Hûd Sûresi 105. Ayet

يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِـاِذْنِه۪ۚ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ  ...

O gün geldiği zaman Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onlardan mutsuz (cehennemlik) olanlar da vardır, mutlu (cennetlik) olanlar da.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَوْمَ O gün ي و م
2 يَأْتِ gelince ا ت ي
3 لَا
4 تَكَلَّمُ konuşamaz ك ل م
5 نَفْسٌ hiç kimse ن ف س
6 إِلَّا dışında
7 بِإِذْنِهِ O’nun izni ا ذ ن
8 فَمِنْهُمْ onlardan kimi
9 شَقِيٌّ bedbahtttır ش ق و
10 وَسَعِيدٌ (kimi de) mutludur س ع د
 
Bu âyetler, 103. âyetin “O gün bütün insanların bir araya toplandığı gündür” meâlindeki bölümünü açıklayıcı mahiyette olup mahşerde toplanacak olan insanların dünyadaki iman ve amellerine göre oradaki durumlarının ne olacağını, varıp kalacakları yerleri haber vererek o günün dehşetini tasvir etmektedir. Âyetlerin, putperest kavimlerin kıssalarının ardından gelmiş olması dikkate alındığında 105. âyetin putların Allah katında kendileri için şefaatçi olacağına inanan kimselere hitap ettiği anlaşılırsa da âyette genel olarak şefaatçilere güvenip de günahtan sakınmayan kimselerin uyarıldığını söylemek daha uygun olur. Zira o yüce mahkemede Allah’ın izni olmadan ne peygamber ne evliya ne melek ne de başka bir güç şefaat edip söz söyleyebilir (Tâhâ 20/109; Nebe’ 78/38). İnsanlar, dünyadaki iman ve amellerine göre âhirette bedbahtlar ve mutlular olmak üzere iki gruba ayrılacaklardır. 106. âyette dünyada inkârcılıkta ısrar eden bedbahtların âhirette cehennem ateşiyle cezalandırılacakları, 108. âyette ise mutluların yani müminlerin cennet nimetleriyle ödüllendirilecekleri ifade edilmiştir. 
 107. âyette geçen ve “gökler ve yer durdukça” şeklinde çevirilen ifadeyi müfessirler iki şekilde yorumlamışlardır: a) Bu cümle Arap dilinde mecazi anlamda sonsuzluğu ifade etmek için kullanılır. Buna göre âyet bedbahtların cehennemde ebedî olarak kalacaklarını göstermektedir. b) “Âhiretteki gökler ve yer durdukça” demektir. Âhiret sonsuz olduğuna göre bedbahtlar da cehennemde sonsuz olarak kalacaklardır (âhiretteki gökler ve yer için bk. İbrâhim 14/48). “Rabbinin dilediği hariç” istisnası ile ilgili olarak da müfessirler farklı yorumlarda bulunmuşlardır. a) “Allah dilediği takdirde bu ebedîliği bir süre sonra sona erdirecek” demektir. Bu durum cehennemin de sonlu olacağını hatıra getirmektedir. b) Allah dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtaracaktır. Bu da bazı müşrik ve inkârcıların cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacağı ihtimalini hatıra getirmektedir (krş. En‘âm 6/128). Şüphesiz ki Allah istediğini yapma gücüne sahiptir; O’nun için hiçbir engel söz konusu değildir; ancak müşrik ve inkârcıları affetmeyeceğini, bunların ebedî olarak cehennemde kalacağını açıkça bildirmiştir (Nisâ 4/14, 116). c) Başka bir yoruma göre ise bedbahtlar, günahkâr müminler ve inkârcılar olmak üzere ikiye ayrılır. Bu istisna müşrik ve inkârcıları değil günahkâr müminleri ifade eder. Bunlar belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra yüce Allah bunları oradan çıkartıp cennete yerleştirecek, inkârcı bedbahtlar ise ebedî olarak cehennemde kalacaklardır. Bu yorum müminlerin ebedî olarak cennette, inkârcıların ise ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça ifade eden âyetlerle bu âyeti uzlaştırmaya yöneliktir (bk. Mâide 5/119; Cin 72/23. Bu istisna ile ilgili diğer görüşler için bk. Şevkânî, II, 595-596).
 Bize göre, “Allah dilemedikçe…” şeklindeki ifade, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” meâlindeki âyette olduğu gibi (İnsân 76/30) –birçok yerde– her şeyin Allah’ın dilemesi sonucu olduğunu açıklamaya yöneliktir. Burada da âyeti şöyle anlamak mümkündür: “Cehenneme girecek olanların bir kısmının orada ebedî kalmaları “Allah’ın dilemesine bağlı” olarak böyledir.
 Mutlu olanlara gelince bunlar da sonsuz olarak cennette yaşayacaklardır. “Rabbinin dilediği hariç” istisnası bunlar hakkında da mevcuttur; ancak âyetin son cümlesi cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu ve cennete girenlerin oradan çıkarılmayacağını göstermektedir. Bu takdirde istisnanın anlamı nedir? İbn Âşûr’a göre bu istisna iki anlamda yorumlanabilir: 1. Tövbe etmeden âhirete giden müminler bir süre cehennemde kaldıktan sonra Allah merhameti gereği onları bir sebep ve hikmetle affeder ve cennete koyar. 2. Bu istisnadan maksat Allah’ın lutuf ve rahmetinin bir tecellisi olan nimetlerin, “ödenmesi gereken bir borç” şeklinde anlaşılmasını önlemektir (XII, 165-166). Bazı müfessirlerse bu istisnayı, “Allah onlara başka bir mükâfat bahşetmeyi istemedikçe” şeklinde yorumlamışlardır (Reşîd Rızâ, XII, 160-161). “Allah insanın önünde yeni bir evrim sahnesi, daha yüksek bir evre açmadıkça (cennette sonsuz olarak kalacaklardır)” şeklinde yorumlayanlar da vardır (Esed, 447).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 199-201
 

