وَاِلَى الْاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ۠
Öldükten sonra dirilmenin mümkün olmadığını iddia eden inkârcılara cevap veren bu ve bundan sonraki sorulu ifadelerde, çevrelerini kuşatan doğal varlık ve olaylardaki ilâhî kudretin tecellilerine muhatapların dikkati çekilerek öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğu anlatılmaktadır. Evrendeki her şey Allah’ın kudretini göstermekle birlikte Kur’an’ın ilk muhataplarının en çok sevdikleri ve sahip olmak istedikleri mal deve olduğu için önce onun yaratılışına dikkatleri çekilerek ibret almaları istenmektedir. Dayanıklılığı, binme kolaylığı, taşıma gücü; etinden, sütünden ve yününden istifade edilmesi gibi özellikleri deveyi çöl ortasında yaşayan insanlar için vazgeçilmez bir değer haline getirmiştir. Kuşkusuz burada Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar için taşıdığı büyük önemden dolayı deveden söz edilmiş olup bu yalnızca bir örnektir. Asıl maksat ise insanlar için benzer şekilde değer ifade eden canlısıyla cansızıyla çeşitli nimetleri yaratmış olan Allah’ın üstün gücünü ve lütufkârlığını hatırlatmaktır. “Deve” diye çevirdiğimiz ibil kelimesinin “yağmur yüklü bulut” anlamına geldiği, âyette bu anlamın kastedilmiş olabileceği de belirtilmiştir (bk. Zemahşerî, IV, 247; Kurtubî, XX, 35).
Muhatapların dikkatleri canlıların yaşamasına elverişli biçimde yaratılmış olan yeryüzüne çevrilip bazı örnekler verilerek içinde yaşadıkları kozmik ortamın iç anlamını ve sırlarını keşfetmeleri, bunlardan ibret almaları istenmektedir. Bu ve önceki âyetten ayrıca müslümanların dolaylı olarak zooloji, astronomi, jeoloji, tarih ve coğrafya gibi deneysel ve sosyal bilimlerle meşgul olmaya teşvik edildiği anlamı da çıkarılabilir. Çünkü burada istenen anlamları kavramak için böyle bir tabiat okumasına ihtiyaç vardır ve Kur’ân-ı Kerîm gerek burada gerekse başka birçok âyette muhatabını böyle bir tabiat keşfine çağırmaktadır. Bunlar yapıldığı takdirde hem Allah’ın üstün kudretinin izleri daha yakından ve sağlıklı müşahede edilmek suretiyle maksat hasıl olur hem de maddî dünyaya ait sağlam bilgiler edinildiği için ondan istifade etme imkânı artar ve böylece bu bilgilere sahip olanlar onları daha verimli ve yararlı olarak kullanma imkânını elde ederler (ayrıca bk. Elmalılı, VIII, 5786).
وَاِلَى الْاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ۠
وَ atıf harfidir. اِلَى الْاَرْضِ car mecruru يَنْظُرُونَ fiiline mütealliktir. كَيْفَ istifham ismi amili ‘in الْاَرْضِ hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سُطِحَتْ۠ fiili الْجِبَالِ ‘den bedel-i iştimâl olup mahallen mecrurdur.
سُطِحَتْ۠ fetha ile mebni meçhul mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هى ‘dir.
وَاِلَى الْاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ۠
İstifhama dahil olan ayette وَ atıf harfidir. 17. ayetteki اِلَى الْاِبِلِ ‘ye atfedilen اِلَى الْاَرْضِ car mecruru, يَنْظُرُونَ fiiline mütealliktir. İstifham ismi كَيْفَ , nasb mahallinde haldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan سُطِحَتْ۠ cümlesi ise الْاَرْضِ ’den bedel-i iştimâldir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
سُطِحَتْ۠ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde, mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
الْاَرْضِ - السَّمَٓاءِ arasında tıbâk-ı icab sanatı, الْاَرْضِ - السَّمَٓاءِ - الْجِبَالِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
كَيْفَ ‘nin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Son dört ayette cem mea taksim sanatı vardır. İstifhamın başındaki يَنْظُرُونَ fiilinde cem’ edilenler, bakılması istenenlerin sayılmasıyla taksim edilmiştir.
خُلِقَتۡ - رُفِعَتۡ - نُصِبَتۡ - سُطِحَتۡ kelimeleri arasında, mütevâzî secî ve muvazene sanatları vardır.
Mütevazi seci, terkip, mısra veya ayetin son lafzının hem vezin hem de son harf bakımından aynı olmasıdır.
Bu ayetlerde maksat Allah Teâlânın yarattığı şeyler üzerinde düşünerek ba’se iman etmektir. Burada cümleler arasındaki irtibat açıktır. Söze, bedevî hayatın çöldeki temel unsuru olan deveden başlanmış. Sonra her an gözleri önünde olan direksiz yükseltilmiş sema zikredilmiş. Bedevinin hayatında semanın özel bir yeri vardır. Yağmur yağmasını istediği zaman göğe bakar, gecenin karanlığında yolunu yıldızlar sayesinde bulmak için yine göğe yönelir. Gözünü biraz indirince, zirveleriyle adeta semayla yarışan dağları görür. Kendisi için döşenmiş yeryüzünün derinliklerine demir atmış dağlar gözünün önünde uzanmaktadır. İşte bunlar bedevinin gözünün önünde her an muhatap olduğu manzaradır ve nazarı bunlar arasında dolaşmaktadır. Dolayısıyla bu cümlelerin birbirine atfı da çok uyumlu olmuştur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Kur’an’daki zikredildiği bağlam düşünüldüğünde bu gibi ayetlerin ifade sadedinin, Allah’ın nimetlerinden birinin kevni ayetlerin içine gizlenerek insanlara nimetlerinin hatırlatılması olduğu görülecektir. Müfessirler bu vb. bağlamının dışında anlamlar yüklenebilen ayetlerde de idmâc sanatı olduğu görüşündedirler. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Ayet-i kerimede, deve gökyüzü ile; dağlar da yeryüzü ile bir arada zikredilmiştir. Çünkü ayet-i kerime, hüküm çıkarma ve delil getirme sadedinde nazil olmuştur. Araplar burada sayılan nesnelerle diğerlerinden daha fazla iç içe ve yüzyüze bulunuyorlardı. İşte bu sebeple Allah Teâlâ sözü edilen nesneleri birlikte ve bir arada zikretmiştir. (Rûhu’l Beyân)