Hûd Sûresi 106. Ayet

فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ  ...

Mutsuz olanlara gelince; cehennemdedirler. Onların orada şiddetli bir soluyuşları vardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَأَمَّا
2 الَّذِينَ kimseler
3 شَقُوا bedbaht olan(lar) ش ق و
4 فَفِي içindedirler
5 النَّارِ ateş ن و ر
6 لَهُمْ onların vardır
7 فِيهَا orada
8 زَفِيرٌ korkunç çığlıkları ز ف ر
9 وَشَهِيقٌ ve inlemeleri ش ه ق
 
Bu âyetler, 103. âyetin “O gün bütün insanların bir araya toplandığı gündür” meâlindeki bölümünü açıklayıcı mahiyette olup mahşerde toplanacak olan insanların dünyadaki iman ve amellerine göre oradaki durumlarının ne olacağını, varıp kalacakları yerleri haber vererek o günün dehşetini tasvir etmektedir. Âyetlerin, putperest kavimlerin kıssalarının ardından gelmiş olması dikkate alındığında 105. âyetin putların Allah katında kendileri için şefaatçi olacağına inanan kimselere hitap ettiği anlaşılırsa da âyette genel olarak şefaatçilere güvenip de günahtan sakınmayan kimselerin uyarıldığını söylemek daha uygun olur. Zira o yüce mahkemede Allah’ın izni olmadan ne peygamber ne evliya ne melek ne de başka bir güç şefaat edip söz söyleyebilir (Tâhâ 20/109; Nebe’ 78/38). İnsanlar, dünyadaki iman ve amellerine göre âhirette bedbahtlar ve mutlular olmak üzere iki gruba ayrılacaklardır. 106. âyette dünyada inkârcılıkta ısrar eden bedbahtların âhirette cehennem ateşiyle cezalandırılacakları, 108. âyette ise mutluların yani müminlerin cennet nimetleriyle ödüllendirilecekleri ifade edilmiştir. 
 107. âyette geçen ve “gökler ve yer durdukça” şeklinde çevirilen ifadeyi müfessirler iki şekilde yorumlamışlardır: a) Bu cümle Arap dilinde mecazi anlamda sonsuzluğu ifade etmek için kullanılır. Buna göre âyet bedbahtların cehennemde ebedî olarak kalacaklarını göstermektedir. b) “Âhiretteki gökler ve yer durdukça” demektir. Âhiret sonsuz olduğuna göre bedbahtlar da cehennemde sonsuz olarak kalacaklardır (âhiretteki gökler ve yer için bk. İbrâhim 14/48). “Rabbinin dilediği hariç” istisnası ile ilgili olarak da müfessirler farklı yorumlarda bulunmuşlardır. a) “Allah dilediği takdirde bu ebedîliği bir süre sonra sona erdirecek” demektir. Bu durum cehennemin de sonlu olacağını hatıra getirmektedir. b) Allah dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtaracaktır. Bu da bazı müşrik ve inkârcıların cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacağı ihtimalini hatıra getirmektedir (krş. En‘âm 6/128). Şüphesiz ki Allah istediğini yapma gücüne sahiptir; O’nun için hiçbir engel söz konusu değildir; ancak müşrik ve inkârcıları affetmeyeceğini, bunların ebedî olarak cehennemde kalacağını açıkça bildirmiştir (Nisâ 4/14, 116). c) Başka bir yoruma göre ise bedbahtlar, günahkâr müminler ve inkârcılar olmak üzere ikiye ayrılır. Bu istisna müşrik ve inkârcıları değil günahkâr müminleri ifade eder. Bunlar belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra yüce Allah bunları oradan çıkartıp cennete yerleştirecek, inkârcı bedbahtlar ise ebedî olarak cehennemde kalacaklardır. Bu yorum müminlerin ebedî olarak cennette, inkârcıların ise ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça ifade eden âyetlerle bu âyeti uzlaştırmaya yöneliktir (bk. Mâide 5/119; Cin 72/23. Bu istisna ile ilgili diğer görüşler için bk. Şevkânî, II, 595-596).
 Bize göre, “Allah dilemedikçe…” şeklindeki ifade, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” meâlindeki âyette olduğu gibi (İnsân 76/30) –birçok yerde– her şeyin Allah’ın dilemesi sonucu olduğunu açıklamaya yöneliktir. Burada da âyeti şöyle anlamak mümkündür: “Cehenneme girecek olanların bir kısmının orada ebedî kalmaları “Allah’ın dilemesine bağlı” olarak böyledir.
 Mutlu olanlara gelince bunlar da sonsuz olarak cennette yaşayacaklardır. “Rabbinin dilediği hariç” istisnası bunlar hakkında da mevcuttur; ancak âyetin son cümlesi cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu ve cennete girenlerin oradan çıkarılmayacağını göstermektedir. Bu takdirde istisnanın anlamı nedir? İbn Âşûr’a göre bu istisna iki anlamda yorumlanabilir: 1. Tövbe etmeden âhirete giden müminler bir süre cehennemde kaldıktan sonra Allah merhameti gereği onları bir sebep ve hikmetle affeder ve cennete koyar. 2. Bu istisnadan maksat Allah’ın lutuf ve rahmetinin bir tecellisi olan nimetlerin, “ödenmesi gereken bir borç” şeklinde anlaşılmasını önlemektir (XII, 165-166). Bazı müfessirlerse bu istisnayı, “Allah onlara başka bir mükâfat bahşetmeyi istemedikçe” şeklinde yorumlamışlardır (Reşîd Rızâ, XII, 160-161). “Allah insanın önünde yeni bir evrim sahnesi, daha yüksek bir evre açmadıkça (cennette sonsuz olarak kalacaklardır)” şeklinde yorumlayanlar da vardır (Esed, 447).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 199-201
 
