اِلَّا ق۪يلاً سَلَاماً سَلَاماً
“Mukarrebûn” (Allah’a en yakın olanlar) diye nitelenen “es-sâbikūne’s-sâbikūn” (önde olanlar, o önde olanlar) grubu ile “Allah ve resulüne ilk iman edenler, ilk muhacirler, iki kıbleye doğru da namaz kılmış sahâbîler” şeklinde belirli kimselerin kastedildiği yorumları yapılmış olmakla beraber, İbn Atıyye esasen âyetin dünyada iken iyilik yapma ve kötülüklerden sakınma hususunda öncü konumunda olan ve âhiret mutluluğunda da en önde olmayı hak eden bütün insanları kapsadığını belirtir (diğer yorumlarla birlikte bk. Taberî, XXVII, 170-171; İbn Atıyye, V, 240; Şevkânî, V, 172).
13. âyette geçen ve “çoğu” diye tercüme edilen sülle kelimesi “az olsun çok olsun insan topluluğu”nu ifade eden bir kelimedir. Buna göre âyeti “bir kısmı öncekilerdendir” şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat sonrakilerden söz eden 14. âyette “birazı” dendiği için buna da “çoğu” anlamı verilmiştir. Burada Kur’an’ın muasırları ve sonrasını kapsayan bir tasniften söz edildiği kabul edilirse, “sâbikūn”dan çoğunun öncekilerden olduğunu izah kolaylaşır; zira bu grubun öncüleri sahâbe-i kirâmdır. Bu tasnifin geçmiş ümmetleri de kapsadığı kabul edildiğinde ise, gelip geçmişlerden “sâbikūn”un çokluğu, bütün peygamberleri içine almasıyla izah edilebilir (İbn Atıyye, V, 241).
15-26. âyetlerde ve daha sonra da 28-37. âyetlerde cennet nimetiyle ödüllendirilecek ve onurlandırılacak kimseleri bekleyen hayata ilişkin canlı tasvirlere yer verilmektedir. 17. âyette, dünyadaki tasavvurlarımıza göre hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmekte; cennette dünyada olduğu gibi bir kısım insanların diğerlerine hizmet vermesinin söz konusu olmayacağı, cennetle ödüllendirilen herkesin “hizmet edilen” konumunda bulunacağı, ikramları sunmak üzere –sonsuza dek genç kalacak– hizmetçiler tahsis edileceği bildirilmektedir (başka yorumlarla birlikte bk. Şevkânî, V, 173-174). 19. âyetteki cennet içkilerinin içenlere baş ağrısı vermeyeceğine dair ifade “toplantıları dağıtılmaz, ağızlarının tadını kaçıracak bir durumla karşılaşmazlar”, aynı içkinin sarhoşluk vermeyeceğine dair ifade ise “içtikleri tükenmez” mânalarıyla da açıklanmıştır (İbn Atıyye, V, 242; cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).
اِلَّا ق۪يلاً سَلَاماً سَلَاماً
اِلَّا istisna harfidir. ق۪يلاً kelimesi munkatı istisna olup fetha ile mansubdur. İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:1. Muttasıl istisna 2. Munkatı’ istisna 3. Müferrağ istisna. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَلَاماً kelimesi ق۪يلاً ‘den bedel olup fetha ile mansubdur. سَلَاماً kelimesi birinci سَلَاماً ‘i tekid ifade eder.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَّا ق۪يلاً سَلَاماً سَلَاماً
Ayet önceki ayetten istisna edileni bildirmektedir.
اِلَّا istisna edatı, ق۪يلاً müstesnadır. İstisna, munkatıdır. سَلَاماً kelimesi ق۪يلاً ‘den bedeldir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
İstisnâ edatından önceki olumsuz cümle لَا يَسْمَعُونَ (işitmezler) zem gibidir ama arkadan gelen ayet medihtir. Dolayısıyla burada zemme benzeyen bir şeyle medhi tekid sanatı vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi, Zuhaylî, C. XIV, s. 264)
سَلَاماً سَلَاماً ifadesi ya ق۪يلاً ’den bedeldir -ki [Orada ne boş laf işitirler ne de günaha sokacak bir söz. Sadece ‘Selâm!’ sesleri] az ve öz ifadesi de buna delalet eder- ya da ق۪يلاً ‘in mef‘ûlün lehtir. Bu durumda mana şöyle olur: Orada “Selam! Selam!” sözlerinden başka bir şey işitmezler; yani aralarında selamı yayarlar ve selam ardından selam verirler. سَلَاماً سَلَاماً ifadesi söyledikleri sözün direkt aktarımı yoluyla selâmun selâmun şeklinde merfû‘ da okunmuştur. (Keşşâf)
Bu ayette [Boş ve günaha sokacak bir söz işitmezler] dedikten sonra اِلَّا ile devam etmesi, gelecek olan kelimenin övülecek bir şey olmadığı veya daha küçük bir yergi olacağı izlenimini vermektedir. Fakat ayetin, önceki bölümünün de övgüsünü artıran bir kelime ile devam etmesi bu sanatın inceliğini ortaya koymaktadır. Bu ayette istisna edatından önceki kısmın sonrakilere bağlı olması yani istisna edilenin müstesna minhin bir parçası olması mümkün değildir. Mümkün olmayanın bir başka imkansızla ilintilendirilmesi ile pekiştirme yapılmış olur. Onlar kötü söz duymazlar, duysalar duysalar selamlaşma duyarlar denmektir ki bu, kötü sözle selamlaşma arasında bir bağlantı olduğu izlenimini vermektedir. Bu da imkansızdır. Bir başka ifade ile selamlaşmanın günahla ilgili bir sözden istisna olması mümkün değildir. Duyacakları sözün selamlaşma olması istisnası ile cümle cennettekilerin duyacakları en kötü sözün bu olacağı anlamını kazanmaktadır ki o da kötü değildir. Dolayısıyla övgü pekişmiş olmaktadır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)