Tûr Sûresi 32. Ayet

اَمْ تَأْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَٓا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَۚ  ...

Bunu kendilerine akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَمْ yoksa
2 تَأْمُرُهُمْ emrediyor ا م ر
3 أَحْلَامُهُمْ akılları (mı?) ح ل م
4 بِهَٰذَا bunu
5 أَمْ yoksa
6 هُمْ onlar
7 قَوْمٌ bir topluluk (mudur?) ق و م
8 طَاغُونَ azgın ط غ ي
 

Yakın çevresinden haksız ve ağır ithamlara mâruz kalan Resûl-i Ekrem’e, inkârda direnenlerin düşündükleri ve düşünebilecekleri, söyledikleri ve söyleyebilecekleri, yaptıkları ve yapabilecekleri ile ilgili hemen bütün ihtimaller hatırlatılıp bunların hiçbirinin sonuç vermeyeceği, kendisine düşenin azim ve sebatla doğruyu anlatmak olduğu, bu olumsuzlukların Allah’a olan bağlılığını asla etkilememesi gerektiği, yeterli bildirim ve öğüt yapıldığı halde akıl ve iz‘anlarını harekete geçirmemekte ısrar edenleri ise kendilerini bekleyen ceza ile baş başa bırakmaktan başka bir yol bulunmadığı bildirilmektedir.

Araplar’da kâhinler ve mecnunların cinlerle insanlar arasında irtibat sağladığına inanılırdı. Bu sebeple putperestler Resûlullah’a 29 ve 30. âyetlerde belirtilen türden isnat ve iftiralarda bulunuyorlardı. 29. âyette Hz. Peygamber’le ilgili bu iddiaların asılsızlığı ortaya konmaktadır (İbn Atıyye, V, 191). Bu ve benzeri yerlerde mecnun kelimesini –yaygın anlamıyla– “akıl hastası, deli” şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında “cinlenmiş, cinin hâkimiyetine girmiş” şeklinde yorumlamak da mümkündür. “Kâhin” kelimesinde ise bu mâna daha belirgindir (bk. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 158-165; A. Fischer, “Kâhin”, İA, VI, 71-73; ayrıca bk. A‘râf 7/184, Hicr 15/6). 

30. âyette geçen reybe’l-menûn tamlaması “zamanın getireceği musibetler”i veya “ölüm”ü ifade etmek üzere kullanılır. Hz. Peygamber’i görevini yapmaktan alıkoyamayan Kureyşliler onu bertaraf edebilmek için değişik komplolar üzerinde fikir yürütüyorlardı. Bazıları zamanın yani ölümün nice meşhur şairleri alıp götürdüğünü hatırlatıp bu işi de zamana bırakmanın uygun olacağını söylüyordu. Bu tavrın o sıralarda “şair” olarak tanınan insanlara ilişmenin pek hayırlı sonuç getirmeyeceği telakkisiyle de bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bazı rivayetlerde böyle bir müzakere sırasında söylenen, “Onu bağlayıp hapsedin, öylece ölüp gitmesini bekleyin” gibi sözler bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilmiştir (Taberî, XXVII, 31; Zemahşerî, IV, 35). Sûrenin bir bütün olarak indiği dikkate alındığında bu rivayetlerdeki bilgileri âyetin özel bir sebep üzerine bütününden ayrı olarak indiği şeklinde değil, burada söz konusu olaya ve benzerlerine bir gönderme yapılmış olduğu tarzında anlamak uygun olur (Ateş, IX, 84-85).

32. âyette müşriklerin çelişkili söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Zira Resûlullah’ı bir taraftan mecnun ilân ederlerken diğer taraftan da onu özel yetenek ve ince zekâ gerektiren şairlik ve kâhinlikle nitelemeleri akıl ve mantığa sığacak iş değildi (Zemahşerî, IV, 35-36). Râzî burada aklın söz ve davranışlardaki önemine işaret bulunduğunu belirtir ve aklın hisleri kontrol etme işlevi üzerinde durur (bk. XXVIII, 257). 