شقي Şeqaye : Şekâvet شَقاوَة , saadetin zıddıdır. شَقِيَ fiili bir darlık, sıkıntı, talihsizlik, zorluk veya güçlük hali içinde olmak manasındadır. Şekavet saadet gibi iki kısma ayrılır: Uhrevi şekavet ve dünyevi şekavet. Bazıları şekavetin bazen yorulma manasında da kullanıldığını ifade etmişlerdir. Her şekavet bir yorgunlukken her yorgunluk bir şekavet değldir. Yani yorgunluk şekavetten daha kapsamlı bir sözcüktür. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 12 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri şakî ve eşkiyadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

سعد Se’ade : سَعْد ve سَعادَة hayırlı işler yapma konusunda ve hayra ulaşmada ilahi umûrun/işlerin insana yardım etmesidir. Zıddı şekâvettir. Fiil olarak muvaffakiyetli, başarılı, talihli, mutluluk hali içinde oldu/o hale geldi manasındaki سَعِدَ fiili; Allah onu muvaffakiyetli, başarılı, talihli ve mutlu kıldı manasında da أسْعَدَ fiili kullanılır. Saadetlerin en büyüğü cennettir. مُساعَدَة mutluluğun zannedildiği konuda yardım etmek/destek vermektir.ساعِد ‘kol’ için sahibine yardım ettiği düşünülerek böyle adlandırılmıştır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de ikiside farklı türevde olmak üzere 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri saadet, mesut, müsait, müsaade, Said, Sa’d ve Sueda’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِـاِذْنِه۪ۚ 

 

يَوْمَ  zaman zarfı  تَكَلَّمُ  fiiline müteallıktır.  يَوْمَ hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olan zarflardandır. Cümleye muzâf olduğunda, muzâfun ileyh cümlesinin başında (اَنْ) bulunmaz. Bu duruma pratikte çok rastlanılmaktadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَأْتِ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يَأْتِ  mukadder  ى  üzere merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو dir. 

لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ  cümlesi,  يَأْتِ ’deki failin hali olarak mahallen mansubdur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَكَلَّمُ  merfû muzari fiildir. نَفْسٌ  fail olup lafzen merfûdur.

اِلَّا  istisnâ harfidir. بِـاِذْنِ  car mecruru  لَا تَكَلَّمُ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

تَكَلَّمُ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  كلم ’dir.

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

 

 فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ

 

 

فَ  ta’liliyyedir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

شَقِيٌّ  muahhar mübteda olarak merfûdur.  سَع۪يدٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  شَقِيٌّ ’e matuftur.

شَقِيٌّ - سَع۪يدٌ  kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.

Sıfat-ı müşebbehe; benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِـاِذْنِه۪ۚ 

 

Fasılla  gelen ayette  يَوْمَ  zaman zarfı  تَكَلَّمُ  fiiline müteallıktır. Muzâfun ileyh olarak cer mahallindeki  يَأْتِ  cümlesi müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

يَوْمَ يَأْتِي  ifadesindeki  يَوْمٌ  kelimesi,  حِينَ  veya  ساعَةَ  anlamında kullanılmış olup Arap konuşma tarzında bu, çok yaygın bir kullanımdır. Zira hiçbir zaman dilimi gündüz ve gecenin bir bölümüne rastlamaktan uzak olamayacağından (gündüz ve gecenin herhangi bir bölümünün dışında olamayacağından)  يَوْمٌ  lafzı zikredilirken çok kere anlam genişletilerek gündüz veya gecenin herhangi bir bölümü kastedilmiştir. İşte burada da  يَوْمٌ  kelimesi bu şekilde kullanılarak gece veya gündüzün içerisindeki bir zaman dilimi manasında kullanılmıştır. (Âşûr)