شهق Şeheqa : شَهِيق uzun bir şekilde nefes almak demektir, zıddı olan زَفِير ise nefes vermektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de isim kalıbında ve sadece 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli Şâhika (dağ tepesi)’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ

 

فَ  atıf harfidir.  اَمَّا  tafsil manasında şart harfidir.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  شَقُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

شَقُوا  mahzuf  ى  üzerine damme ile merfû mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

Şart, tafsil ve tekid bildiren  اَمَّا  edatı, cevabının başındaki  ف  harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında  ف  harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. فِي النَّارِ  car mecruru  الَّذ۪ينَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

لَهُمْ  car mecruru, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  ف۪يهَا  car mecruru mahzuf habere müteallıktır.  زَف۪يرٌ  muahhar mübteda olarak lafzen merfûdur. 

شَه۪يقٌ  kelimesi  وَ  ile  زَف۪يرٌ ’na mâtuftur.

 

فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ 

 

فَ  atıf,  اَمَّا  şart ve tafsil harfidir. Ayet şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  mübtedadır. Mübtedanın mahzuf haberine müteallık olan فَفِي النَّارِ  car mecruru aynı zamanda  فَ  karinesiyle  اَمَّا ’nın cevabıdır.

İsim cümlesi formunda gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  فِي النَّارِ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar mübteda  زَف۪يرٌ ’dur.

Merfû mahaldeki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  شَقُوا, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması arkadan gelen habere dikkat çekmek içindir. Bunun yanında tahkir ifade eder.

Şart, tafsil ve tekid bildiren  اَمَّا  edatı, cevabının başındaki  ف  harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında  ف  harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)


 لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ

 

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Sübut ifade eden bu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır. Car mecrur  لَهُمْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  زَف۪يرٌ, muahhar mübtedadır. 

 شَه۪يقٌۙ, mahzuf haberin mübtedası olarak makabline matuftur.

زَف۪يرٌ - شَه۪يقٌۙ  kelimelerinde mürâât-ı nazîr,  شَقُوا - شَه۪يقٌۙ  kelimeleri arasında ise gayrı tam cinas vardır.

Burada  لَهُمْ  (onlar için) şeklindeki car mecrur, ف۪يهَا  (orada) car mecruruna takdim edilmiş,  فيها لهم  (orada onlar için) buyurulmamıştır. Çünkü kelam ateş hakkında değil, şakîler hakkındadır. Dolayısıyla şakîlere ait olan zamir nâra ait olan zamire takdim edilmiştir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 3, s. 338)

زَف۪يرٌ, anırmadan önce nefes almak,  شَه۪يقٌۙ da, anırmadan sonra nefes vermek için kullanılmaktadır. Bundan maksat, onların büyük üzüntülerini vasıflandırmak ve onların halini, kalbini hararet basmış ve ruhu bunalmış kimsenin haline benzetmektir. Yahut bundan maksat, onların çığlıklarını merkeplerin seslerine benzetmektir. (Ebüssuûd)