Tâ-Hâ Sûresi 110. Ayet

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً  ...

O, önlerindekini ve arkalarındakini (dünyadaki ve ahiretteki durumlarını) bilir. Onların bilgisi ise Rahmân’ı kuşatamaz.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَعْلَمُ O bilir ع ل م
2 مَا olanı
3 بَيْنَ arasında (önlerinde) ب ي ن
4 أَيْدِيهِمْ ellerinin (önlerinde) ي د ي
5 وَمَا ve olanı
6 خَلْفَهُمْ arkalarında خ ل ف
7 وَلَا ve
8 يُحِيطُونَ onlar ise kavrayamazlar ح و ط
9 بِهِ O’nu
10 عِلْمًا bilgice ع ل م
 
İnsanlara dünya hayatının sonlu olduğunu ve kendilerini bekleyen bir hesap gününün kaçınılmazlığını anlatan Hz. Peygamber’e kıyametle ilgili sorular yöneltiliyordu. 105. âyette bu çerçevede Resûlullah’a yöneltilmiş veya zihinleri kurcalayan bir soruya değinilip kıyamet tasviri yapılmaktadır (kıyamet hakkında bk. A‘râf 7/187). Burada yeryüzünde ilk göze çarpan, en belirgin yükselti unsurları olan dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bugünkü tasavvurlarımıza sığmayacak bir değişimin söz konusu olacağı belirtilmekte, fakat ardından asıl önemli olan şeyin insanın kendi göreceği muamele olduğuna dikkat çekilmektedir.
 
107. âyette geçen iki kelimenin Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak âyet, “Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek görürsün” şeklinde tercüme edilebileceği gibi, âyete “Orada artık iniş-yokuş / eğrilik-yumruluk / eğrilik-pürüz göremezsin” mânaları da verilebilir (Taberî, XVI, 212-213; Şevkânî, III, 435).
 
108. âyetin “... çağırıcıya uyar; ondan kaçıp kurtulma imkanı yoktur” şeklinde çevirdiğimiz kısmına “kendisinden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı veya hemen kendisine uyacakları davetçi” mânalarının yanı sıra (Taberî, XVI, 214), “eğip bükmeyen, pürüzsüz bir çağrıda bulunan davetçi” anlamı da verilmiştir; bazı müfessirler davetçiden maksadın kıyametin kopmasında özel görevi bulunan İsrâfil olduğunu söylemişlerdir (Râzî, XXII, 118; Şevkânî, III, 435). Kamer sûresinin 8. âyetinin de delâletiyle bu âyeti, “O gün bütün varlıklar karşı konamaz ilâhî çağrıya uymak ve mahşerde toplanmak zorunda kalacaklardır” şeklinde anlamak uygun görünmektedir (İbn Atıyye, IV, 64). Aynı âyette geçen ve “çok hafif sesler” diye tercüme ettiğimiz hems kelimesinin “hışırtı, fısıltı, ayak sesi, alçak sesle konuşma” gibi anlamları da vardır (Taberî, XVI, 215).
 
109. âyette, böylesine dehşetli bir günden söz edilince insanın hatırına gelebilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek, şefaatin de ancak Allah’ın izni ve rızâsına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır (şefaat ve 110. âyette değinilen Allah’ın ilminin kuşatılamazlığı hakkında bk. Bakara 2/48, 255).
 
112. âyette geçen ve dilimizde “hazım” şeklinde telaffuz edilen hadm kelimesi tefsirlerde genellikle, midenin yiyeceği sindirmesi sırasında onda meydana getirdiği eksiltmeden hareketle “eksiltme, zayi etme” veya eylemin mahiyetine bakarak “çiğneme, gaspetme” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, XVI, 218; Şevkânî, III, 436). Râgıb el-İsfahânî bu âyeti delil göstererek hadm kelimesinin istiare yoluyla “zulüm” anlamında kullanıldığını belirtir (el-Müfredât, “hdm” md.). Fakat âyette her iki kelimenin (zulm ve hadm) yer aldığı ve iki farklı durumu anlatan bir yapı içinde kullanıldığı dikkate alınırsa, burada hadmı zulmün eş anlamlısı olarak çevirmek cümlenin mânasını daraltır. Bu sebeple ve iki kelime arasındaki nüansı (bk. İbn Âşûr, XVI, 313) dikkate alarak âyetin son kısmına, “O ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlığa uğramaktan korkar” şeklinde mâna vermeyi uygun bulduk.
 
  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 652-654
 

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً

 

Fiil cümlesidir.  يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

بَيْنَ  mekân zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا  atıf harfi  وَ la makablindeki  مَا ya matuftur. 

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

خَلْفَهُمْ  mekân zarfı, mahzuf sılaya müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

لَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً  cümlesi  اَيْد۪يهِمْ ’deki zamirden hal olarak mahallen mansubdur.

وَ  haliyyedir.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).

Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُح۪يطُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  بِه۪  car mecruru  يُح۪يطُونَ  fiiline mütealliktir.  عِلْماً  temyiz olup fetha ile mansubdur.

Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harfi cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin irabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

يُح۪يطُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  حوط ’dır.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً

 

Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.

Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَا nın sılası mahzuftur.  بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ, bu mahzuf sılaya müteallıktır. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Ayetteki ikinci  مَا  da aynı şekilde mef’ûldür ve sılası yine mahzuftur.

وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً  cümlesi  اَيْد۪يهِمْ ’deki zamirinin halidir. Menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden tetmim ıtnâbı sanatıdır.

عِلْماً , temyizdir.

اَيْد۪يهِمْ  -  خَلْفَهُمْ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

يَعْلَمُ  عِلْماً  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadrمَا ’ların tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ  [Allah, insanların geçmişlerini de gelecek­lerini de bilir.] cümlesinde geçmiş ve gelecek ifadeleri dünya ve ahiret işlerinden kinayedir. (Safvetu’t Tefasir) 

“İnsanların bilgisi ise O'nun bildiklerini kavrayamaz.” İnsanların bilgisi, kemâl sıfatlarına ve ezcümle her şeye şâmil olan ilme sahip olması cihetiyle O'nun zatını kavrayamaz. Bir diğer görüşe göre ise yani insanların bilgisi, geçmiş ve gelecek hallerini kavrayamaz, demektir. Zira insanlar, bunların hepsini bilmiyorlar ve bildiklerinin de tafsilatını bilmiyorlar. (Ebüssuûd)

لا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا  [Onlar O'nun ilmini kavrayamazlar] ifadesi, Ayet-el Kürsi'de olduğu gibi Allah'ın ilminin büyüklüğü ve insanın ilminin küçüklüğünün (azlığının) öğretisi için tezyîldir. (Âşûr)