Bu kısa âyette putperestlerin peygamber ve vahiy karşısındaki küstahça tutumları eleştirilirken, hilim ve tuğyan kavramları çerçevesinde dolaylı olarak iki büyük zihniyet farkına da dikkat çekilmektedir. Müfessirler, buradaki ahlâmın tekili olan hilim kelimesini genellikle “akıl”, âyette bunun karşıtı bir konumda kullanılan tâgînin türetildiği tuğyânı da, “isyanda sınır tanımama, konuşurken hezeyanlar savurma” şeklinde açıklamışlardır (meselâ bk. Râzî, XXVIII, 257-258; Şevkânî, V, 115). Ancak, özellikle hilimle ilgili bu açıklama iki yönden eksik görünmektedir: a) Öncelikle hilim, salt zihinsel yetenek olan aklı değil, aynı zamanda basiretli, soğuk kanlı, sabırlı, ölçülü, kısaca erdemli ve hakka uygun davranmayı da kapsayan bir kavramdır. Tuğyan ise inançta, sözde ve eylemde doğruluk ve adalet sınırını aşmayı, cahilce ve ahmakça hareket etmeyi ifade eder ve bu anlamıyla tuğyan, kaynaklarda Câhiliye Arapları’nın cehl, asabiyet, hamiyet gibi terimlerle ifade edilen barbarlık zihniyetinin bir tezahürü olarak görülür. b) Câhiliye döneminde de akla değer verenler vardı; buna rağmen bu yetenek bireyin ve toplumun ruhî ve maddî hayatını kurtaracak, onlara gerçek anlamda yararlı olacak inanç ve eylemlere götürme imkânından yoksundu; bu sebeple o döneme “Câhiliye” denilmiştir. İslâm ise ilâhî irşadla aklın yolunu aydınlattı; önüne inanç ve amelle ilgili ölçüler koydu; böylece insana zihnî, duygusal ve bedenî yeteneklerini doğru olarak kullanma fırsatını verdi; aklın salt bir zekice düşünme yeteneği değil, belirtilen vahiy kaynaklı ölçüler çerçevesinde en doğru, en âdil, dolayısıyla da nihaî anlamda en yararlı olanı kavrama, bilme yeteneği halini almasına imkân sağladı. Esasen birçok âyette Kur’an-ı Kerîm’in, hidayet, şifa, nur (ışık) gibi sıfatlarla anılmasının anlamı da budur. Sonuç olarak müminler bu kaynaktan aydınlandıkları için belirtilen anlamda akıllarıyla hareket ederler ve doğru olana inanır, doğru olanı yaparlar; inkârcılar ise kendilerini belirtilen kaynaktan nasipsiz bıraktıkları için inanç ve davranışlarda mâkul ve tutarlı olamaz, doğruluk ve adalet sınırını aşarlar. Hz. Peygamber’i “kâhin, mecnun, şair” gibi gerçek dışı ve çelişkili iddialarla suçlarken de aynı tutumu sergilemişlerdir. 

33. âyetin son cümlesi genellikle “Onlar iman etmezler; ne kadar delil getirilse koyu taassupları içinde inkârcılıklarını sürdürürler” şeklinde anlaşılmıştır. Fakat bu bağlamda cümleye “(dediklerine) kendileri de inanmıyorlar” tarzında da mâna verilebilir (Elmalılı, VII, 4560; Kur’an’ın muhataplarına onun bir benzerini ortaya koymaları için çağrı yapması ve meydan okuması konusunda bk. Bakara 2/23; Enfâl 8/31).

35. âyette muhataplar her şeyden önce kendi yaratılışları üzerin­de düşünmeye ve muhâkeme zincirini buna göre oluşturmaya çağı­rılmaktadır. Âyetin “Acaba onlar bir şey bulunmadan mı yaratıldılar?” diye çevrilen kısmı, daha çok “Acaba onlar yaratıcısız mı yaratıldılar?” mânasıyla açıklanmıştır (âyetin varlık felsefesi açısından yapılmış bir yorumu için bk. Elmalılı, VII, 4561-4562). Bu kısma “Acaba onlar sebepsiz mi yaratıldılar?” şeklinde mâna vermek de mümkündür; bu takdirde, onlara gayesiz, boş yere mi yaratıldıkları sorulmuş olmaktadır. Bir yoruma göre ise bu cümlede “Kendilerini cansız, akıl nimetinden mahrum, gösterilen kanıtları anlayamaz varlıklar gibi mi görüyorlar?” mânası bulunmaktadır (Taberî, XXVII, 33; İbn Atıyye, V, 192). Buhârî, bu ve müteakip iki âyetin, Bedir Savaşı’nı takiben esir düşen müşriklerle ilgili görüşme yapmak üzere Medine’ye gelen Cübeyr b. Mut‘im’in gönlünde iman ateşini yakan bir etki oluşturduğuna dair bir rivayet aktarmıştır. Bu rivayette Cübeyr’in şöyle dediği belirtilir: “Hz. Peygamber akşam namazında Tûr sûresini okumuş, ben de dinlemiştim; ‘em hulikû (...) em hümü’l-müsaytırûn’ âyetlerine (35-37. âyetlere) gelince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu” (Buhârî, “Tefsîr”, 52). 

