Tâ-Hâ Sûresi 109. Ayet

يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً  ...

O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَوْمَئِذٍ o gün
2 لَا yoktur
3 تَنْفَعُ faydası ن ف ع
4 الشَّفَاعَةُ şefa’atinin ش ف ع
5 إِلَّا başkasının
6 مَنْ kimseden
7 أَذِنَ izin verdiği ا ذ ن
8 لَهُ kendisine
9 الرَّحْمَٰنُ Rahman’ın ر ح م
10 وَرَضِيَ ve hoşlandığı ر ض و
11 لَهُ onun
12 قَوْلًا sözünden ق و ل
 
İnsanlara dünya hayatının sonlu olduğunu ve kendilerini bekleyen bir hesap gününün kaçınılmazlığını anlatan Hz. Peygamber’e kıyametle ilgili sorular yöneltiliyordu. 105. âyette bu çerçevede Resûlullah’a yöneltilmiş veya zihinleri kurcalayan bir soruya değinilip kıyamet tasviri yapılmaktadır (kıyamet hakkında bk. A‘râf 7/187). Burada yeryüzünde ilk göze çarpan, en belirgin yükselti unsurları olan dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bugünkü tasavvurlarımıza sığmayacak bir değişimin söz konusu olacağı belirtilmekte, fakat ardından asıl önemli olan şeyin insanın kendi göreceği muamele olduğuna dikkat çekilmektedir.
 
107. âyette geçen iki kelimenin Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak âyet, “Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek görürsün” şeklinde tercüme edilebileceği gibi, âyete “Orada artık iniş-yokuş / eğrilik-yumruluk / eğrilik-pürüz göremezsin” mânaları da verilebilir (Taberî, XVI, 212-213; Şevkânî, III, 435).
 
108. âyetin “... çağırıcıya uyar; ondan kaçıp kurtulma imkanı yoktur” şeklinde çevirdiğimiz kısmına “kendisinden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı veya hemen kendisine uyacakları davetçi” mânalarının yanı sıra (Taberî, XVI, 214), “eğip bükmeyen, pürüzsüz bir çağrıda bulunan davetçi” anlamı da verilmiştir; bazı müfessirler davetçiden maksadın kıyametin kopmasında özel görevi bulunan İsrâfil olduğunu söylemişlerdir (Râzî, XXII, 118; Şevkânî, III, 435). Kamer sûresinin 8. âyetinin de delâletiyle bu âyeti, “O gün bütün varlıklar karşı konamaz ilâhî çağrıya uymak ve mahşerde toplanmak zorunda kalacaklardır” şeklinde anlamak uygun görünmektedir (İbn Atıyye, IV, 64). Aynı âyette geçen ve “çok hafif sesler” diye tercüme ettiğimiz hems kelimesinin “hışırtı, fısıltı, ayak sesi, alçak sesle konuşma” gibi anlamları da vardır (Taberî, XVI, 215).
 
109. âyette, böylesine dehşetli bir günden söz edilince insanın hatırına gelebilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek, şefaatin de ancak Allah’ın izni ve rızâsına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır (şefaat ve 110. âyette değinilen Allah’ın ilminin kuşatılamazlığı hakkında bk. Bakara 2/48, 255).
 
112. âyette geçen ve dilimizde “hazım” şeklinde telaffuz edilen hadm kelimesi tefsirlerde genellikle, midenin yiyeceği sindirmesi sırasında onda meydana getirdiği eksiltmeden hareketle “eksiltme, zayi etme” veya eylemin mahiyetine bakarak “çiğneme, gaspetme” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, XVI, 218; Şevkânî, III, 436). Râgıb el-İsfahânî bu âyeti delil göstererek hadm kelimesinin istiare yoluyla “zulüm” anlamında kullanıldığını belirtir (el-Müfredât, “hdm” md.). Fakat âyette her iki kelimenin (zulm ve hadm) yer aldığı ve iki farklı durumu anlatan bir yapı içinde kullanıldığı dikkate alınırsa, burada hadmı zulmün eş anlamlısı olarak çevirmek cümlenin mânasını daraltır. Bu sebeple ve iki kelime arasındaki nüansı (bk. İbn Âşûr, XVI, 313) dikkate alarak âyetin son kısmına, “O ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlığa uğramaktan korkar” şeklinde mâna vermeyi uygun bulduk.
 
