Tâ-Hâ Sûresi 111. Ayet

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْماً  ...

Bütün yüzler; diri, yaratıklarına hâkim ve onları koruyup gözeten Allah’a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen, mutlaka hüsrana uğramıştır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَعَنَتِ boyun eğmiştir ع ن و
2 الْوُجُوهُ bütün yüzler و ج ه
3 لِلْحَيِّ o diri olana ح ي ي
4 الْقَيُّومِ ve herşeye hakim olana ق و م
5 وَقَدْ ve muhakkak
6 خَابَ perişan olmuştur خ ي ب
7 مَنْ kimse
8 حَمَلَ yüklenen ح م ل
9 ظُلْمًا zulüm ظ ل م
 
İnsanlara dünya hayatının sonlu olduğunu ve kendilerini bekleyen bir hesap gününün kaçınılmazlığını anlatan Hz. Peygamber’e kıyametle ilgili sorular yöneltiliyordu. 105. âyette bu çerçevede Resûlullah’a yöneltilmiş veya zihinleri kurcalayan bir soruya değinilip kıyamet tasviri yapılmaktadır (kıyamet hakkında bk. A‘râf 7/187). Burada yeryüzünde ilk göze çarpan, en belirgin yükselti unsurları olan dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bugünkü tasavvurlarımıza sığmayacak bir değişimin söz konusu olacağı belirtilmekte, fakat ardından asıl önemli olan şeyin insanın kendi göreceği muamele olduğuna dikkat çekilmektedir.
 
107. âyette geçen iki kelimenin Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak âyet, “Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek görürsün” şeklinde tercüme edilebileceği gibi, âyete “Orada artık iniş-yokuş / eğrilik-yumruluk / eğrilik-pürüz göremezsin” mânaları da verilebilir (Taberî, XVI, 212-213; Şevkânî, III, 435).
 
108. âyetin “... çağırıcıya uyar; ondan kaçıp kurtulma imkanı yoktur” şeklinde çevirdiğimiz kısmına “kendisinden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı veya hemen kendisine uyacakları davetçi” mânalarının yanı sıra (Taberî, XVI, 214), “eğip bükmeyen, pürüzsüz bir çağrıda bulunan davetçi” anlamı da verilmiştir; bazı müfessirler davetçiden maksadın kıyametin kopmasında özel görevi bulunan İsrâfil olduğunu söylemişlerdir (Râzî, XXII, 118; Şevkânî, III, 435). Kamer sûresinin 8. âyetinin de delâletiyle bu âyeti, “O gün bütün varlıklar karşı konamaz ilâhî çağrıya uymak ve mahşerde toplanmak zorunda kalacaklardır” şeklinde anlamak uygun görünmektedir (İbn Atıyye, IV, 64). Aynı âyette geçen ve “çok hafif sesler” diye tercüme ettiğimiz hems kelimesinin “hışırtı, fısıltı, ayak sesi, alçak sesle konuşma” gibi anlamları da vardır (Taberî, XVI, 215).
 
109. âyette, böylesine dehşetli bir günden söz edilince insanın hatırına gelebilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek, şefaatin de ancak Allah’ın izni ve rızâsına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır (şefaat ve 110. âyette değinilen Allah’ın ilminin kuşatılamazlığı hakkında bk. Bakara 2/48, 255).
 
112. âyette geçen ve dilimizde “hazım” şeklinde telaffuz edilen hadm kelimesi tefsirlerde genellikle, midenin yiyeceği sindirmesi sırasında onda meydana getirdiği eksiltmeden hareketle “eksiltme, zayi etme” veya eylemin mahiyetine bakarak “çiğneme, gaspetme” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, XVI, 218; Şevkânî, III, 436). Râgıb el-İsfahânî bu âyeti delil göstererek hadm kelimesinin istiare yoluyla “zulüm” anlamında kullanıldığını belirtir (el-Müfredât, “hdm” md.). Fakat âyette her iki kelimenin (zulm ve hadm) yer aldığı ve iki farklı durumu anlatan bir yapı içinde kullanıldığı dikkate alınırsa, burada hadmı zulmün eş anlamlısı olarak çevirmek cümlenin mânasını daraltır. Bu sebeple ve iki kelime arasındaki nüansı (bk. İbn Âşûr, XVI, 313) dikkate alarak âyetin son kısmına, “O ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlığa uğramaktan korkar” şeklinde mâna vermeyi uygun bulduk.
 
  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 652-654
 

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ 

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  عَنَتِ mahzuf elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir.  الْوُجُوهُ  fail olup lafzen merfûdur. 

لِلْحَيِّ  car mecruru  عَنَتِ  fiiline müteallıktır.  الْقَيُّومِۜ  kelimesi  حَيِّ ’in sıfatı olup mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَتُ)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

 وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْماً

 

 

خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْماً  cümlesi  وُجُوهُ ’ün hali olarak mahallen mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal mazi fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) mazi fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına  “وَقَدْ” gelir. Bazen sadece  “و ” gelir. Nadiren  “و ”   sız gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  haliyyedir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. 

خَابَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ  fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  حَمَلَ dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

ظُلْماً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

 

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ 

 

وَ , istînâfiyyedir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelen  عنا  fiili, yüzlere isnad edilmiştir. Bu mecazî bir isnaddır. Boyun eğen yüzler değil, yüzlerin sahipleridir. Ya da cüz kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır, diyebiliriz. Âşûr da aynı görüştedir. 

عُنُوُّ الوجه  ifadesinde istiare vardır. Bununla kastedilen, Kıyamet gününde yüzlerde görülen sararıp solma alametleri, telaş, hüzün ve umutsuzluk belirtileridir. Bu tabir, Arapların esire  العاني  (boyun büken) adını vermelerinden alınmıştır. Bir sözde geçen ألنِساءِ عَواَنيِ عِنْدَ أزْواجِهِنَّ  ifadesi de bu mana ile ilgilidir ki “Kadınlar kocasının karşısında boyun büker (hizmete) konumdadırlar.” anlamına gelir. Yine  هَذِهِ ألْمَرْءَةُ فييِ جِبالُ فلانً  (Şu kadın falancanın ipinde bağlıdır) sözü de bu anlamdadır. Buna göre nasıl ki zavallı esir güçlü efendisinin elinde ona boyun eğerse aynı şekilde yüzler de Allah Teâlâ’nın korkusundan dolayı bükmüşlerdir. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları) 

الوُجُوهِ  kelimesindeki tarifin umum için olması caizdir. (Âşûr)

لِلْحَيِّ  için sıfat olan  ٱلۡقَیُّومُۚ  tetmim ıtnâbıdır.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, matbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: ıtnâb-Îcâz (I) Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

ٱلۡقَیُّومُۚ  kelimesi  قَیٱم  masdarından gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. Bir görüşe göre başkası ile değil, zatıyla kaim olan demektir. Bir görüşe göre bütün mahlukatının işlerini gören anlamındadır. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t-Tefsîr) 

ٱلۡقَیُّومُۚ : İnsanların işlerini idare eden, onları gözetip durandır.  القَيِّمِ  kelimesinin mübalağalı halidir. Yani işlerden hiç bir iş; onun idare, yönetim ve gözetiminin dışında değildir. (Âşûr)

العَناءُ, zillet demek olup aslı esarettir. العانِي  ise esir demektir. Nasıl ki zillet hali esir kimsenin yüzünde bir tükenmişliğe ve boyun eğmeye sebep olur, işte burada bu anlamda aklî mecaz olarak  العَناءُ  kelimesi kullanılmıştır. Cümlenin tamamında ونَحْشُرُ المُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًا (Ta-Ha Suresi, 102) ayetinde zikredilen günahkârların halleri canlandırılmıştır.  الوُجُوهِ  kelimesindeki elif lâm ise  فَإنَّ الجَحِيمَ هي المَأْوى (Naziat Suresi, 39) ayetinde olduğu gibi, muzâfun ileyh yerine gelmiş olup “o kimselerin, onların yüzleri” anlamındadır. İtaat ehlinin yüzlerine gelince onların yüzleri gülmekte ve müjdelendikleri şey için sevinmektedir.


وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْماً

 

Ayetin son cümlesi  خَابَ ’nin failinden haldir. Cümlenin istînâfiyye olması da caizdir. (Mahmud Sâfî)

Hal cümleleri, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Cümle  قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiş, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.

خَابَ  fiilinin faili konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’nin sılası olan  حَمَلَ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)

ظُلْماً  kelimesindeki tenvin, tahkir, teksir ve kıllet içindir.