30 Aralık 2024
Hûd Sûresi 6-12 (221. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Hûd Sûresi 6. Ayet

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  ...


Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve yoktur
2 مِنْ hiçbir
3 دَابَّةٍ canlı د ب ب
4 فِي
5 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
6 إِلَّا
7 عَلَى ait olmayan
8 اللَّهِ Allah’a
9 رِزْقُهَا rızkı ر ز ق
10 وَيَعْلَمُ ve O bilir ع ل م
11 مُسْتَقَرَّهَا onun karar kıldığı yeri ق ر ر
12 وَمُسْتَوْدَعَهَا ve emanet bırakıldığı yeri و د ع
13 كُلٌّ (bunların) hepsi ك ل ل
14 فِي
15 كِتَابٍ bir Kitap’tadır ك ت ب
16 مُبِينٍ apaçık ب ي ن
Allah Teâlâ burada, insanlar dahil yeryüzündeki bütün canlıların rızıklarını yaratmanın kendine ait bir iş olduğunu vurgulayarak önceki âyetin anlamını pekiştirmektedir. Bir sonraki âyette buyurulduğu üzere gökleri ve yeri yaratan O olduğu gibi, yeryüzünde sürünen, hareket eden, ayaklarıyla yürüyen, sularda yüzen, gökyüzünde uçan veya başka şekillerde hareket eden büyük, küçük, görülebilen ve görülemeyen bütün canlıları yaratan (krş. en-Nûr 24/45) ve rızıklarını iradeleri vasıtasıyla veya kendi iradesiyle ulaştıran yine O’dur. O, yer küresini bu canlıların rızıklarını karşılayacak biçimde yarattığı gibi, her türe münasip rızıkları da yaratmıştır. Canlıların yapılarını, rızıklarını elde edecek şekilde yaratmış, besinleri temin etmeleri için bazılarına akıl ve irade gücü, bir kısmına da yalnızca içgüdü vermiştir.
 Allah’ın rızkı tekeffül etmesi “canlıların rızıklarını kazanmak için hiçbir çaba harcamalarına gerek olmayacağı” şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah insanlara akıl ve irade, hayvanlara da içgüdü vermiştir. Öteki canlılar rızıklarını elde etmek için içgüdülerini kullandıkları gibi insanlar da akıl, irade, ruhsal ve fiziksel yeteneklerini kullanmak durumundadırlar.
 Meâlinde “halen bulunduğu yer” diye tercüme ettiğimiz müstekar ve “emanet olarak konulacağı yer” diye tercüme ettiğimiz müstevda‘ kelimelerinden birincisi müfessirler tarafından –insan göz önüne alınarak– “canlının bu dünya üzerinde bulunduğu yer”, ikincisi ise yeryüzündeki istikrarından önce “babanın sulbünde veya ananın rahminde bulunduğu yer” yahut müstekar, “hayatta iken bulunduğu yer” müstevda‘ ise “öldükten sonra konulacağı yer” olarak açıklanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Ateş, IV, 294; bu kavramlarla ilgili bizim yorumumuz için bk. En‘âm 6/98).
 “Apaçık kitap”, tefsirlerde Allah’ın ezelî ilmi veya levh-i mahfûz olarak yorumlanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Elmalılı, IV, 2758). İnsan hayatı görünürde durgun, gerçekte akan büyük bir nehir gibidir. Bir noktadan aynı su iki kere geçmez; her an yer değiştirir; aynı yer durur gibi gözüktüğü için müstekar (karargâh), terkedildiği ve başkasıyla değiştirildiği için müstevda‘ (konulup göçülen yer) niteliğini taşımaktadır. Buna göre yukarıda anlatılanların tamamı Allah’ın ilminde mevcuttur.
7. Allah Teâlâ, önceki âyette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillere değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada “gökler ve yer” ifadesinin onlardaki diğer varlıkları da içerdiğinde şüphe yoktur. Nitekim yüce Allah başka âyetlerde bu ikisinin arasında bulunan varlıkları da kendisinin yarattığını ifade buyurmuştur (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arş hakkında bk. A‘râf 7/54; Elmalılı, III, 2171-2185).
 Burada anlatılan arşın mahiyeti bilinmediği gibi suyun mahiyeti de bilinmediği için “Allah’ın arşının su üzerinde olması” müteşâbih kalmakta, bundan maksadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir (müteşâbih hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/7). Bu sebeple “Bundan ne kastedildiğini Allah Teâlâ daha iyi bilir” demekle yetinmek en uygun yoldur.
 Allah Teâlâ insanların hangisinin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri yarattığını; başka bir ifadeyle göklerin ve yerin yaratılış hikmetinin insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini denemek olduğunu ifade buyurmuştur. Çünkü yer ve göklerin nimetlerinden faydalananlar insanlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için yaratılmış olduğu (bk. Bakara 2/29), göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah’ın bir lutfu olarak insanın emrine verildiği bildirilmektedir (bk. Câsiye: 45/13); insanın yaratılışındaki hikmet ise yaratana kulluk etmektir (bk. Zâriyât, 51/56). Sonuçta göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah’a kulluk etmeye imkân vermek, ortam oluşturmak üzere yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yer ve göklerin insanlığa hizmetinin yanında daima yüce Allah’ı tesbih ettiği de bildirilmiştir (bk. İsrâ 17/44). Buna göre insan dışındaki varlıklar da ilâhî iradeye boyun eğerek bir mânada O’na kulluk etmektedirler.
 “Düzmece” diye tercüme ettiğimiz sihr kelimesi sözlükte, “bir şeyi aslî durumundan çıkarıp başka bir duruma sokmak, mahiyetini değiştirmek” anlamlarına gelmektedir (bk. Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, “sihr” md.); dolayısıyla sahte ve gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek mânasında düzmece kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmek-tedir. Bağlam dikkate alındığında burada sihr kelimesinden bu mânanın kastedildiği anlaşılır. Zira âhirete inanmayanlara dünyada yaptıklarından hesaba çekileceklerini haber vermek üzere, “Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz” denildiğinde, “Bu apaçık bir sihirdir” diye verdikleri cevaptan maksatları bilinen (büyü) anlamındaki sihir değil, onlara göre varlıklıların dünya hayatının tadını çıkarmalarını engellemek, fakir ve yoksulları da avutmak maksadıyla ortaya atılmış düzmece sözlerdir.“Bu, apaçık bir düzmecedir” cümlesindeki işaret zamirini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır: a) “Öldükten sonra dirileceklerine dair” olan bu söz, insanları dünya nimetlerinden mahrum etmek, onları kendinize boyun eğdirip itaat ettirmek için uydurduğunuz bir hiledir. b) Bundan maksat Kur’an’dır yani öldükten sonra dirilme olayının gerçekleşeceğini söyleyen Kur’an sihir gibi bâtıl, gerçek olmayan bir düzmecedir. Dolayısıyla ona hiçbir konuda inanılamaz ve güvenilemez. 
 Ayrıca sihr kelimesinin sehir veya sâhir şeklindeki farklı kıraatine göre cümle şöyle de tercüme edilebilir: “Bu (Muhammed) düpedüz bir sihirbazdır” (Zemahşerî, II, 260; Râzî, XVII, 188 vd.; sihir hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102).
 8. Bu âyet müşriklerin yukarıdaki iddialarına cevap olmak üzere indirilmiştir. Meâlinde “süre” diye tercüme ettiğimiz “ümmet” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ burada “süre, vade” anlamlarına gelmektedir; diğer yerlerde ise ortak özellikler taşıyan canlılar topluluğu (En‘âm 6/38), iyi hasletleri kendinde toplayan kişi (Nahl 16/120), izlenen yol, inanç, yaşayış tarzı (Zuhruf 43/22) ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır (ümmet kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128, 134, 141, 143; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emm” md.).
 Bir önceki âyette belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini ve dünyada Allah’a şirk koşmanın âhirette cezayı gerektireceğini haber verdiğinde, müşrikler bu söze “düzmece” deyip alay ederek cezanın çabucak gelmesini istiyorlardı; ilâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli bir süre ertelenince de bunu âcizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyorlardı. Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip onları çepeçevre kuşatacağını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. Bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi gerçekleşeceği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı cezanın 3. âyette işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı da âyetteki “sayılı, belirli” anlamına gelen ma‘dûde kelimesinden hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani müslümanlara cihad emrinin geldiği güne ertelendiğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir Savaşı’nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir (bk. Şevkânî, II, 548). Nitekim Bedir Savaşı’nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri gelenlerinden olmak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir. Bize göre âyette kastedilen azap Bedir Savaşı ile sınırlı olmayıp daha sonrakileri hatta âhiretteki azabı da kapsamaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 148-151

ودع: Rahat, huzur, sukûnet manalarına gelen دَعَة kelimesi;  genelde basit ve değersiz anlamında kullanılır. تَوْدِيع (وَدَّعَ)  ise ‘yolcuya, Allah (cc) yolculuğun tasasını ondan alıp götürsün diye ve ona دَعَة  (rahat/huzur) ulaştırsın diye dua etmendir. Literatürde bu ifade yolcuyu uğurlama ya da geçirme, ve terk etme anlamında kullanılır hale gelmiştir. (Müfredat) 

 

Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) 

Türkçede kullanılan şekilleri tevdî etmek, vedâ, elvedâ, mevduat, mudi’ ve vediadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  مِنْ  zaiddir.  دَٓابَّةٍ  lafzen mecrur, mübteda olarak mahallen merfûdur.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  دَٓابَّةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.