  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 652-654
 
Peygamber Efendimiz kıyamet gününde ümmetine nasıl şefaat edeceğini anlattığı uzunca bir hadiste özetle şöyle buyurmuştur:” Allah Teâlâ bana ‘Haydi git , kalbinde buğday(yada arpa) tanesi kadar iman eseri olanları Cehennem’den çıkar’ buyuracak , ben de gidip emredileni yapacağım. Sonra tekrar Rabbimin huzuruna çıkacağım. Bana ‘haydi git, ümmetinden olup da kalbinde hardal tanesi kadar iman eseri olanları  Cehennem’den çıkar’ buyuracak , ben de gidip emredileni yapacağım. Sonra tekrar Rabbimin huzuruna çıkacağım ve geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılması için yalvaraçağım. Bana  ‘kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az  iman eseri olanları Cehennem’den çıkar’ buyuracak , ben de gidip emredileni yapacağım.Dördüncü defa defa Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıktığımda ‘Ya Râbbi! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver’ diyecegim. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:’Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefaat etme işi sana verilmemiştir. Fakat Ben kudretime , büyüklüğüme, azameime ve ululuğuma yemin ederim ki, Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den Ben çıkaracağım. 
( Buhâri,Tevhid 36; Müslim, İman 326).
 

يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً

 

يَوْمَئِذٍ  zaman zarfı, إذ  için muzâftır.  تَنْفَعُ  fiiline müteallıktır. إذ  mahzuf cümleye muzâftır. Kelimenin sonundaki tenvin mahzuf muzâfun ileyhten ivazdır.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

تَنْفَعُ  merfû muzari fiildir.  الشَّفَاعَةُ  fail olup lafzen merfûdur.

اِلَّا  hasr edatıdır. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  اَذِنَ لَهُ ’dür. Îrabdan mahalli yoktur. 

اَذِنَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  لَهُ  car mecruru  اَذِنَ  fiiline müteallıktır.  الرَّحْمٰنُ  fail olup lafzen merfûdur. 

رَضِي  atıf harfi  وَ ’la  اَذِنَ ’ye matuftur.  وَ , matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

رَضِيَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  لَهُ  car mecruru  رَضِيَ  fiiline müteallıktır.

قَوْلاً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

 

يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı  يَوْمَئِذٍ  amili olan  لَا تَنْفَعُ  fiiline önemine binaen takdim edilmiştir. 

يَوْمَئِذٍ  izafetinde, muzâfun ileyh olan cümlenin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Tenvin, cer mahallindeki muzâfun ileyhten ivazdır.

Cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. 

Nefy harfi  لَا  ve istisna harfi  اِلَّا  ile oluşmuş kasır üslubu, şefaatin sadece Rahman’ın izin verdiği kimselere fayda edeceğini kesin bir dille bildirmiştir. Bu ifade gerçeğe mutabıktır. Mevsûfa hasredilen sıfat, başkasında hakiki manada bulunmadığı ve söylenen, vakıaya uygun olduğu için, hakiki tahkiki kasrdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Kasr, fiille mef’ûlu arasındadır.  لَا تَنْفَعُ  maksûr/sıfat, mef’ûl olan  مَنْ  maksurun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’in sılası olan  اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupta gelen  وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً  cümlesi, sıla cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sıla cümlesinde fiiller mazi sıygada gelerek hudus ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107) 

Sıla cümlelerinde takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  لَهُ , önemi sebebiyle faile ve mef’ûle takdim edilmiştir.

Şefaat edebilecek kişinin ism-i mevsûlle ifade edilmesi tazim içindir.

Mef’ûl olan  قَوْلاً ’deki tenvin tazim ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  الرَّحْمٰنُ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Şefaat edenin derecesinin, yüksek bir derece olduğu, zorunlu olarak bilinen bir husustur. Dolayısıyla şefaat işi ancak, Allah'ın bu hususta kendilerine müsaade ettiği ve Allah katında hoşnut olunmuş kimseler için söz konusu olur. (Fahreddin er-Râzî) 

Şu halde Allah'ın izin vermediği kimseden şefaat asla sadır olmayacaktır. [Ondan hiçbir şefaat kabul olunmaz.] ayetinin manası ise şefaat izni verilmeyecektir, demektir. Yoksa şefaat vaki olduktan sonra kabul olunmayacaktır, demek değildir. (Ebüssuûd)