A'lâ Sûresi 12. Ayet

اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ  ...

En büyük ateşe girecek olan en bedbaht kimse (kâfir) ise, öğüt almaktan kaçınır.  (11 - 12. Ayetler Meali)
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِي o ki
2 يَصْلَى girer ص ل ي
3 النَّارَ ateşe ن و ر
4 الْكُبْرَىٰ en büyük ك ب ر
 

“Öğüt mutlaka fayda verir” şeklinde çevirdiğimiz ifadeye göre burada belli bir grup değil, öğüde muhatap olan herkes kastedildiği için muhatapların sayısı az veya çok olsa da bir kısmının öğütten mutlaka yararlanacağı kesindir. Nitekim 10. âyette bu husus açıkça ifade edilmiştir. Ancak bu âyet “...Öğüt fayda verirse öğüt ver” şeklinde de anlaşılmıştır. Buna göre âyetin lafzından, öğüt verilebilmesi için verilecek öğüdün muhataba fayda sağlamasının şart koşulduğu anlaşılırsa da müfessirler, öğüt fayda verse de vermese de peygamberin öğüt vermekle yükümlü olduğu, âyetin böyle anlaşılması gerektiği kanaatindedirler. Râzî, öğüt vermenin veya hakikati anlatmanın ilk etapta gerekli (vâcip) olduğunu, tekrarının gerekli olmasının ise öğüdün yarar sağlaması ve böylece amacın gerçekleşmesi durumuna bağlı bulunduğunu belirtmiştir (XXXI, 144). Buna göre Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı tâlimatı muhataplara duyurması onun misyonunun gereğidir. Öğüt vermenin faydalı olacağı kanaatine varıldığı takdirde devam etmek de vâciptir. Ancak inkârda kararlılık gösteren, gerçekle alay eden insanlara öğüt vermek onların inkâr ve inatlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu yüzden Allah, “O halde bizi anmaktan yüz çevirenden … sen de yüz çevir” buyurmuştur (bk. Necm 53/29).

10-11. âyetlerde öğüdün herkese fayda vermeyeceği, ondan ancak Allah’tan korkanların faydalanacağı, Allah’tan korkmayan, isyan ve günah batağına saplanmış olan bedbahtların ise ondan kaçacakları bildirilmiştir. 12. âyet verilen öğütten kaçmanın, hakikate sırt çevirmenin sonuçta insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermektedir. 

Sonra orada ne ölür ne de yaşar” meâlindeki 13. âyet azabın ebedîliğini ve korkunçluğunu ifade etmektedir. Cehennemdekiler ölmezler, yaşarlar; ancak çektikleri dikkate alındığında bunun olumlu anlamıyla yaşamak olmayacağı da muhakkaktır. Buna karşılık 14-15. âyetlerde öğütlere kulak veren, kalplerini şirk, günah ve kötü ahlâkın kirlerinden temizleyen, namaz kılıp sadaka ve zekât vermek suretiyle nefsini arındıran kimselerin kurtuluşa erecekleri bildirilmiştir.

14. âyette “arınan” diye tercüme ettiğimiz tezekkâ fiili, “insanın nefsini kontrol altına alması, her türlü şirk, kötülük ve günahtan uzaklaşması, Allah’ın birliğine iman edip dinin emir ve yasaklarını yerine getirmesi” anlamına geldiği gibi “zekât vererek arınmak” mânasına da gelir. Ancak Mekkî sûrelerde yer alan “zekât” tabirleriyle (Zâriyât 51/19; Meâric 70/24), sonraları hükümleri etraflı olarak belirlenmiş şekliyle zekât değil, mutlak anlamıyla malî içerikli dinî görevler kastedilmiştir. Çünkü kurumsal anlamda zekât Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/103). Şu halde âyetteki tezekkâ kelimesi hem malı haramlardan ve kul haklarından hem de nefsi günah kirlerinden arındırmayı ifade eder. 

15. âyette Allah’ın adını anan ve namaz kılan kimsenin kurtuluşa ereceği bildirilmiştir. Ancak burada geçen, “namaz kılma” olarak çevirdiğimiz sallâ fiiliyle ilgili de farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat bilinen beş vakit namazdır; bazılarına göre bayram namazı, bir kısmına göre de “salât” kelimesinin sözlük anlamı olan duadır (Taberî, XXX, 100). Beş vakit namaz Mekke döneminin sonlarına doğru farz kılındığına ve bu sûre de oldukça erken bir dönemde indiğine göre, buradaki salât kavramını da beş vakit namaz olarak değil, ilk müslümanların Hz. Peygamber’in örnekliğinde yerine getirdikleri günlük ibadet olarak anlamak uygun olur (bu konuda bk. Kâmil Yaşaroğlu, “Namaz”, DİA, XXXII, 351). 

 


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 604-605
 

اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ


اَلَّذ۪ي  müfred müzekker has ism-i mevsûl önceki ayetteki  الْاَشْقٰى ‘nın sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur. 

يَصْلَى  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  النَّارَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْـكُبْرٰى  kelimesi  النَّارَ ‘nın sıfatı olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ


اَلَّذ۪ي  müfred müzekker has ismi mevsuludur. Önceki ayetteki  الْاَشْقٰىۙ ’nın sıfatı olarak gelmiştir. Sıfat mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

İsm-i mevsûlün sılası olan  يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

النَّارَ ‘ın sıfatı olan  الْاَشْقٰىۙ , ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.

النَّارَ ’nın  الْـكُبْرٰىۚ  ile vasıflandırılması, korkutmak ve uyarmak içindir. Bununla cehennem kastedilmiştir. (Âşûr)

Büyük ateş cehennem ateşi, küçük ateş de dünya ateşidir denilmiştir. (Keşşâf)

الْـكُبْرٰىۚ  kelimesi الأكبر 'in müennesidir. Orası, kâfirlerin nasibi olan cehennemin en aşağı tabakasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: [”Şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar..."] (Nisa: 145) Cehennemin farklı tabaka ve ateşleri vardır. Dünyada da farklı günah ve isyanlar olduğu gibi. Kâfirler, âsilerin en berbatı oldukları için cehennem ateşinin en büyüğüne gireceklerdir. Bir izaha göre de en büyük ateşten maksat, cehennem ateşi, en küçük ateşin de dünya ateşi olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: ”Şu sizin dünya ateşiniz cehennem ateşinin yetmişte biridir."

Ben fakir diyorum ki, en büyük ateşten maksat, âhiretteki en büyük azaptır ki, bunu şu ayet-i kerime ifade etmektedir: [”...İşte öylesini Allah en büyük azapla cezalandırır"] (Ğâşiye: 24) Küçük azap ise dünya ve berzah azabıdır. Çünkü bu, ahiretteki azaba nispetle küçük kalmaktadır. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)