اِلَّا  hasr edatıdır.  عَلَى اللّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

رِزْقُهَا  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

مُسْتَقَرَّهَا  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مُسْتَوْدَعَهَا  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur. 

مُسْتَقَرَّهَا  -  مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’âl babının ism-i mef’ûludur.


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

İsim cümlesidir.  كُلٌّ  mübteda olup lafzen merfûdur.  فٖي كِتَابٍ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ ’in sıfatıdır. 

مُب۪ينٍ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

كُلٌّ ’deki tenvin hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir.

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ 

 

وَ   istînâfiyyedir. 

Menfi isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.  مِنْ دَٓابَّةٍ ’deki zaid  مِنْ  harfi tekid ifade eder. Car-mecrur  فِي الْاَرْضِ, mübteda olan  دَٓابَّةٍ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. 

دَٓابَّةٍ  için haber konumundaki  عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا cümlesinde, îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur  عَلَى اللّٰهِ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  رِزْقُهَا, muahhar mübtedadır. 

Yeryüzünde bulunan her canlının rızkının yaratılması ve ona ulaştırılması yalnız Allah'a aittir. Bu, ya tabii yoldan ya da irade yoluyla olur.

Allah lütuf ve rahmetiyle buna kefil olmuştur. Bu konuda vücûb bildiren bir ifade kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın buna dair vaadi daha önce gerçekleşmiştir.

Bir de rızkın mutlaka sahibini bulacağını tespit ve mükellefleri Allah'a güvenmeye alıştırmak içindir. (Ebüssuûd)

عَلَى اللّٰهِ  şeklindeki car mecrur önce gelmiş, kasr üslubuyla rızkın sadece Allah’a ait olduğunu ifade etmiştir. 

Cümle  مَا  ve  اِلَّا  ile yapılan kasrla tekid edilmiştir. Kasr mübteda ve haber arasındadır. Bütün canlılar Allah’ın rızıklandırmasına kasredilmiştir. Bütün canlılar maksûr, Allah’ın rızıklandırması maksûrun aleyhtir. 

Varlıklar içinde sadece rızkın Allah’a hasrı, örfte Allah’ın rızkın müsebbibi ve takdir edicisi olma durumundan dolayı mecaz-ı aklîdir. (Âşûr)

Müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eden  يَعْلَمُ cümlesi haber cümlesine matuftur. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

مُسْتَقَرَّهَا - مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr  sanatı vardır.

مُسْتَقَرَّ “Müstekar”, o canlının yeryüzündeki, dünyadaki yeridir.  مُسْتَوْدَعَ  “Müstevda” ise o canlının, sulbte veya rahimde, yahut da yumurtada karar kılmadan önce bırakılmış olduğu yerdir. Ferrâ, “Canlı mahlukun gece-gündüz sığındığı yere müstekar, ölüp kaldığı yere ise müstevda denilmiştir.” (Fahreddin er-Râzî)

Zeccâc şöyle demektedir:  دَٓابَّةٍ  kelimesi her canlıya verilen bir addır. Zira “dabbe” kelimesi, debîb (kımıldama, debelenme) kelimesinden alınmış bir isimdir. Bu lafza, müenneslik  ةٍ ’si getirilerek, erkek olsun dişi olsun ruh sahibi her canlı hakkında kullanılmıştır. Ancak ne var ki bu kelime, Arapların örfünde hassaten at için kullanılmaktadır. Bu ayette bu lafızla kastedilen ise aslî lügat manasıdır. Bu sebeple bu ifadenin içine bütün canlılar girmektedir. Bu husus müfessirler arasında müttefekun aleyh olan bir husustur. Buradaki  عَلَى  harf-i ceri vücûb ifade eder. Bu da canlılara rızık vermenin Allah’a vacip olduğuna delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

Ta’lil hükmünde istinafiyye olan son cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Sübut ifade eden isim cümlesinde îcaz-ı hazif sanatı vardır. 

كُلٌّ ’deki tenvin; hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir. Takdiri, …كلّ شيء في الحياة (hayattaki her şey...) olabilir.

Car mecrur  ف۪ي كِتَابٍ, mahzuf habere müteallıktır.

مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

كِتَابٍ ’deki tenvin tazim içindir.

مُب۪ينٍ, hem  بَانَ  hem de  اَبَانَ  fiilinden geliyor olabilir. Bu yüzden hem “açık” hem de “açıklayıcı” anlamındadır.

Bütün canlıların rızıkları, karar kıldıkları yerler, emanet olarak bulundukları mekânlar, levh-i mahfuzda tespit edilmiştir. Bunlar levh-i mahfuza bakan melekler için açıktır. Yahut levh-i mahfuz, içinde tespit edilmiş olanları bakanlara açıklar. (Ebüssuûd)
Hûd Sûresi 7. Ayet

وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ  ...


O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkârcılar “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَهُوَ ve O’dur
2 الَّذِي
3 خَلَقَ yaratan خ ل ق
4 السَّمَاوَاتِ gökleri س م و
5 وَالْأَرْضَ ve yeri ا ر ض
6 فِي içinde
7 سِتَّةِ altı س ت ت
8 أَيَّامٍ gün ي و م
9 وَكَانَ iken ك و ن
10 عَرْشُهُ O’nun Arş’ı ع ر ش
11 عَلَى üzerinde
12 الْمَاءِ su م و ه
13 لِيَبْلُوَكُمْ sizi denemek için ب ل و
14 أَيُّكُمْ hanginizin
15 أَحْسَنُ daha güzel (olduğunu) ح س ن
16 عَمَلًا amelinin ع م ل
17 وَلَئِنْ ve şayet
18 قُلْتَ onlara dersen ق و ل
19 إِنَّكُمْ şüphesiz siz
20 مَبْعُوثُونَ diriltileceksiniz ب ع ث
21 مِنْ
22 بَعْدِ sonra ب ع د
23 الْمَوْتِ ölümden م و ت
24 لَيَقُولَنَّ hemen derler ق و ل
25 الَّذِينَ kimseler
26 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
27 إِنْ değildir
28 هَٰذَا bu
29 إِلَّا başka
30 سِحْرٌ bir sihirden س ح ر
31 مُبِينٌ apaçık ب ي ن

وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ 

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

Müfred müzekker has ism-i mevsûl  الَّذٖي, haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  السَّمٰوَاتِ  mef’ûlün bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

الْاَرْضَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.

فٖي سِتَّةِ  car mecruru  خَلَقَ  fiiline müteallıktır.  اَيَّامٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

 

 وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ

 

وَ  itiraziyyedir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

عَرْشُهُ  kelimesi  كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عَلَى الْمَٓاءِ  car mecruru  كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

لِ  harfi,  يَبْلُوَكُمْ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  خَلَقَ  fiiline müteallıktır.

يَبْلُوَكُمْ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan حَتّٰٓى dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren  لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyyeden (وَ) sonra, 6) Sebep fe  فَ sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَيُّكُمْ  istifham ismi, mübteda olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَحْسَنُ  haber olup lafzen merfûdur.  اَحْسَنُ  ism-i tafdil kalıbındandır.

İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil  اَفْضَلُ  veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi  فُعْلَى  veznindedir. 

İsm-i tafdilden önce gelen isme mufaddal, sonra gelen isme mufaddalun aleyh denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

عَمَلاً  temyiz olup fetha ile mansubdur.

Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.

Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, c) İçinde  كَفَى بِ  terkibi bulunan cümleler, d) Kem-i istifhamiye (soru için olan  كَمْ ) ve kem-i haberiye (çokluk bildiren  كَمْ ) ile kurulan cümleler.

Bu ayette  اَحْسَنُ den sonra geldiği için  عَمَلاً  temyizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.

قُلْتَ  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ ’dir.  قُلْتَ  fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

كُمْ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

مَبْعُوثُونَ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

مِنْ بَعْدِ  car mecruru  مَبْعُوثُونَ ’ye müteallıktır.  الْمَوْتِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen tekid harfidir. 

يَقُولُنَّ  fiilinin sonundaki nun, tekid ifade eden nûn-u sakiledir.  يَقُولَنَّ  fetha üzere mebni muzari fiildir. 

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذٖينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası  كَفَرُٓوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

كَفَرُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.


 اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

 

 

Cümle  يَقُولَنَّ nin mekulü’l-kavli olarak mahallen mansubdur.

اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. İşaret ismi  هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur. 

اِلَّا  hasr edatıdır.  سِحْرٌ  haber olup lafzen merfûdur.  مُب۪ينٌ  kelimesi  سِحْرٌ ’un sıfatıdır.

مُبٖينٌ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ 

 

Ayet, önceki istînâfa  وَ ’la atfedilmiştir.

Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması tazim kastının yanında, sonraki habere dikkat çekmek içindir. Burada cümlenin iki rüknü de marife olarak gelmiş ve kasr üslubu oluşmuştur.  هُوَ  maksûr/mevsuf,  الَّذ۪ي maksûrun aleyh/sıfattır. Cümle kasrla tekid edilmiştir. İki taraf da yani mübteda da haber de marife olduğu için kasr ifade eder. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat babında hakiki kasrdır. (Âşûr, Enam Suresi 2)

İsim cümleleri sübut ifade eder.İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Haber konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ’nin sılası olan  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ  cümlesi mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ  ifadesinde tağlîb sanatı vardır. Yer gök ve ikisi arasındaki herşeyi de ifade eder.

Bazı ayetler de vardır ki Kur’an’da zikredildiği bağlam düşünüldüğünde bu ayetlerin ifade sadedinin, Allah’ın nimetlerinden birinin kevni ayetlerin içine gizlenerek insanlara nimetlerinin hatırlatılması olduğu görülecektir. Müfessirler bu vb. bağlamının dışında anlamlar yüklenebilen ayetlerde de idmâc sanatı olduğu görüşündedirler. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları) 

Allah gökleri ve yeri altı vakitte, veya altı gün kadar bir zamanda yaratmıştır.

Gün, insanların örfünde güneşin, yeryüzünün üstünde olduğu zamana denir. Yerin ve göğün olmadığı bir zamanda günün varlığından bahsedilemez.

Allah gökleri ve yeri bir anda yaratmaya kadir iken onları tedricen yaratması, O'nun muhayyer bir kadir olduğuna, bundan ibret alınmasının lüzumuna delildir ve işleri teenni ile yapmaya teşviktir. (Ebüssuûd)

 

وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ

 

وَ  itiraziyyedir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.

كَانَ ’nin dahil olduğu cümle isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  لِيَبْلُوَكُمْ  cümlesi, mecrur mahalde  خَلَقَ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لِيَبْلُوَكُمْ  fiilinin mef’ûlü konumundaki  اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ  cümlesi, istifham üslubunda, inşâî isnaddır. İsim cümlesi formunda gelmiş olan cümle, gerçek manada soru kastı taşımadığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca mütekellimin Allah Teâla olması sebebiyle cümlede, tecâhül-i ârif sanatı vardır.

عَرْشُهُ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  عَرْشُ, şan ve şeref kazanmıştır.

عَمَلاً  kelimesi, müsned olan  اَحْسَنُ  için temyizdir. 

وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ [O'nun arşı su üstünde idi.] ibaresi, O'nun melik, malik ve hâkim olduğuna delildir, çünkü arşın sahibi meliktir.

Bu söz ayrıca Yüce Allah’ın mülkünün ve hükümranlığının da kadîm olduğuna işaret etmektedir. Çünkü O, yeri ve gökleri yaratmadan evvel de melikti. Arşı da suyun üzerindeydi. O, büyük arşın da arşın üzerinde bulunduğu yerin de Rabbidir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 3, s. 31)

 

وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.  لَ  mahzuf kasem fiiline işaret için gelen lâm-ı muvattıa,  إنْ  şart harfidir. 

Muksemun aleyh olan şart cümlesi  قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قُلْتَ  fiilinin mekulü’l-kavli ise  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا  cümlesi mahzuf kasemin cevabıdır. Şart cümlesinin cevabı kasemin cevabının delaletiyle hazfedilmiştir. Kasemin ve şartın cevabının hazfi, îcaz-ı hazif sanatıdır.

Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)

Fail konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası  كَفَرُٓوا şeklinde mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.  

لَيَقُولَنَّ  kelimesinin sonundaki  nûn-u sakile ve baştaki  لَ  harfi; kâfirlerin böyle söyleyeceklerinin kesin olduğunu belirtmektedir. Onların sözleri de  اِنْ  ve  اِلَّا  ile kasr üslubunda gelmiştir. Bu şekilde onların öldükten sonra diriltileceklerine inanmadıklarını, kesinlikle bunun sihirden başka birşey olmadığını düşündükleri anlaşılır. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Allah’ın bu sınavdaki amacı insanların ne yapacaklarını öğrenmek değildir. Çünkü O, onların ne yapacaklarını baştan bilir. Sınavdan geçirmekteki amacı, davranışlarının işlenmiş halde ortaya çıkmaları ve insanların O’nun iradesi ve adaleti uyarınca bu davranışlarının karşılıklarını almalarıdır. (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l Kur’an)

مَبْعُوثُونَ - الْمَوْتِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

قُلْتَ - لَيَقُولَنَّ  arasında iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr sanatları vardır.

Allah’ın her şeye gücü yeterken altı aşamada yaratması; bizim için de planlı olmaya bir teşviktir. Bazı şeylerin zamana ihtiyacı vardır, aceleci olmamalıyız.

Arşın su üzerinde olması; her şeyin sudan yaratılmasına işarettir.

يَقُولَنَّ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ, kasrla tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi  اِنْ  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.  هٰذَٓا  mevsuf/maksûr, سِحْرٌ مُب۪ينٌ  sıfat/maksûrun aleyhtir. 

Müsnedün ileyhin işaret ismi ile gelmesi işaret edilene tahkir kastı taşımaktadır. Ayrıca işaret isminde tecessüm sanatı vardır.

مُب۪ينٌ  kelimesi, سِحْرٌ  için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Hûd Sûresi 8. Ayet

وَلَئِنْ اَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِلٰٓى اُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُۜ اَلَا يَوْمَ يَأْت۪يهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفاً عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟  ...


Andolsun, biz onlardan azabı belirli bir süreye kadar geciktirsek, o zaman da mutlaka “Onu ne alıkoyuyor?” derler. İyi bilin ki, azap onlara geleceği gün, kendilerinden bir daha uzaklaştırılmaz ve alay etmekte oldukları şey, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَئِنْ ve şayet
2 أَخَّرْنَا geciktirsek ا خ ر
3 عَنْهُمُ onlardan
4 الْعَذَابَ azabı ع ذ ب
5 إِلَىٰ için
6 أُمَّةٍ bir süre ا م م
7 مَعْدُودَةٍ sayılı ع د د
8 لَيَقُولُنَّ mutlaka derler ق و ل
9 مَا nedir?
10 يَحْبِسُهُ onu alıkoyan ح ب س
11 أَلَا haberiniz olsun ki
12 يَوْمَ gün ي و م
13 يَأْتِيهِمْ o geldiği ا ت ي
14 لَيْسَ değildir ل ي س
15 مَصْرُوفًا geri çevrilecek ص ر ف
16 عَنْهُمْ kendilerinden
17 وَحَاقَ ve kuşatır ح ي ق
18 بِهِمْ onları
19 مَا şey
20 كَانُوا oldukları ك و ن
21 بِهِ onu
22 يَسْتَهْزِئُونَ alaya alıyor(lar) ه ز ا

وَلَئِنْ اَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِلٰٓى اُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.

اَخَّرْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

عَنْهُمُ  car mecruru  اَخَّرْنَا  fiiline müteallıktır.  الْعَذَابَ  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.

اِلٰٓى اُمَّةٍ  car mecruru  اَخَّرْنَا  fiiline müteallıktır.  مَعْدُودَةٍ  kelimesi  اُمَّةٍ  kelimesinin sıfatıdır.

لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen tekid harfidir.  يَقُولُنَّ  fiilinin sonundaki nun, tekid ifade eden nûn-u sakiledir.  يَقُولُنَّ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.

İstifham ism-i   مَا, mübteda olarak mahallen merfûdur.  يَحْبِسُهُ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

يَحْبِسُهُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

اَخَّرْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

Tef’il babındandır. Sülâsîsi  أخر ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.  

مَعْدُودَةٍ  kelimesi sülâsî mücerred olan  عدد  fiilinin ism-i mef’ûlüdür.


اَلَا يَوْمَ يَأْت۪يهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفاً عَنْهُمْ

 

اَلَا  tenbih harfidir.  يَوْمَ  zaman zarfı,  مَصْرُوفاً ’e müteallıktır.

يَأْت۪يهِمْ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يَأْتٖيهِمْ  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Muttasıl zamir  هِمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

لَيْسَ  camid nakıs fiildir.  كَانَ  gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.

لَيْسَ ’nin ismi müstetir olup takdiri  هو ’dir.  مَصْرُوفاً  kelimesi  لَيْسَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.

عَنْهُمْ car mecruru  مَصْرُوفاً ‘e müteallıktır.