36-43. âyetlerde inkârcıların Hz. Muhammed’i peygamberlik görevine lâyık görmeme ve Allah hakkında sapkın iddialar ileri sürme tarzındaki küstahça tavırları eleştirilmekte, bilgisizlik ve âcizliklerine rağmen böyle bir değerlendirme hakkını nasıl kendilerinde bulabildikleri onları hafife alan bir üslûpla sorulmakta, üstelik Resûlullah’ın onlara herhangi bir maddî yük de getirmediğine dikkat çekilmektedir. 

Bir yoruma göre 42. âyetin ilk cümlesinde, Mekkeliler’in Resûl-i Ekrem’i öldürmek için suikast hazırlığı içinde oldukları, son cümlesinde de planlarının boşa çıkacağı ve asıl kendilerinin perişan olacakları haber verilmektedir. Nitekim Medine’ye hicretten kısa bir süre önce müşrikler Dârünnedve’de toplanıp bu konuyu enine boyuna tartışmış, müşterek bir suikast planı hazırlamışlar (bk. Müsned, I, 348), fakat bu plan boşa çıktığı gibi Resûlullah’ı öldürmeyi planlayan suikastçıların kendileri de kısa bir süre sonra Bedir Savaşı’nda öldürülmüşlerdi (Zemahşerî, IV, 36).

Söz konusu inkârcıların apaçık kanıtlar karşısında bile inatlarını sürdürdüklerini anlatmak üzere 44. âyette somut bir örnek verilmekte, –İsrâ sûresinin 90-92. âyetlerinde belirtildiği üzere– istedikleri gibi gökten bir kütle düşürülse ve bunu gözleriyle görseler dahi gelip kafalarına çarpmadıkça onun varlığını kabullenmek istemeyecekleri, “bulut yığınlarıdır” gibi sözlerle geçiştirmeye çalışacakları belirtilmektedir (Taberî, XXVII, 36). 45. âyette de böylesine bağnaz bir tutum içinde olanları, kendilerini bekleyen dehşetli günle baş başa bırakma dışında bir yol olmadığı ifade edilmiştir. Bu âyette sözü edilen gün hemen bütün müfessirlere göre kıyamet günüdür. 47. âyette bundan başka bir azap ile daha karşılaşacakları belirtilmiş, fakat azabın mahiyeti açıklanmamıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat kabir azabı, bazılarına göre ise açlık, yakınlarını ve servetini kaybetme ya da Bedir Savaşı vb. hezimetlere uğrama gibi dünyevî belâlardır (İbn Atıyye, V, 194). Taberî, bu konuda bir sınırlandırmaya gitmeksizin inkârcıların –kabir azabı dahil– kıyamet gününden önce karşılaşacakları her türlü musibeti bu kapsamda düşünmenin uygun olacağını belirtir (XXVII, 36-37). 

48 ve 49. âyetlerde Resûlullah’ın ilâhî gözetim ve koruma altında bulunduğu bildirilerek ondan görevini azim ve sebatla sürdürmesi istenmekte, mâneviyatını yükseltecek en büyük gıdanın her zaman Allah’ı yüceltmek, O’na olan inanç ve güvencini zinde tutmak olduğu hatırlatılmaktadır. İbn Abbas, 49. âyetin sonunda geçen (yıldızlar çekildiğinde yapılması istenen) tesbihten maksadın sabah namazından önce kılınan iki rek‘at nâfile (sünnet) namaz olduğunu söylemiştir. Resûlullah’ın sabah namazının sünnetine çok ayrı bir önem verdiğine dair hadisler bulunmaktadır (bk. Buhârî, “Teheccüd”, 27; Müslim, “Müsâfirîn”, 94, 96). Bu âyetlerde geçen tesbih ile genel olarak, “Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederek anma” mânasının veya farz yahut nâfile namazların kastedildiği yorumları yapılmıştır. Ayrıca burada belirtilen vakitlerle ilgili olarak değişik görüşler ortaya konmuş, “her kalktığında” diye çevirdiğimiz ifade için “oturduğun bir mecliste ayağa kalktığında, namaza kalktığında, yatağından kalktığında” gibi açıklamalar yapılmıştır (bk. Taberî, XXVII, 38-40; İbn Atıyye, V, 194). 

Sûre, –mushaf tertibine göre– “yıldız” anlamına gelen Necm sûresine geçileceğini haber verircesine yıldızlardan söz eden bir cümle ile sona ermektedir.

 

اَمْ تَأْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَٓا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَۚ

 

 

Fiil cümlesidir. اَمْ  munkatıadır. بل  ve hemze manasındadır.  اَمْ  atıf harfi hemzenin muadilidir. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini ta’yin ve tercih etmesini zorunlu kılar. Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır: Muttasıl  اَمْ . Munkatı’  اَمْ  (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

تَأْمُرُهُمْ  damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اَحْلَامُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

هٰذَٓا  ism-i işaret  بِ  harf-i ceriyle birlikte  تَأْمُرُ   fiiline mütealliktir. 

اَمْ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  قَوْمٌ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. طَاغُونَ  kelimesi  قَوْمٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat.

Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; a. Müfred olan sıfatlar  b. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. 

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

طَاغُونَ  kelimesi, sülasi mücerredi  طغي  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَمْ تَأْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَٓا 

 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.  اَمْ ; munkatı’ istifham harfidir. Burada hemze ve intikal ifade eden  بَلْ  manasındadır.

İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen tevbih ve takrir amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.

Müspet muzari fiil sıygasındaki cümlede, mütekellim Allah Teâlâdır. Dolayısıyla istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Fiilin muzari sıygada gelmesi, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Bu ayet, onların akıllarıyla alay etme üslubuyla söylenmiştir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

اَحْلَامُهُمْ kelimesi  تَأْمُرُهُمْ  fiilinin failidir.  بِهٰذَٓا  car mecruru تَأْمُرُ ‘e mütealliktir.

تَأْمُرُهُمْ  fiilinin,  اَحْلَامُهُمْ ‘a isnad edilmesinde istiâre vardır. Canlılara mahsus olan emretme fiili akla nispet edilmiş, böylece cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Aynı zamanda cümlede tecessüm sanatı vardır.

Müşriklerin inançlarına işaret eden  هٰذَٓا ‘da istiare vardır.

Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi, aklî şeyler için kullanıldığında istiâre olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

بِهٰذَٓا , sözlerindeki bu çelişki demektir. Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur. Mecnunun ise aklı, fikri karışıktır. O halde nasıl olur da onlar, kahin dediklerine mecnun, mecnun dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı olduklarını iddia eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini bilmeyecek ve nasıl çelişkiye düştüklerini farketmeyecek derecede akılsız olduklarını ortaya koymuşlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Ebüssuûd)

 

 اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَۚ

 

 اَمْ ; munkatı’ istifham harfidir. Burada, hemze ve intikal ifade eden  بَلْ  manasındadır.

 Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. هُمْ  müsnedün ileyh,  قَوْمٌ طَاغُونَۚ  müsneddir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

طَاغُونَ  kelimesi  قَوْمٌ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

طَاغُونَ  ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.

Bu kalıp, insanların bilinçli, bile isteye sahip oldukları, genellikle sürekli olmayan özellikleri belirten kalıptır. İsm-i fail, yapılıp yapılmaması kişinin elinde olan fiillerden yapılır, yazan, okuyan gibi ism-i failler, insanın elindedir.  İnsanın elinde olmayan, insan iradesinin dışında oluşan fiillerden ism-i fâil olmaz. Bu tür fiillerin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd.Doç.Dr. M.Akif Özdoğan , Arapçada İsm-İ Fâil Ve İşlevleri )

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafât, s. 80) 

طُغْياَن , günah işleyip, sınırı aşmak demektir. Zahiren kötü olan her şey  طُغْياَن 'dır. Nitekim Hak Teâlâ, [“Su tuğyan edince (yükselince), biz onları gemiye yükledik”] (Hakka/11) buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)