وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ي وَفّٰىۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِبْرَاهِيمَ | ve İbrahim’in |
|
2 | الَّذِي | ki |
|
3 | وَفَّىٰ | çok vefalıdır |
|
Önceki âyetlerde eleştirilen tavır vesilesiyle, o sırada muhatapların hakkında en fazla bilgiye sahip oldukları peygamberlerden Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ’ya indirilen vahiylerin özüne değinilmektedir. Bu âyetlerin ilk kısmında (38-42. âyetlerde) hatırlatılan ilkeler ve bilgiler –konuya ilişkin başka naslar da dikkate alınarak– şöyle açıklanabilir:
a) Sorumluluk: Kur’an’da değişik vesilelerle belirtildiği üzere, suçların ve cezaların şahsîliği esastır; –istese de– kimse başkasının günahını yüklenemez. b) Kesp: Herkes bütün sırlarını ve inceliklerini bilemeyeceğimiz bir sınav düzeni içinde iradî seçimler yapmak durumundadır. c) Hesap verme: Dünya hayatında iradî seçimle yaptığı her iş mahşer günü insanın önüne konacak, iyilik ve kötülükleri görülecek, bu konuda tamamen âdil bir yargılama yapılacaktır. d) Karşılık verme: Sözü edilen yargılamanın sonunda herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. e) Nihaî takdir: Yapılanların karşılığı verilirken kimsenin en küçük bir haksızlığa uğratılmayacağı kesin olmakla beraber, ilâhî lutuf ve bağışlama hususu Allah’ın mutlak iradesine bağlıdır; bu konuda mümine düşen, ümitvar olmak, ama buna güvenerek gevşeklik göstermemektir.
39-40. âyetler dürüstlükle çalışıp çabalamanın, alın teriyle kazanmanın Allah nezdindeki değerine de işaret etmektedir.
43-49. âyetlerde insanın hayat-ölüm çizgisi içinde cereyan eden her oluşun ve genelde evrende olup biten her şeyin Allah Teâlâ’nın irade ve kudretine bağlı bulunduğunu gösteren örnekler verilmekte; 50-54. âyetlerde de inkârcılıkları sebebiyle helâk edilen bazı eski toplumların başına gelenler hatırlatılmaktadır. 47. âyette geçen ve “öteki yaratma” diye tercüme edilen “en-neş’etü’l-uhrâ” tamlaması genellikle “öldükten sonra diriltme” mânasıyla açıklanmıştır. Râzî, önceki âyetlerde insanın yaratılışından söz edilmesini ve başka bazı delilleri dikkate alarak bu tamlamayla, cenine ruhun üflenmesine işaret edilmiş olabileceği kanaatine ulaştığını belirtir (XXIX, 21). 48. âyet “Zengin eden de O’dur, yoksul kılan da” şeklinde de anlaşılmıştır (Şevkânî, V, 135).
49. âyette geçen Şi‘râ, bazı Arap kabilelerinin şans kaynağı saydıkları, bahtlarını kendisine bağladıkları ve bu sebeple taptıkları en parlak yıldız olarak anlaşılmıştır. Batı dillerinde yazılan meâl ve tefsirlerde, Şi‘râ karşılığında genellikle “Sirius” kelimesinin kullanılması da bu anlamdan hareketle yapılmış bir çeviridir (meselâ bk. Arthur J. Arberry, The Koran, s. 552; Hamidullah, Le Saint Coran, s. 528). Sirius, dilimizde Akyıldız veya Şuarayıyemânî olarak bilinen ve Büyükköpek takım yıldızı içinde yer alan en parlak yıldızın adıdır. Öyle anlaşılıyor ki, âyette Allah’ın Şi‘râ’nın da rabbi olduğu belirtilerek, bir tür şirk olan ve yukarıda değinilen telakkilerin temelden yıkılması hedeflenmektedir.
53. âyette geçen “altı üstüne getirilmiş şehirler” genellikle, Lût kavmi ve oturdukları yerler şeklinde açıklanmıştır; fakat benzer felâketlere uğratılarak ilâhî cezaya çarptırılmış bütün toplumların kastedilmiş olması da muhtemeldir (Râzî, XXIX, 24).
وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ي وَفّٰىۙ
اِبْرٰه۪يمَ kelimesi atıf harfi و ‘la مُوسٰى kelimesine matuf olup gayri munsarif olduğu için fetha ile mecrurdur.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّذ۪ي müfred müzekker has ism-i mevsûl اِبْرٰه۪يمَ ‘nin sıfat olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası وَفّٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
وَفّٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
وَفّٰى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi وفى ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ي وَفّٰىۙ
Ayet önceki ayetin devamı olarak gelmiştir. اِبْرٰه۪يمَ kelimesi atıf harfi و ’la مُوسٰى ‘ya matuftur.
اِبْرٰه۪يمَ için sıfat konumundaki müfret müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası olan وَفّٰى cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
وَفّٰى fiilinin mutlak, yani mef‘ûlsüz kullanılması, yerine getirilmesi gereken ve bağlı kalınması gereken ne varsa hepsini yerine getirdiğini ve bağlı kaldığını ifade etmek içindir. (Keşşâf)
Hz İbrahim'in vazifesini tam olarak yapmasından maksat, Bakara Suresinde geçtiği üzere, kendileriyle imtihana tabi tutulduğu kelimeleri tamamlayıp yerine getirmesidir. Ya da maksat, ihmal etmeden ve bozmadan, emrolunduğu şeyleri eksiksiz yapmasıdır. Bir kimseye hakkını tam olarak veren birisi için أوفاه حقه denilir. Ayette bu manayı ifade eden kelime şeddeli olarak وَفّٰىۙ şeklinde varid olmuştur. Bunun, ahde vefada mübalâğa ve çokluğa işaret için getirilmiş olması caizdir. O zaman anlam: İbrahim Allah'a karşı olan ahdini yerine getirmekte mübalâğa etti," şeklinde anlaşılmalıdır. Hz İbrahim'in böyle bir özellikle anılması onun, başkalarının tahammül etmedikleri şeylere katlanmasıdır. Nemrud'un ateşine sabretmesi bu kabildendir. Hatta ateşe atıldığında Cebrail kendisine gelip: ”Bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. Buna ”sana yok" karşılığını verdi. Oğlunu kesmeye, vatanından hicrete, oğlunu ve hanımını hiç ekin olmayan yerde bırakmaya sabretmesi de hep bu kabildendir. Rivayete göre o her gün bir fersah yürür, misafir arardı, bulursa ikram eder, bulamazsa oruç tutardı. (Rûhu’l Beyân)
Bu fiil, الوفاء vefa kökünden olan التوفية ‘den gelmektedir. Çünkü vefa tamam olma; tevfiye ise, tastamam yapma, demektir. Nitekim Arapça'da, أعطاه تاما "Ona, tastamam verdi" anlamında, وفاه tabiri kullanılır. Yaptığımız bu izaha göre, bu ayetin bu ifadesi, Cenab-ı Hakk'ın ["Ve hatırlayın o zamanı ki, Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince..."] (Bakara. 124) ifadesi gibi olmuş olur. Bunun anlamının, "İbrahim, Allah'ın, kendi bedenine taalluk eden haklarını îfa etti..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Bu izaha göre de bu, Cenab-ı Hakk'ın, hakkında, ["Biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan..."] (Necm, 34) buyurduğu kimsenin zıddına olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
İbrahim (as) methedilmiş, Hz Musa ise edilmemiştir. Bu, onun, yahudi, müşrik ve müslümanlar arasında, hakkında ittifak edilen bir kimse oluşundan dolayıdır. Ve, hiç kimse onun, ahdini iyice yerine getiren, ahdine bağlı bir kimse oluşunu inkâr etmemiştir. Ama, müşrikler çoğu kez, Musa (as)'ın vasfı hususunda tevakkuf ederler (kararsızlık gösterirler). (Fahreddin er-Râzî)