Hûd Sûresi 10. Ayet

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ  ...

Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak mutlaka, “Kötülükler benden gitti” diyecektir. Çünkü o, şımarık ve böbürlenen biridir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَئِنْ ve şayet
2 أَذَقْنَاهُ ona tattırırsak ذ و ق
3 نَعْمَاءَ bir nimet ن ع م
4 بَعْدَ sonra ب ع د
5 ضَرَّاءَ bir darlıktan ض ر ر
6 مَسَّتْهُ kendisine dokunan م س س
7 لَيَقُولَنَّ mutlaka der ق و ل
8 ذَهَبَ gitti ذ ه ب
9 السَّيِّئَاتُ kötülükler س و ا
10 عَنِّي benden
11 إِنَّهُ şüphesiz o
12 لَفَرِحٌ şımarık ف ر ح
13 فَخُورٌ ve böbürlenendir ف خ ر
 
“Ümitsiz” diye tercüme ettiğimiz yeûs kelimesi, “ümitsizlik, çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik” gibi anlamlara gelen ye’s kökünden türemiş olup “herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı derecede ümitsizliğe kapılan kimse” anlamına gelir. Kur’ânî bir terim olarak yeûs, geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu Allah’ın bir lutfu olarak değil de kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ise ümidini yitiren kimseyi ifade eder.
 İlk iki âyette genel olarak insan türünün doğal yapısının bencilliğine ve sıkıntılar karşısındaki dayanıksızlığına; 11. âyette ise sabır erdemi kazanmış ve güzel işler yapmayı ilke haline getirmiş insanların bu doğal kusurlarını düzeltmeyi başardıklarına dikkat çekilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, hayatta karşılaşılan bütün zorluklara rağmen insanın, işlediği günahlar ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun, ümitsizlik ve karamsarlığa düşmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Allah’ın gücü her şeyin üstünde, acıması ve yardımı da sonsuzdur. Buna göre ümitsizlik ve karamsarlık, ancak Allah’a iman ve güveni olmayan insanlar için söz konusudur (bk. Âl-i İmrân 3/160; Yûsuf 12/87; Ankebût 29/23; Mümtehine 60/13).
“Nankör” diye tercüme ettiğimiz kefûr kelimesi küfr kökünden türemiş olup verdiği nimetlerden dolayı Allah’a minnettarlık duymayan, O’na inanmayan, O’na karşı kulluk ve şükran borcunu yerine getirmeyen, hamd ve senâda bulunmayan, çok nankör ve çok inkârcı kimseyi ifade eden Kur’ânî bir terimdir. Allah Teâlâ burada olduğu gibi başka âyetlerde de çeşitli nimetlere mazhar oldukları halde şükretmeyip nankörlük eden kullarını kınamış (meselâ bk. A‘râf 7/10; Nahl 16/78; Gafir 40/61); şükredenler için nimetini arttıracağını, nankörlük edenler için de şiddetli azap hazırlamış olduğunu haber vermiştir (bk. İbrâhim 14/7). Kula yakışan, Allah’ın azabından korktuğu için değil, verdiği nimetten dolayı O’na şükretmek ve kulluk görevini yerine getirmektir. 
 10. âyette insanın bir başka özelliğine dikkat çekilmekte, başına gelen sıkıntıların yok olması, sonra da nimetlere mazhar olması karşısında göstereceği şımarıklık ve hafifliklere değinilmektedir. Meselâ insan hasta iken sağlığa, fakir iken zenginliğe, zelil iken azizliğe kavuştuğunda kendisini bu sıkıntılardan kurtarıp nimetlere kavuşturan yüce Allah’a şükretmesi gerekirken, artık sıkıntıların bittiğini, bir daha sıkıntılarla karşılaşmayacağını sanarak şımarmaktadır.
 Sonuç olarak insan kendisini yaratan kudret tarafından bazan varlık ve huzurla bazan yokluk ve sıkıntıyla imtihan edilmektedir. İnsanın her iki halde de Cenâb-ı Allah’ın hikmet ve iradesinin tecelli ettiğini, darlığın, bolluğun, hatta hayatın ve ölümün birer imtihan vesilesi olduğunu düşünüp darlığa sabretmesi, bolluğa şükretmesi gerekir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise azalmasına sebep olur. Nitekim 11. âyette sıkıntılı hallerde ümitsizliğe kapılmayıp sabreden, bollukta ise şımarmayıp şükreden, yani nimetin hakkını verip amel işleyenlerin bağışlanacakları ve kendilerine büyük bir mükâfat verileceği bildirilmiştir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 152-153
 

Riyazus Salihin, 28 Nolu Hadis:

Mü’minin her durumu kendisi için hayırdır.
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’ den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”
(Müslim, Zühd 64)
 

فرح Feraha : فَرَحٌ ani bir zevkle göğsün genişlemesidir. Bu durum daha çok bedensel ve dünyevi lezzetlerle gerçekleşir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de iki farklı türevde 22 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri ferah, Feriha Ferhan’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

فخر Fehara : فَخْرٌ mal ve makam gibi insanın aslına ait olmayan şeylerle ilgili övünme yarışına girmesine denir. Kuran-ı Kerim’de de geçen فَخُورٌ türevi kelimeye çokluk anlamı katarak çok övünen manasına gelir. فَخَّارٌ kelimesi çömlek/pişmiş çamur demektir. Son olarak تَفاخُرٌ ise karşılıklı övünme anlamındadır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 6 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri iftihar, müftehir ve Fahri’dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ

 

وَ  atıf harfidir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.

اَذَقْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

نَعْمَٓاءَ  ikinci mef’ûlün bih olup, sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayr-ı munsariftir.

İsimler, îrab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından ikiye ayrılır:

1. Munsarif isimler: Tenvin ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.

2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.

Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayri munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بَعْدَ  zaman zarfı,  اَذَقْنَاهُ  fiiline müteallıktır.  ضَرَّٓاءَ muzâfun ileyh olup sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.

مَسَّتْهُ  fiili  ضَرَّٓاءَ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَسَّتْهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen tekid harfidir.  يَقُولُنَّ  fiilinin sonundaki nun, tekid ifade eden nûn-u sakiledir.  يَقُولُنَّ   fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

ذَهَبَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  السَّيِّـَٔاتُ  faildir.  عَنّ۪ي  car mecruru  ذَهَبَ  fiiline müteallıktır. Sonundaki  نِ  vikayedir  Muttasıl zamir  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.

 

 اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder.

هُ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  فَرِحٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

فَخُورٌ  ise  اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.

فَرِحٌ  -  فَخُورٌ  isimleri mübalağa sıygasındadır.

Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ

 

7. ayetteki  وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ  cümlesine matuf olan ayet, kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.  لَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ  cümlesi, şart üslubunda haberî isnaddır.

لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي  cümlesi  kasemin cevabı yani muksemun aleyhtir.

Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur. Şartın cevabının ve kasemin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

يَقُولُنَّ  fiilinin mekulü’l-kavli  ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ, müspet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ذَهَبَ  fiilinin  السَّيِّـَٔاتُ ’ya isnadı, aklî mecazdır.

مَسَّتْهُ  cümlesi  ضَرَّٓاءَ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

نَعْمَٓاءَ -  ضَرَّٓاءَ  arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

نَعْمَٓاءَ  kelimesi için Vahidî şöyle der: “Bu, sahibinde izleri görünen nimettir.  ضَرَّٓاءَ kelimesi de sahibinde eseri, tesiri görünen zarar manasınadır. Çünkü bunlar görünen halleri ifade etmek için kullanılırlar. İşte  النعمة ile  مَضَرَّةَ  ile  ضَرَّٓاءَ  arasındaki mana farkı budur.” (Fahreddin er-Râzî)

ضَرَّٓاءَ  kelimesi müennes ve memnu’u mine’s-sarftır. Eziyet ve kötülük açısından mübalağa ifade eder.

Rahmet ve nimetler hakkında, lezzeti ve rağbeti bildiren اَذَقْنَا/tatmak fiilinin; sıkıntılar hakkında ise asgari teması bildiren  مَسَّتْهُ/dokunma fiilinin kullanılması, birincinin Allah'a isnad edilmesi apaçık bir mükemmeliyet ifadesidir.

Burada Allah'ın muradı, rağbet edilen hayrı olabildiğince güzel bir biçimde kullara ulaştırmaktır ve O, kulları için ancak kolaylık diler, güçlük dilemez.

Kulların güçlüklere uğraması da, ancak kötü seçimleri yüzünden ve az bir zaman içindir. Sanki o kötülük yalnız bedene dokunur da hiç tesiri olmaz.

Kullardan rahmetin alınması ise yukarıda belirtildiği gibi onların nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyledir.

Fakat kul o, nimetlerle şımarır, aldanır ve iftihar eder, gururlanır. Bundan dolayı o nimetlerin hakkını eda etmez. (Fahreddin er-Râzî)


  اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ

 

Ayetin fasılla gelen son cümlesi, önceki cümledeki mecrur zamirden hal-i müekkide olarak ıtnâbtır.  وَ ’la gelmeyen bu hal cümlesi, bu halin sürekli bir özellik olduğuna işaret eder.

اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

9 ve 10. Ayetler arasında güzel bir mukabele sanatı örneği vardır.

فَخُورٌ - فَرِحٌ  kelimeleri arasında cinas-ı muzari ve mürâât-ı nazîr vardır.

Bu iki ayet insanı tanıtır. İnsanların çoğu bu halleri taşır. O halde bu konularda dikkatli olalım, şükrümüzü hamdimizi tam olarak yapmaya gayret edelim.