مَصْرُوفاً  kelimesi sülâsî mücerred olan  صرف  fiilinin ism-i mef’ûlüdür.


وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟

 

وَ  atıf harfidir.  حَاقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  بِهِمْ  car mecruru  حَاقَ  fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası  كَانُوا بِهٖ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.  بِهٖ  car mecruru  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiiline müteallıktır. 

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek südâsi mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsî fiili  هزأ ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.

وَلَئِنْ اَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِلٰٓى اُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُۜ 

 

Atıfla gelen ayetin ilk cümlesi kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. ...لَيَقُولَنَّ  cümlesi kasemin cevabı, yani muksemun aleyhtir. Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur. Şartın cevabının ve kasemin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)

“Ümmet” kelimesi, sanki Allah, bununla tehdit edilen azabın gerçekleştirileceği kastedilen o vakti murat etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

يَقُولُنَّ  fiilinin mekulü’l-kavli  مَا يَحْبِسُهُۜ, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, kâfirlerin “Onu tutan ne!” şeklindeki sözleri soru değil tahkir ve istihza anlamında mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Onların bu azabı acele olarak istemeleri, istihza anlamındadır. Onlarin bu sözlerden maksatları, azabın gelmesini inkârdır. (Ebüssuûd)

Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.


اَلَا يَوْمَ يَأْت۪يهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفاً عَنْهُمْ

 


Tenbih edatı  اَلَا ’nın dahil olduğu cümle fasılla gelmiştir. Nakıs fiil  لَيْسَ nin dahil olduğu,  اَلَٓا  ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.  

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı  يَوْمَ, amili olan  مَصْرُوفاً ’e takdim edilmiştir.

Muzâfun ileyh olarak cer mahallindeki  يَأْت۪يهِمْ  cümlesi müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

مَصْرُوفاً  - يَحْبِسُهُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.


وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟

 

Cümle,  لَيْسَ مَصْرُوفاً  cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا  ise  حَاقَ  fiilinin faili olarak merfû mahaldedir. Sılası  كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlenin müsnedinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliğiyle muhatabın dikkatini uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.

Car mecrur  بِه۪  önemine binaen amili olan  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’ye takdim edilmiştir.

Ayette geçmiş zaman kipinin  حَاقَ, gelecek zaman kipi  يَح۪يقُ  yerine kullanılması bu durumun gerçekleşeceğini bildirmek ve tehdidi mübalağalı bir şekilde anlatmak içindir. (Beyzâvî, III, 223)

Hûd Sûresi 9. Ayet

وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُۚ اِنَّهُ لَيَؤُ۫سٌ كَفُورٌ  ...


Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da, sonra bunu ondan çekip alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör oluverir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَئِنْ şayet
2 أَذَقْنَا tattırsak ذ و ق
3 الْإِنْسَانَ insana ا ن س
4 مِنَّا katımızdan
5 رَحْمَةً bir rahmet ر ح م
6 ثُمَّ sonra
7 نَزَعْنَاهَا onu geri alsak ن ز ع
8 مِنْهُ ondan
9 إِنَّهُ o hemen olur
10 لَيَئُوسٌ ümitsiz ي ا س
11 كَفُورٌ bir nankör ك ف ر
“Ümitsiz” diye tercüme ettiğimiz yeûs kelimesi, “ümitsizlik, çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik” gibi anlamlara gelen ye’s kökünden türemiş olup “herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı derecede ümitsizliğe kapılan kimse” anlamına gelir. Kur’ânî bir terim olarak yeûs, geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu Allah’ın bir lutfu olarak değil de kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ise ümidini yitiren kimseyi ifade eder.
 İlk iki âyette genel olarak insan türünün doğal yapısının bencilliğine ve sıkıntılar karşısındaki dayanıksızlığına; 11. âyette ise sabır erdemi kazanmış ve güzel işler yapmayı ilke haline getirmiş insanların bu doğal kusurlarını düzeltmeyi başardıklarına dikkat çekilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, hayatta karşılaşılan bütün zorluklara rağmen insanın, işlediği günahlar ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun, ümitsizlik ve karamsarlığa düşmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Allah’ın gücü her şeyin üstünde, acıması ve yardımı da sonsuzdur. Buna göre ümitsizlik ve karamsarlık, ancak Allah’a iman ve güveni olmayan insanlar için söz konusudur (bk. Âl-i İmrân 3/160; Yûsuf 12/87; Ankebût 29/23; Mümtehine 60/13).
“Nankör” diye tercüme ettiğimiz kefûr kelimesi küfr kökünden türemiş olup verdiği nimetlerden dolayı Allah’a minnettarlık duymayan, O’na inanmayan, O’na karşı kulluk ve şükran borcunu yerine getirmeyen, hamd ve senâda bulunmayan, çok nankör ve çok inkârcı kimseyi ifade eden Kur’ânî bir terimdir. Allah Teâlâ burada olduğu gibi başka âyetlerde de çeşitli nimetlere mazhar oldukları halde şükretmeyip nankörlük eden kullarını kınamış (meselâ bk. A‘râf 7/10; Nahl 16/78; Gafir 40/61); şükredenler için nimetini arttıracağını, nankörlük edenler için de şiddetli azap hazırlamış olduğunu haber vermiştir (bk. İbrâhim 14/7). Kula yakışan, Allah’ın azabından korktuğu için değil, verdiği nimetten dolayı O’na şükretmek ve kulluk görevini yerine getirmektir. 
 10. âyette insanın bir başka özelliğine dikkat çekilmekte, başına gelen sıkıntıların yok olması, sonra da nimetlere mazhar olması karşısında göstereceği şımarıklık ve hafifliklere değinilmektedir. Meselâ insan hasta iken sağlığa, fakir iken zenginliğe, zelil iken azizliğe kavuştuğunda kendisini bu sıkıntılardan kurtarıp nimetlere kavuşturan yüce Allah’a şükretmesi gerekirken, artık sıkıntıların bittiğini, bir daha sıkıntılarla karşılaşmayacağını sanarak şımarmaktadır.
 Sonuç olarak insan kendisini yaratan kudret tarafından bazan varlık ve huzurla bazan yokluk ve sıkıntıyla imtihan edilmektedir. İnsanın her iki halde de Cenâb-ı Allah’ın hikmet ve iradesinin tecelli ettiğini, darlığın, bolluğun, hatta hayatın ve ölümün birer imtihan vesilesi olduğunu düşünüp darlığa sabretmesi, bolluğa şükretmesi gerekir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise azalmasına sebep olur. Nitekim 11. âyette sıkıntılı hallerde ümitsizliğe kapılmayıp sabreden, bollukta ise şımarmayıp şükreden, yani nimetin hakkını verip amel işleyenlerin bağışlanacakları ve kendilerine büyük bir mükâfat verileceği bildirilmiştir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 152-153
Riyazus Salihin, 38 Nolu Hadis
Ebû Saîd ve Ebû Hureyre radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.”
(Buhârî, Merdâ1, 3; Müslim, Birr 49)

وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُۚ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.

اَذَقْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

الْاِنْسَانَ  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.  مِنَّا  car mecruru  رَحْمَةً ’in mahzuf haline müteallıktır.  رَحْمَةً  ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.

Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından  فَ  harfinin zıttıdır.  ثُمَّ  ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

نَزَعْنَاهَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.  مِنْهُ  car mecruru  نَزَعْنَا  fiiline müteallıktır. 

 

اِنَّهُ لَيَؤُ۫سٌ كَفُورٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

هُ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  يَؤُ۫سٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

كَفُورٌ  ise  اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.

يَؤُ۫سٌ  -  كَفُورٌ  isimleri mübalağa sıygasındadır.

Mübalağalı ism-i fail kalıbı bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُۚ اِنَّهُ لَيَؤُ۫سٌ كَفُورٌ

 

7. ayetteki  وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ  cümlesine matuf olan ayet, kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.  لَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً  cümlesi, şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupta gelen  نَزَعْنَاهَا مِنْهُۚ  cümlesi  ثُمَّ  ile şart cümlesine atfedilmiştir.

...اِنَّهُ لَيَؤُ۫سٌ كَفُورٌ  cümlesi kasemin cevabı, yani muksemun aleyhtir.  اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur. Şartın cevabının ve kasemin hazifi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88)

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Vakafat, s. 107)

Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)

İnsana tarafımızdan sağlık, güven, servet ve başka bir nimet verip onun lezzetini kendisine tattırır da sonra onu kendisinden aldık mı, hiç şüphesiz sabırsızlığından, Allah'a tevekkülü ve güveni olmadığından Allah'ın rahmetinden tamamen ümidini keser ve nankörleşir.

Demek oluyor kı bir insanın Allah'ın nimetleri içinde yaşarken, o nimetlerin kendisinden alınması, o nimetlere nankörlük etmesindendir. (Ebüssuûd)

اَذَقْنَا - نَزَعْنَا  arasında manevi tıbâk vardır.

رَحْمَةً ’deki tenvin kıllet için olabilir. ”En ufak bir rahmet bile tattırsak…” demektir. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

يَؤُ۫سٌ  ve  كَفُورٌ  kelimeleri mübalağa sıygalarındandır. (Safvetü't Tefasir) Aralarında muvazene ve mürâât-ı nazîr vardır.

اَذَقْنَا/Tattırırsak kelimesiyle rahmet, hoşa giden özelliğiyle güzel bir yemeğe benzetilmiş. Câmi’ her ikisinin de insanı memnun etmesidir. Müşebbehün bih olan tatmak (güzel yemek) zikredilmiş, müşebbeh (rahmetin etkisini anlatmak) kastedilmiştir. Allah Teâlâ tattırmak lafzını rahmetin eserini idrak için istiare etmiştir. Yemek hazfedilip gereği söylendiği için istiare-i mücerrededir.

الْاِنْسَانَ daki marifelik ahd içindir. Cins için olduğu da söylenmiştir. (Âşûr)

وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً  Bu ibare de istiaredir. Çünkü rahmetin tattırılması ve soyulması burada gerçek anlamda değildir. Bu tabirlerle kastedilen anlam şudur: “İnsanın bazı günahlar işleyip de tövbe etmesinin peşinden ona merhamet ettiğimizde, tövbesini kabul ederek cezasını düşürmemizden sonra bir başka günah işleyerek rahmetimizi kendisinden kaldırmamıza ve cezalandırmamıza müstahak olunca rahmet ve mağfiretimizden ümidini keser. Halbuki iş böyle değildir. Çünkü insan her günah peşinden tövbe etmeye devam ederse cezadan da kurtulur. Yüce Allah bu sözü, günah işleyip de tövbesinin kabul edileceğinden ümidini kesen kimseyi kınama anlamında söylemiştir. O sebeple  اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً  ifadesi; “Kul, şartlarına ve sınırlarına riayet ederek ihlasla tövbe ettiğinde onu kabul etmeyi biz zatımıza vacip kıldığımız için kendisine merhamet edeceğimizi ona bildirdik.” anlamındadır.  ثُمَّ نَزَعْنَاهَا  ifadesinin anlamı ise “İkinci kez işlediği günahı (el-masiyet) sebebiyle kendisinden merhametimizi kaldırdık.” demektir. Burada  رَحْمَةً  ile kastedilenin -Allahu a’lem- nimet ve bolluk olması da mümkündür. O zaman o nimetlerin kendisinden çekip alınması, imtihan için veya istikamet ve salaha uygun bir fayda için bunların kıtlık, sıkıntı ve afetle yer değiştirmesidir. Allah Teâlâ’nın “Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak elbette ‘kötülükler benden gitti’ der. Çünkü o şımarıktır, kibirlidir.” sözü bu manayı teyit etmektedir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)  

Başında elif-lâm bulunan müfred kelimede asıl olan, onun, eğer bir mani yok ise daha önce bahsi geçene hamledilmesidir. Bu ayette buna herhangi bir mani yoktur. Binaenaleyh ‘insan’ lafzının, daha önce bahsedilene hamledilmesi gerekir. Burada az önce bahsi geçen ise kâfir insandır, kâfirlerdir. (Fahreddin er-Râzî)


Hûd Sûresi 10. Ayet

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ  ...


Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak mutlaka, “Kötülükler benden gitti” diyecektir. Çünkü o, şımarık ve böbürlenen biridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَئِنْ ve şayet
2 أَذَقْنَاهُ ona tattırırsak ذ و ق
3 نَعْمَاءَ bir nimet ن ع م
4 بَعْدَ sonra ب ع د
5 ضَرَّاءَ bir darlıktan ض ر ر
6 مَسَّتْهُ kendisine dokunan م س س
7 لَيَقُولَنَّ mutlaka der ق و ل
8 ذَهَبَ gitti ذ ه ب
9 السَّيِّئَاتُ kötülükler س و ا
10 عَنِّي benden
11 إِنَّهُ şüphesiz o
12 لَفَرِحٌ şımarık ف ر ح
13 فَخُورٌ ve böbürlenendir ف خ ر

Riyazus Salihin, 28 Nolu Hadis:

Mü’minin her durumu kendisi için hayırdır.
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’ den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”
(Müslim, Zühd 64)

فرح Feraha : فَرَحٌ ani bir zevkle göğsün genişlemesidir. Bu durum daha çok bedensel ve dünyevi lezzetlerle gerçekleşir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de iki farklı türevde 22 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri ferah, Feriha Ferhan’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

فخر Fehara : فَخْرٌ mal ve makam gibi insanın aslına ait olmayan şeylerle ilgili övünme yarışına girmesine denir. Kuran-ı Kerim’de de geçen فَخُورٌ türevi kelimeye çokluk anlamı katarak çok övünen manasına gelir. فَخَّارٌ kelimesi çömlek/pişmiş çamur demektir. Son olarak تَفاخُرٌ ise karşılıklı övünme anlamındadır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 6 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri iftihar, müftehir ve Fahri’dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ

 

وَ  atıf harfidir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.

اَذَقْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

نَعْمَٓاءَ  ikinci mef’ûlün bih olup, sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayr-ı munsariftir.

İsimler, îrab harekelerinin hepsini alıp almama bakımından ikiye ayrılır:

1. Munsarif isimler: Tenvin ve îrab harekelerinin hepsini gerektiği durumlarda alabilen isimlerdir. Yani ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde kesrayı alırlar.

2. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir.

Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Arapçada bazı isimlerin birtakım özellikleri ve illetleri vardır. Bir ismin munsarif olmasını engelleyen dokuz illet vardır. Bu dokuz illetten ikisi her ne zaman bir isimde bir araya gelse artık o isim gayri munsarif olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بَعْدَ  zaman zarfı,  اَذَقْنَاهُ  fiiline müteallıktır.  ضَرَّٓاءَ muzâfun ileyh olup sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.

مَسَّتْهُ  fiili  ضَرَّٓاءَ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَسَّتْهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen tekid harfidir.  يَقُولُنَّ  fiilinin sonundaki nun, tekid ifade eden nûn-u sakiledir.  يَقُولُنَّ   fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)

ذَهَبَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  السَّيِّـَٔاتُ  faildir.  عَنّ۪ي  car mecruru  ذَهَبَ  fiiline müteallıktır. Sonundaki  نِ  vikayedir  Muttasıl zamir  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.

 

 اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder.

هُ  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  فَرِحٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

فَخُورٌ  ise  اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.

فَرِحٌ  -  فَخُورٌ  isimleri mübalağa sıygasındadır.

Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ

 

7. ayetteki  وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ  cümlesine matuf olan ayet, kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.  لَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ  cümlesi, şart üslubunda haberî isnaddır.

لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي  cümlesi  kasemin cevabı yani muksemun aleyhtir.

Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur. Şartın cevabının ve kasemin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

يَقُولُنَّ  fiilinin mekulü’l-kavli  ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ, müspet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ذَهَبَ  fiilinin  السَّيِّـَٔاتُ ’ya isnadı, aklî mecazdır.

مَسَّتْهُ  cümlesi  ضَرَّٓاءَ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

نَعْمَٓاءَ -  ضَرَّٓاءَ  arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

نَعْمَٓاءَ  kelimesi için Vahidî şöyle der: “Bu, sahibinde izleri görünen nimettir.  ضَرَّٓاءَ kelimesi de sahibinde eseri, tesiri görünen zarar manasınadır. Çünkü bunlar görünen halleri ifade etmek için kullanılırlar. İşte  النعمة ile  مَضَرَّةَ  ile  ضَرَّٓاءَ  arasındaki mana farkı budur.” (Fahreddin er-Râzî)

ضَرَّٓاءَ  kelimesi müennes ve memnu’u mine’s-sarftır. Eziyet ve kötülük açısından mübalağa ifade eder.

Rahmet ve nimetler hakkında, lezzeti ve rağbeti bildiren اَذَقْنَا/tatmak fiilinin; sıkıntılar hakkında ise asgari teması bildiren  مَسَّتْهُ/dokunma fiilinin kullanılması, birincinin Allah'a isnad edilmesi apaçık bir mükemmeliyet ifadesidir.

Burada Allah'ın muradı, rağbet edilen hayrı olabildiğince güzel bir biçimde kullara ulaştırmaktır ve O, kulları için ancak kolaylık diler, güçlük dilemez.

Kulların güçlüklere uğraması da, ancak kötü seçimleri yüzünden ve az bir zaman içindir. Sanki o kötülük yalnız bedene dokunur da hiç tesiri olmaz.

Kullardan rahmetin alınması ise yukarıda belirtildiği gibi onların nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyledir.

Fakat kul o, nimetlerle şımarır, aldanır ve iftihar eder, gururlanır. Bundan dolayı o nimetlerin hakkını eda etmez. (Fahreddin er-Râzî)


  اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ

 

Ayetin fasılla gelen son cümlesi, önceki cümledeki mecrur zamirden hal-i müekkide olarak ıtnâbtır.  وَ ’la gelmeyen bu hal cümlesi, bu halin sürekli bir özellik olduğuna işaret eder.

اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

9 ve 10. Ayetler arasında güzel bir mukabele sanatı örneği vardır.

فَخُورٌ - فَرِحٌ  kelimeleri arasında cinas-ı muzari ve mürâât-ı nazîr vardır.

Bu iki ayet insanı tanıtır. İnsanların çoğu bu halleri taşır. O halde bu konularda dikkatli olalım, şükrümüzü hamdimizi tam olarak yapmaya gayret edelim.


Hûd Sûresi 11. Ayet

اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ  ...


Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِلَّا ancak hariçtir
2 الَّذِينَ kimseler
3 صَبَرُوا sabreden(ler) ص ب ر
4 وَعَمِلُوا ve ameller işleyenler ع م ل
5 الصَّالِحَاتِ salih ص ل ح
6 أُولَٰئِكَ işte
7 لَهُمْ onlara vardır
8 مَغْفِرَةٌ bağışlanma غ ف ر
9 وَأَجْرٌ ve ecir ا ج ر
10 كَبِيرٌ büyük ك ب ر

اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ 

 

اِلَّا  istisna harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl olan  الَّذ۪ينَ, müstesna olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlün sılası  صَبَرُوا  cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur.

صَبَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ  cümlesi atıf  وَ ’la makabline matuftur. 

عَمِلُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  الصَّالِحَاتِ  mef’ûlün bih olup lafzen mansubdur. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

   

اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  لَهُمۡ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

مَغْفِرَةٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.

اَجْرٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  مَغْفِرَةٌ ’e matuftur.  كَب۪يرٌ  kelimesi ise  اَجْرٌ ’un sıfatıdır.

اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ

 

اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ  cümlesinden istisna edilenlerin bildirildiği ayet fasılla gelmiştir. Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  müstesnadır. İstisna-i muttasıldır. Mevsûlün sılası müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müstesnanın ism-i mevsûlle ifade edilmesi bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında o kimselere tazim ifade eder.

Aynı üslupta gelen  وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ  cümlesi, sılaya hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.

Ahfeş der ki: Bu birinci türden olmayan munkatı’ bir istisnadır. Yani nimet ve sıkıntı hallerin­de sabreden ve salih ameller işleyenler böyle değildir. Ferrâ ise şöyle de­mektedir: Bu buyruk: “İnsana nezdimizden… tattırıp da” buyruğundan is­tisnadır. Çünkü “insan”, nass (insanlar) anlamındadır. “Nass” ise kâfiri de mümini de kapsamına alır. O halde buradaki istisna muttasıl bir istinadır. Bu açıklama güzel bir açıklamadır. (el-Câmiʿ li-Aḥkâmi'l Ḳur’an)

Allah'a imanları ve O'nun hükmüne teslimiyetleri sebebiyle gelmiş ve gelecek sıkıntılara sabreden ve nimetlere şükür için salih ameller işleyenler böyle değildir.

İşte onların günahları ne kadar büyük olursa olsun, bağışlanmak ve mükâfatlandırılmak onlar içindir.

Bu üç ayetin öncekilerle olan bağlantıları şu vecihlerden olabilir:

  1. Hem nimetlerin tattırılması hem de sıkıntıların dokunması imtihan kabilindendir. “Hanginizin ameli daha güzel olacak diye sizi denemek üzere…” ayetindeki icmalden sonra bir nevi açıklamadır.

Hülasa nimetlerin tattırılması da onların çekip alınması da şükürle nankörlük imtihanı olmakla beraber kişi onlarla hidayete ermez. Fakat her iki halde de dalalet uçurumuna yuvarlanır ve onlardan güzel amel sadır olmaz. Ancak salih ve sabırlı insanlardan güzel amel beklenir. 

  1. Onların öldükten sonra diriltilmeyi inkâr ve azapla istihza etmeleri, şımarıklıklarından ve büyüklük taslamalarındandır. (Ebüssuûd)

 اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ

 


Beyanî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mübteda olan işaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi, isim cümlesi olarak gelmiştir. ...لَهُمْ مَغْفِرَةٌ  cümlesi haberdir. Haber cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  لَهُمْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مَغْفِرَةٌ, muahhar mübtedadır. Mübtedanın nekre gelişi kesret ve tazim ifade eder. 

Mübtedaya matuf olan  اَجْرٌ ’un atıf sebebi tezâyüftür.

Müsnedün ileyhin uzağa mahsus ism-i işaretle marife olması, istisna edilenlerin şanının yüceliğini vurgulamak ve onların durumuna gereken önemin verildiğini göstermek içindir.

كَب۪يرٌ  kelimesi, اَجْرٌ ’un sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı  vardır.

Bu ayette anlatılanlar arasında olmaya çalışalım.


Hûd Sûresi 12. Ayet

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَضَٓائِقٌ بِه۪ صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ مَلَكٌۜ اِنَّـمَٓا اَنْتَ نَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌۜ  ...


(Ey Muhammed!) Belki de sen, (müşriklerin) “Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya!” demelerinden dolayı sana vahyolunanlardan bir kısmını göz ardı edeceksin ve o yüzden göğsün daralacak. Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَلَعَلَّكَ belki de
2 تَارِكٌ bırakacaksın ت ر ك
3 بَعْضَ bir kısmını ب ع ض
4 مَا
5 يُوحَىٰ vahyedilenin و ح ي
6 إِلَيْكَ sana
7 وَضَائِقٌ ve daralacak ض ي ق
8 بِهِ onunla
9 صَدْرُكَ göğsün ص د ر
10 أَنْ dolayı
11 يَقُولُوا demelerinden ق و ل
12 لَوْلَا değil miydi?
13 أُنْزِلَ indirilmeli ن ز ل
14 عَلَيْهِ ona
15 كَنْزٌ bir hazine ك ن ز
16 أَوْ veya
17 جَاءَ gelmeli ج ي ا
18 مَعَهُ beraberinde
19 مَلَكٌ bir melek م ل ك
20 إِنَّمَا ancak
21 أَنْتَ sen
22 نَذِيرٌ bir uyarıcısın ن ذ ر
23 وَاللَّهُ Allah ise
24 عَلَىٰ üzerine
25 كُلِّ her ك ل ل
26 شَيْءٍ şey ش ي ا
27 وَكِيلٌ vekildir و ك ل
Müşrikler, “Muhammed madem peygamberdir, gaipten haber veriyor, o halde geçimini sağlamak için ne diye bu kadar uğraşıyor? Gökten kendisine bir hazine indirilmeli, o da bu sıkıntıdan kurtulmalı veya beraberinde kendisinin peygamber olduğunu tasdik edecek bir melek gelmelidir!” şeklinde alaylı ifadelerle Hz. Peygamber’i sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Bu durumdan Hz. Peygamber’in son derece huzursuz olduğu âyetin muhtevasından anlaşılmaktadır. Daha önce de Mekke dağlarının altın olmasını istemişler, Peygamber’in yiyip içmesini ve rızkını kazanmak için çarşıda pazarda dolaşmasını yadırgamışlar; kendisiyle birlikte bir meleğin gelmesini veya ona bir hazinenin indirilmesini yahut ürününden yiyip içeceği bir bahçesinin bulunmasını talep etmişlerdi (Furkan 25/7-8). Müşriklerin böyle alaylı teklifleri karşısında incinen Hz. Peygamber’in, ortamın yumuşayacağı beklentisiyle onlara ters gelen âyetlerin tebliğini bir süre geciktirmesi ihtimaline karşı yüce Allah, Kur’an’dan herhangi bir âyetin tebliğ edilmemesinin doğru olmayacağını, Peygamber’in asıl görevinin Allah’ın gönderdiği vahyi eksiksiz olarak insanlara ulaştırmak olduğunu, bundan ötesinin Allah’a ait bulunduğunu resulüne bildirmiş; ayrıca Allah’ın her şeye vekil olduğunu hatırlatarak ona cesaret, ümit ve teselli vermiştir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 154

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَضَٓائِقٌ بِه۪ صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ مَلَكٌۜ

 

فَ  istînâfiyyedir.  لَعَلَّ, terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir.  إنّ  gibi ismini nasb haberini ref eder.

كَ  muttasıl zamiri  لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  تَارِكٌ  kelimesi  لَعَلَّ ’nin haberi olup mahallen merfûdur.

بَعْضَ  kelimesi ism-i fail olan  تَارِكٌ ’un mef’ûlün bihi olup fetha ile mansubdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlün sılası  يُوحٰٓى اِلَيْكَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يُوحٰٓى  elif mukadder damme ile merfû, meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.

اِلَيْكَ  car mecruru  يُوحٰٓى  fiiline müteallıktır.

ضَٓائِقٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  تَارِكٌ ’e matuftur.  بِه۪  car mecruru  ضَٓائِقٌ ’e müteallıktır. 

صَدْرُكَ  kelimesi ism-i fail olan  ضَٓائِقٌ ’un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

تَارِكٌ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ترك  fiilinin ism-i failidir.

ضَٓائِقٌ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ضيق  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harf-i tarifli ( ال ) olmalıdır. 

2. Haber olmalıdır. 

3. Sıfat olmalıdır. 

4. Hal olmalıdır. 

5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 

6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mef’ûlün lieclihi olarak mahallen mansubdur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri,  خشية أن يقولوا  (demelerinden korktuğun için) şeklindedir.

يَقُولُوا  fiili,  نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli, لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ ’dir.  يَقُولُوا  fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.

لَوْلَٓا  cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için  هلا  yani “Değil mi?” manasındadır.

اُنْزِلَ  fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir.  عَلَيْهِ  car mecruru  اُنْزِلَ  fiiline müteallıktır. كَنْزٌ  naib-i fail olup lafzen merfûdur.

اَوْ  atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçede “veya, yahut, ya da, yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

جَٓاءَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  مَعَ  mekân zarfı,  جَٓاءَ  fiiline müteallıktır.

Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَلَكٌ  fail olup lafzen merfûdur.


اِنَّـمَٓا اَنْتَ نَذ۪يرٌۜ

 

اِنَّـمَٓا, kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki  مَا  harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

Munfasıl zamir  اَنْتَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. نَذ۪يرٌ  haber olup lafzen merfûdur.  نَذ۪يرٌ  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌۜ

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.

عَلٰى كُلِّ  car mecruru  وَك۪يلٌ ’e müteallıktır.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. وَك۪يلٌ  ise haber olup lafzen merfûdur. 

وَك۪يلٌ  mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَضَٓائِقٌ بِه۪ صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ مَلَكٌۜ

 

فَ  istînâfiyyedir. Terecci harfi  لَعَلَّ ’nin dahil olduğu ayet, gayr-ı talebî inşâî isnaddır.

بَعْضَ  kelimesi,  تَارِكٌ  için mef’ûldür.  تَارِكٌ ’un ism-i fail kalıbında olması mef’ûl almasını mümkün kılmıştır.

Muzâfun ileyh konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası olan  يُوحٰٓى اِلَيْكَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.

وَضَٓائِقٌ, haber olan  تَارِكٌ ’a matuftur.  صَدْرُكَ, ism-i fail kalıbındaki  ضَٓائِقٌ ’un failidir.

ضَٓائِقٌ ’un,  صَدْرُ ’ya isnadı, aklî mecazdır.

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki …يَقُولُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ  cümlesi, masdar teviliyle muzâfun ileyhtir. Mahzuf olan muzâfın takdiri; …خشية أن يقولوا  (Söylemekten korkarak) şeklindedir.

يَقُولُوا  fiilinin mekulü’l-kavli olan  لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ, cümlesine  هلا  manasındaki tahdid harfi dahil olmuştur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mütekellimin alay amacına işaret eden haberî üsluptaki cümle, muktezâ-i zâhirin hilafına durum arz ettiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.  

لَوْلاَ, -meli/-malı, değil mi, ...olsaydı ya  manasında tahdid ilişkisi kurar. Muzariden önce teşvik, maziden önce kınama ve nedamet (pişmanlık) ifade eden bir edattır. Tahdid kelime olarak “teşvik” anlamına gelse de terim olarak, bir işin yapılmasını ve onda gevşeklik gösterilmemesini şiddetle ve sertçe istemektir. Arz kelimesinde olduğu gibi yumuşaklık söz konusu değildir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi))

اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ مَلَكٌ  cümlesi, aynı üslupta gelerek makabline اَوْ  atıf harfiyle atfedilmiştir.

لَوْلَٓا  burada, “Değil miydi?” anlamında olup kendisinden sonra bir fiil geldiğinde bu manada kullanılması çoktur. Ama bunun peşinden isim geldiğinde bu manaya gelmez. (Fahreddin er-Râzî, Enam Suresi 37)

مَلَكٌ ’deki tenvin kıllet ve nev ifade eder.

“Umulur ki” anlamında olan  لَعَلَّ, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıkıp haberî anlama geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

لَعَلَّ  edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine olan bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrub;  لَعَلَّ  kelimesi “için” manasındadır yani  “sakınıp korunmanız için” demektir, der. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl, Tevbe Suresi 22) 

İbni Abbas’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Mekkeli önderler: “Ey Muhammed, şayet peygamber isen Mekke dağlarını bize altın yap!”; başkaları da “Bize, senin peygamberliğine şehadet edecek melekler getir!” demişlerdi de, O da: “Benim buna gücüm yetmez!" deyince de, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

Bu ayet, İslam tarihinin o zor döneminin havasını yansıtır, Peygamberimizin içinde bulunduğu can sıkıntısını kanıtlar. O dönemin keçi inatlı cahiliyesine karşı koymanın ne kadar ağır bir yük olduğu hakkında bize fikir verir. Çünkü Peygamberimiz o çetin dönemde akrabası ile yardımcısını yani amcası Ebu Talib ile eşi Hz. Hatice’yi kaybetmiş, bu yüzden yalnızlık duygusu gönlünü karartmış, bunun sonucu olarak cahiliye kuşatmasının çemberi içinde sıkışıp kalan bir avuç Müslüman azınlığın kalplerini keder sarmıştı. Ayetin kelimeleri arasında yükselen bu hüzünlü hava nerdeyse elle dokunulacak kadar somuttur. İşte bu ağır havayı dağıtmak üzere inen bu rahatlatıcı ilâhî sözler kalplere huzur aşılıyor, gergin sinirleri gevşetiyor ve endişe dolu gönüllere su serpiyor. (Seyyid Kutub, Fî Zilali'l Kur'an)

Bir makalede ise bu ayet şöyle açıklanmıştır: Ayet bu eleştirilere yenilerinin eklendiğini ifade ederken, aynı zamanda bu eleştiriler karşısında Hz. Peygamberin göğsünün daraldığını ifade etmektedir. Allah, müşriklerin insaftan yoksun böyle zorlamaları karşısında incinen Hz. Peygambere, vazifesinin Allah’ın gönderdiği vahyi noksansız olarak insanlığa ulaştırmak olduğunu bildirdikten sonra Allah’ın her şeye vekil olduğunu tekrar hatırlatarak onu teselli etmiştir. Ayette bizim ilgilendiğimiz nokta ism-i fail kalıbı ضَٓائِقٌ  kelimesidir. Ayetteki  ضَٓائِقٌ kelimesinde sıfat-ı müşebbehe olan  ضَيِّقٌ  kalıbı kullanılmamış, ism-i fail kalıbı kullanılmıştır. İç sıkıntısı olarak kabul edilen göğüs daralmasını ifade eden bu kelime, müşriklerin Hz. Peygambere verdiği sıkıntılar sonucunda insanların iç âlem olarak en genişi olan Hz. Peygamberin bile göğüs daralması yaşadığını ifade etmektedir. Halbuki Allah onu İnşirah Suresi’nde göğsünün genişletilmesiyle müjdelemiştir. Bu ayette ise göğüs darlığından bahis vardır. Ayette sübut ve kararlılık ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbının kullanılmaması, bilakis hudûs manasına delalet eden ism-i fail kalıbının kullanılmasında bu inceliğe işaret bulunmaktadır. İç âlemi Allah tarafından genişletilmiş olan Hz. Peygamber geçici olarak göğüs daralması yaşamıştır. İsm-i fail kalıbının anlama etkisi, müşriklerin sıkıntıları ile Hz. Peygamberin göğsünün daralmasının kalıcı olmayıp geçici olduğunu ifade etmesidir. Bu ifadeyi sağlamak için sıfat-ı müşebbehe kalıbı kullanılmamış, ism-i fail kalıbı kullanılmıştır. (Hasan Duran, Kur’an-ı Kerîm’de Teceddüt ve Sübut Manası İçin Yapılan Udûl Çeşitleri)

Sâmerrâî ise tefsirinde bu ayetle ilgili şunları söylemiştir: Burada Allah Teâlâ “اَنْ يَقُولُوا’’ (demelerinden dolayı) yerine  اَنْ قَالُوا  veya  لِقَوْلِهِمْۜ  buyurmamıştır. Çünkü اَنْ يَقُولُوا sözündeki muzari fiil, süreklilik (istimrâr) ifade etmektedir. Sözün halen söylendiğini göstermektedir. Buna karşın  اَنْ قَالُوا  sözü, mazi kullanım sebebiyle süreklilik ifade etmemektedir. Aksine işin olup bittiğini ve sözün de tek bir kez söylendiğini ifade etmektedir.  لِقَوْلِهِمْۜ  ibaresinin de aynı şekilde mazi anlam ifade ettiğini ve Peygamberi inciten bu sözün sanki sadece bir kez söylendiğini göstermektedir. Halbuki onlar can sıkıcı sözlerle Peygamberi (s.a.) devamlı olarak incitmektedirler. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 3, s. 48)


اِنَّـمَٓا اَنْتَ نَذ۪يرٌۜ

 

Takdiri, …لا تسمع لهم  (Onları dinleme) olan mukadder cümle için ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Kasr edatıyla tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr, mübteda ve haber arasındadır.