يَأْتِ  fiilinin failinden hal olan  لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِـاِذْنِه۪  cümlesi, menfi fiil cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir. لَا  ve  اِلَّا  ile oluşan kasr, fiille müteallıkı arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Allah’ın izni olmadan o gün hiçbir nefsin konuşamayacağı kasr üslubu ile bildirilmiştir. Maksûr olan  لَا تَكَلَّمُ (konuşmamak), maksûrun aleyh olan  بِـاِذْنِه۪ (Allah’ın izni) ne hasredilmiştir. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.

يَوْمَ يَأْتِ, kıyamet gününden kinayedir.

نَفْسٌ ’daki tenvin kıllet ifade eder. Kelimeye “hiçbir” manası katmıştır. Olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işarettir.

بِـاِذْنِه۪ۚ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  اِذْنِ, şan ve şeref kazanmıştır.

Önceki ayetteki  نُؤَخِّرُهُٓ  şeklindeki azamet zamirinden  بِـاِذْنِه۪ۚ ’de gaib zamire iltifat edilmiştir.

Bu ayette aslı  يَأْت۪ي  olan  يَأْتِ  kelimesinden  ي  hazf edilmiş; aslı  تَتَكَلَّمُ  olan  تَكَلَّمُ kelimesinden de  تَ  hazfedilmiştir. Fakat Araf ve Enam Suresi’nde geçen  يَأْت۪ي kelimesinden ي  harfi hazf edilmemiştir. Söz konusu hazfın nedenleri şunlardır:

1. Hud Suresi’nde azapta acele edilmesi ve azabın gerçekleşme vaktinin yaklaştığıyla ilgili tehditler yoğunluktadır. Azabın yaklaştığını haber vermek için  يَأْتِ  kelimesinin sonundaki  ي  hazf edilmiştir.

2. Hud Suresi’nde geçmiş ümmetlerin cezalandırılıp helak edilmelerinden söz edilmiştir. Daha sonra kıyamet gününün yaklaştığı ve daha öncekilerin uğradığı kötü akibetin aynısının da o gün kâfirlerin başına geleceği anlatılmıştır. O günün hızlıca yaklaştığını göstermek için ityân (gelmek) fiilinden  ي  hazfedilmiştir.

3. Araf ve Enam Surelerinin her birinde ityân fiili çeşitli türevleriyle 24 kez zikredilirken Hud Suresi’nde ise 13 kez zikredilmiştir. Dolayısıyla Araf ve Enam Surelerinde daha fazla tekrarlanan fiilin harfleri artırılmış; Hud Suresi’nde daha az tekrarlandığı için azaltılmıştır.

4. Hud Suresi’ndeki ayette Allah’ın izni dışında konuşma yasağı getirildiği için  تَتَكَلَّمُ   fiilinden  تَ  hazf edilmiş; o gündeki konuşmanın azlığına işaret etmek için  تَتَكَلَّمُ    yerine harf sayısı daha az olan,  تَكَلَّمُ  fiili zikredilmiştir. (Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. III, s. 318-319; et-Ta,bîru’l Kur’anî, s. 88-89)


 فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ

 

فَ  ta’liliyyedir. Cümle isim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir. Cümlede takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  مِنْهُمْ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ, muahhar mübtedadır.

سَع۪يدٌ, mahzuf mukaddem haberin muahhar mübtedasıdır. Makabline matuftur. Atıf sebebi tezattır.

شَقِيٌّ - سَع۪يدٌ  kelimelerinde tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

شَقِيٌّ ; bedbaht olanlar, ceza vaadinin gereği olarak cehennemi hak etmiş olanlardır. سَع۪يدٌ ; Mutlu olanlar da mükâfat vaadi gereğince cenneti hak etmiş olanlardır. Burada bedbaht, mutludan önce zikredilmiş, çünkü bu makam, sakındırma ve uyarı makamıdır. (Ebüssuûd)

Takdim-tehir üslubu bazen de sırf muhatabı takdim edilen lafızdan korkutma gayesini taşır. Bu ayette de cümle dizilimi yapılırken cehennem ve onun ehlinden olanları korkutmak için  شقى  lafzı önce getirilerek takdim-tehir sanatının icrasıyla  سعيد  lafzına takdim edilmiştir. (Zerkeşî, el-Burhan, III, 272)

Burada cem’ ma’at-taksim vardır. Arkadan da tefrik gelmektedir.

Mümkün olabilecek özelliklerin şakî ve saîd olarak sayılması taksim, bu kişilerin Allah’ın izni olmadıkça konuşamamakta birleşmeleri cem’dir.