَ fasl zamiridir. Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -îrabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْبَرُّ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ۟ kelimesi اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.
الْبَرُّ sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُۜ
Allah’ın lütfu için ta’liliyye olarak gelen ayetin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ‘nin haberi olan كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُۜ cümlesi, كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْ قَبْلُ , amili olan كَانَ ‘nin haberi نَدْعُوهُۜ fiiline takdim edilmiştir.
قَبْلُ cer mahallinde muzaftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır. Muzâfun ileyhin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
كَان ’nin haberinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.103)
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّح۪يمُ۟
Ta’liliyye olarak fasılla gelen bu son cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.
اِنَّ ve fasıl zamiri ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. هُوَ , fasıl zamiri, kasr ifadesiyle cümleyi tekid etmiştir. Bir başka tekid unsuru da haberin marife gelmesidir. Ayrıca اِنَّ ‘nin haberinin marife oluşu, bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmiştir.
Fasıl zamiri hasır içindir. İyilik ve rahmet sıfatlarının ancak Allahu Teala ile sınırlandırmak içindir. Bu da başkalarının doğruluk ve merhametine güvenilmemesinden dolayı mübalağa için iddiaî kasrdır. (Âşûr)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve fasıl zamiri, müsnedin marife gelmesi sebebiyle çok sayıda tekid ve tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّ ’nin haberi olan الْبَرُّ ve الرَّح۪يمُ۟ vasıflarının aralarında وَ olmadan gelmesi, her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder.
الرَّح۪يمُ۟ - الْبَرُّ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.