İzafi kasr veya  kalb kasrıdır. (Âşûr)

اَنْت  mevsuf ve maksûr,  نَذ۪يرٌ  sıfat ve maksûrun aleyhtir. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. 

Allah Teâlâ Peygamber efendimizin uyarıcı vasfını öne çıkararak  نَذ۪يرٌ  oluşunu  اِنَّـمَٓا kasr edatıyla tekidli olarak buyurmuştur.


وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌۜ

 

وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelen ve takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedün ileyhin tazim ve korkutmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan  ٱللَّه  ismiyle gelmesi, tazim ve mehabet duyguları uyandırmak içindir.

Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu cümle mamulun amile kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye kādirdir. Muktedir olmadığı hiçbir şey yoktur. 

شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

وَك۪يلٌ, mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir. 

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ  ifadesi maksûrun aleyh,  وَك۪يلٌ  ise maksûrdur.

Allah öldürmeye de hayat vermeye de ve hepinizi bir araya toplamaya da kadirdir. Bu itibarla cümle, geçen hükmün sebep ve gerekçesidir. Ayetin fasılası daha önceki surelerde de mevcuttur. Tekrarlanan kelimeler ya da sıygalar, okuyucuyu kelimenin ilk geçtiği yere gönderir ki bu beyan renklerinden biridir. Bu tekrarlarda tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 7, Ahkaf Suresi 29)

Ayetin bu son cümlesi, mesel tarikinde tezyîl olarak ıtnâb sanatıdır.

Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelir. Bu cümlede olduğu gibi mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.


Günün Mesajı

"Allah, bütün canlıları çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donatarak yarattı. Özellikle de insanı, yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olarak ortaya çıkardı. Ona analiz ve sentez yapabilme yeteneği, üretme ve kalkınma gücü, yeryüzünü değiştirebilme ve sosyal hayatın şartlarını geliştirme yeteneği bağışladı. Yalnız insan, besin maddelerini sağlarken kendisi bu maddelerin ve sentetik ürünlerin hiçbirini yaratmıyor. Sadece evrenin birikimlerinden yararlanarak yeni bileşimler meydana getiriyor. Bu evrensel birikimleri, çeşitli güçler ve enerjiler biçiminde yaratan yüce Allah’tır. İnsan, Allah’ın koyduğu evrensel yasalar yardımı ile bu evrenin bütün canlıların yararına açık olan çeşitli birikimlerini ve besin kaynaklarını hizmetine sunuyor. Bu tablo, O’nun yaratıklara ilişkin bilgisini akıl almaz ayrıntılar düzeyinde canlandıran bir tablodur. İnsan bu tabloyu, insana özgü hayal ile tasavvur etmeye kalkışınca ürpertiye kapılır, dehşetten tüyleri diken diken olur. (Fi Zilalil Kur’an)                                         

Allah’ın her şeye gücü yeterken altı aşamada yaratması; bizim için de planlı olmaya bir teşviktir. Bazı şeylerin zamana ihtiyacı vardır, aceleci olmamalıyız.
Arşın su üzerinde olması; her şeyin sudan yaratılmasına işarettir.                                                                                                                                                                                                                                                        9 ve 10. ayetler insanı tanıtır. İnsanların çoğu bu halleri taşır. O halde bu konularda dikkatli olalım, şükrümüzü hamdimizi tam olarak yapmaya gayret edelim.                                                                                                      11. ayette zikredilenler arasında olmaya çalışalım.

Sayfadan Gönüle Düşenler

“Derler ki, insanların çoğu olumsuz düşüncelere ve olumsuzluklara odaklanmaya bağımlıdır. Tek bir kelimeyle, sohbet neşesini yitirebilir. Tek bir anla, koca gün anlamını kaybedebilir. Tek bir hatayla, insanın doğruları hiçe sayılabilir. Tek bir hayır’la, verilen bütün evet’ler unutulabilir. Olumsuz anları hatırlamak, olumlu olanları hatırlamaktan daha kolaydır. Zorluklardan şikayet etmek, kolaylıklar için şükür etmekten daha kolaydır. İnsan, istediğine kavuştuğunda şükrü unutur, kaybettiğinde de nankörleşir. Kısacası; nefsin nazarında, bir yanlışın, üç doğruyu götürmesi daha muhtemeldir.”

Hoca öğrencilerine baktıktan sonra devam etti:

“Allah’ın yardımıyla, insan kendisini bu kısır döngüden kurtarabilir. Nefsini terbiye etmeye çalışarak, şükür etmekten üşendiklerinin kıymetini bilerek, dünyanın geçicilikten sonsuzluğa varan bir köprü olduğunu hatırlayarak, Rabbinden isteyerek, sabırla bekleyerek ve Rabbine güvenerek. Size ödev olsun: kendinize haftada bir gün seçin ve 15 dakika, o hafta içerisinde size elhamdulillah dedirten anlarınızı yazın. Böylelikle, algınız açılacak yani şükür sebepleriniz çoğalacak ve nankörlük ihtimalleriniz azalacak. Üzüldüğünüz, sinirlendiğiniz, sıkıldığınız ya da korktuğunuz anlar tabi ki olacak. Hem insan olduğumuz, hem de imtihan dünyasında yaşadığımız için. Ancak; Rabbinin rızasını uman kulun kalbinde, olumsuz anların etkisi kısadır çünkü o zor halleri Rabbine arzeden ve her halinde hamd edendir. Çirkinlikler içindeki güzelliği keşfedendir. Zorluklar içindeki rahmetle beslenendir. Köpek leşinin güzel dişlerine dikkat çeken Peygamber’in ümmetinden olma çabasındadır.”

Rabbim! Bizi azabından muhafaza buyur. İki cihanda da rızkımıza bereket ver. Kaybettiğimizde ya da kazandığımızda, rızana uygun şekilde davrananlardan olmamızda yar ve yardımcımız ol. Dünyalık herhangi bir hal içindeyken, kalbimizi bize daima hayrı hatırlatacak faziletlerle, etrafımızı da hayırlı insanlarla çevrele. Rabbim; daima Sana şükür edenlerden, yaşanan her şeyde hayır olduğuna inananlardan, kendisini Senin yolunda geliştirmeye çalışanlardan, nefsindeki hataları düzeltmek için çabalayanlardan ve her şeyin sonunda rızanı kazananlardan olmamızı nasip et.

 

Amin.

***

Başkaları hakkında konuşmaktan keyif alan ve onların çeşitli olaylar karşısında ne yapmaları gerektiğiyle ilgili anlamsız birçok fikre sahip olan dilini yakaladı:

“İçeriden çok dışarıya bakarsın. Belki de nefsin emrinden çıkıp beni de bir yabancı gibi görmeli ve davranışlarımı öyle değerlendirmelisin.” dedi.

Yapmak istemediği bir şey olduğu zaman bulunduğu uçtan, bulunması mümkün olmayan uca kadar değişken bahaneleri seslendiren dilini bırakmadı:

“Hareketlerdense konuşmaya önem verirsin. Belki de nefsin öncelikler listesini bir kenara koymalı ve aceleciliğine meydan okuyarak beklemeyi öğrenmelisin.” dedi.

Haklı olduğunu duymak, haklılığını ispatlamak veya sadece öyle hissetmek uğruna, döktüğü kelimelerin içeriğine aldırmayan dilini son kez uyardı:

“Haklı çıkmak da sudaki zeytinyağısın. Nefsani duyguların peşinden koşmak yerine, yüzünü kalbe çevirmeli ve biraz da susmanın keyfine varmalısın.” dedi.

Ey Allahım! Nefsimizin bilmiş tavırlarından, dilimizin yanlışı konuşmasından ve her ikisinin sebep olabileceği her türlü zarardan Sana sığınırız. Bizi başkalarını değerlendirmek yerine, nefsini hakkaniyetle muhakeme edenlerden ve Senin rızana uygun şekilde terbiye edenlerden eyle. Hakikati anlatanlardan, hatırlatanlardan ve yaşayanlardan eyle.

Ey Allahım! Hallerimizi güzel ahlak ile süsle. Dilimiz ile beraber diğer bütün uzuvlarımızı haramdan uzaklaştır ve bizi Sana itaat üzere yaşayan mütevazi salih kullarından eyle. Başkalarına ve kendimize zarar vermekten ve haksızlığa uğramaktan koru. Dünyalık heveslerdense; Senin zikrinle ve kelamınla meşgul olanlardan eyle. Yaşarken, ölürken ve dirilirken; hamd ile Seni ananlardan ve selamını işitenlerden eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji