Bürûc Sûresi 10. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِۜ  ...

Şüphesiz mü’min erkeklerle mü’min kadınlara işkence edip, sonra da tövbe etmeyenlere; cehennem azabı ve yangın azabı vardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الَّذِينَ kimseler
3 فَتَنُوا işkence eden(ler) ف ت ن
4 الْمُؤْمِنِينَ inanan erkeklere ا م ن
5 وَالْمُؤْمِنَاتِ ve inanan kadınlara ا م ن
6 ثُمَّ sonra
7 لَمْ
8 يَتُوبُوا tevbe etmeyenler ت و ب
9 فَلَهُمْ onlar için vardır
10 عَذَابُ azabı ع ذ ب
11 جَهَنَّمَ cehennem
12 وَلَهُمْ ve onlar için vardır
13 عَذَابُ azabı ع ذ ب
14 الْحَرِيقِ yangın ح ر ق
 

Bir önceki sûrede olduğu gibi burada da yeminle söze başlanarak müminleri inançlarından dolayı ateş dolu çukurlara atıp yanmalarını seyreden zalimler kınanmakta ve âhirette hak ettikleri cezaya çarptırılacakları haber verilmektedir.

Burûc kelimesi “açığa çıkmak, görünmek, saray ve köşk” anlamlarına gelen burcun çoğuludur. Astronomi terimi olarak burç, güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her birini ifade eder. Modern astronominin ışığında “burûc”u “yıldız kümeleri” veya “galaksiler” olarak anlamak mümkündür (ayrıca bk. Hicr 15/16; Furkan 25/61). 2. âyetteki “vaad edilen gün”den maksat, kıyamet günüdür (Taberî, XXX, 82; Kurtubî, XIX, 283).

Tanıklık eden ve edilen” diye çevirdiğimiz 3. âyetteki şâhid ve meşhûd kelimelerini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır. Bunları kısaca şöyle sıralamak mümkündür: a) Şahit Allah, meşhûd yaratıklardır; b) Şahit Hz. Muhammed, meşhûd onun ümmetidir; c) Şahit Hz. Muhammed’in ümmeti, meşhûd diğer ümmetlerdir; d) Şahit peygamberler, meşhûd ümmetleridir; e) Şahit koruyucu melekler, meşhûd insanlardır; f) Şahit bütün insanlar, meşhûd kıyamet günüdür; g) Şahit Allah ve melekler, meşhûd da Allah’ın birliği ilkesidir. Bunlardan başka yıldızların, Hacerülesved’in, arefe, cuma ve pazartesi günlerinin şahit ve meşhûd olduğu yolunda görüş ileri sürenler de vardır (bk. Kurtubî, XIX, 283-285; Ateş, X, 392-394). Bir önceki âyette kıyamet gününün geçtiği dikkate alındığında “şahit” ile insanların amellerini görüp bilen ve sonunda karşılığını verecek olan Allah Teâlâ’nın, meşhûd ile Allah’ın durumlarını görüp bildiği ve buna bağlı olarak âhirette sorgu ve yargıdan geçireceği insanlar ile onların işlerinin kastedildiği düşünülebilir.

Sûrede sözü edilen “ashâbü’l-uhdûd”, İslâmiyet’ten önceki bir devirde inançlı insanları dinlerinden döndürmek için ateş dolu hendeklere atarak işkence eden kimseleri ifade eder. Âyetlerde semaya, kıyamet gününe, tanıklık edene ve edilene yeminle bu işkencecilerin lânetlendiği bildirilmektedir. Uhdûd “uzun ve derin hendek” demektir. Kendilerinden ashâbü’l-uhdûd diye söz edilen kimselerle onların işkence ettiği müminler ve bu olayın geçtiği zaman ve bölge hakkında Kur’an-ı Kerîm bilgi vermemiştir. Tefsirlerde bunların kimlikleri hakkında çok değişik ve bazen birbiriyle çelişen açıklamalar bulunmaktadır. Bu açıklamalar arasında Necran hıristiyanlarının Yemen Kralı Zûnüvâs tarafından idam edilmeleri yahut bir Zerdüşt kralının, erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmelerine Allah’ın müsaade ettiği şeklindeki hükmünü kabul etmeyen tebaasını ateşe atarak cezalandırması gibi güvenilir olmayan menkıbeler de vardır (bk. Taberî, XXX, 85-87; Kurtubî, XIX, 287-294). Bu ifadeyi belli bir olaya bağlamak yerine, tarihte çokça kullanılan ateşle işkence yöntemine atıfla genel mânada işkence ve işkenceciler şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Esed, III, 1253). 10. âyet de bu anlamı desteklemektedir. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi Burûc sûresinin indiği dönemde de Mekkeli müşrikler müminlere, özellikle fakirlere ve kimsesizlere acımasızca işkence ediyorlardı. Nitekim “...işkence edip de sonra tövbe etmeyenler var ya, işte onları cehennem azabı, yakıcı azap beklemektedir” meâlindeki 10. âyette Kur’an’ın geldiği toplumda da işkence uygulamasının bulunduğuna, böyle zulümleri Mekke müşriklerinin de yaptıklarına işaret edilmiştir (bk. Muhammed Eroğlu, “Ashâbü’l-uhdûd”, DİA, III, 471). 

Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 591-592
 

اِنَّ الَّذ۪ينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ


İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  اِنَّ ’nin ismi olup mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

فَتَنُوا   damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

الْمُؤْمِن۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.  

الْمُؤْمِنَاتِ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Kesra ile mansubdur. Cemi müennes salim kelimeler fetha yerine kesra alırlar. 


 ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا 


ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.  ثُمَّ  edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir. 

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَتُوبُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  

 

فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ 


Cümle  اِنَّ  ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.  فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  عَذَابٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  جَهَنَّمَ   muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için fetha ile mecrurdur. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar. Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِۜ


Cümle  اِنَّ ‘nin haberine matuftur. İsim cümlesidir. وَ   atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  عَذَابٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  الْحَر۪يقِ  muzâfun ileyh olup  kesra ile mansubdur.

 

اِنَّ الَّذ۪ينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِۜ


Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden,  اِنَّ  ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsm-i mevsûl  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek ve  işkence edenleri tahkir  içindir.

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  فَتَنُوا الْمُؤْمِن۪ينَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)

Tertip ve terahî ifade eden  ثُمَّ  atıf harfiyle, sıla cümlesine atfedilen  لَمْ يَتُوبُوا  cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi sıygadan, menfi muzari sıygaya iltifat edilmiştir. 

Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

اِنَّ ‘nin haberi olan  فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ  cümlesinde  فَ  tekid ifade eden zaid harftir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  عَذَابُ جَهَنَّمَ muahhar mübtedadır.

Aynı üslupta gelen  وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِ  cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle  فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ cümlesine atfedilmiştir. 

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  عَذَابُ الْحَر۪يقِ  muahhar mübtedadır.

Habere atfedilen ikinci cümlenin, matufun aleyhi tekit mahiyetinde olduğu halde  وَ ‘la atfedilmesi, tekidi ve tehdidi artırma kastıyladır.

Her iki cümlede de müsnedün ileyhin izafetle marife olması, az sözle çok anlam ifadesi içindir.

الْمُؤْمِنَاتِ - الْمُؤْمِن۪ينَ  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَذَابُ -  جَهَنَّمَ - الْحَر۪يقِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

عَذَابُ  için sıfat olan  الْحَر۪يقِ ‘nin  فعيل  vezninde masdar kalıbıyla gelmesi mübalağa ifade etmiştir.

عَذَابُ - لَهُمْ  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bundan, sadece "ashâb-ı uhdûd"un kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bunu yapan herkesin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu daha evladır; çünkü lafız umûmî olup, hüküm de umûmîdir. Yapılacak bir tahsis ise, delilsiz olarak zahiri terketmek olur. (Fahreddin er- Râzî)

وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَر۪يقِ  cümlesi tekid manasında  فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ   cümlesine matuftur. Bu atıf tavzih ve korkutmada mübalağa içindir. (Âşûr)

Bu da gittikçe yayılması itibariyle bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı kendilerini saracak olan diğer bir ateş azabıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır)