فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۚ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَرَجَعَ | bunun üzerine döndü |
|
2 | مُوسَىٰ | Musa |
|
3 | إِلَىٰ |
|
|
4 | قَوْمِهِ | kavmine |
|
5 | غَضْبَانَ | çok kızgın bir halde |
|
6 | أَسِفًا | üzüntülü |
|
7 | قَالَ | dedi |
|
8 | يَا قَوْمِ | Kavmim |
|
9 | أَلَمْ |
|
|
10 | يَعِدْكُمْ | size va’detmemiş miydi? |
|
11 | رَبُّكُمْ | Rabbiniz |
|
12 | وَعْدًا | bir va’adle |
|
13 | حَسَنًا | güzel |
|
14 | أَفَطَالَ | uzun mu geldi? |
|
15 | عَلَيْكُمُ | size |
|
16 | الْعَهْدُ | süre |
|
17 | أَمْ | yoksa |
|
18 | أَرَدْتُمْ | mi istediniz? |
|
19 | أَنْ | diye |
|
20 | يَحِلَّ | insin |
|
21 | عَلَيْكُمْ | üstünüze |
|
22 | غَضَبٌ | bir gazabın |
|
23 | مِنْ | -den |
|
24 | رَبِّكُمْ | Rabbiniz- |
|
25 | فَأَخْلَفْتُمْ | bu yüzden caydınız |
|
26 | مَوْعِدِي | bana verdiğiniz sözden |
|
A‘râf sûresinde belirtildiği üzere Hz. Mûsâ kırk gece sürecek bir buluşma için Allah Teâlâ’nın huzuruna çağırılmış, Mûsâ bu amaçla kavminden ayrılırken kardeşi Hârûn’u vekil olarak bırakmış ve ona şöyle demişti: “Kavmimin içinde benim yerime geç; onları ıslah et; bozguncuların yoluna uyma” (7/142).
Bu süre içinde Sâmirî isimli bir kuyumcu, altından bir buzağı yaparak İsrâiloğulları’nın ona tapmalarını sağlamış, Hz. Hârûn bunu önlemeye çalışmakla beraber başarılı olamamıştı. Kavminin Sâmirî tarafından saptırıldığını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Mûsâ son derece kızgın ve üzgün bir biçimde geri dönüp ağabeyi Hârûn’a çıkışmıştı, çünkü onun görevini yerine getirmede kusurlu olduğunu düşünüyordu. Oysa Hârûn bu sapkın hareketi engelleme çabalarında ısrarcı davrandığı takdirde kardeşi Mûsâ tarafından kavmi içinde bozgunculuğa yol açmakla itham edilebileceğinden endişe ediyordu. Bu durumu ona açıklayınca Mûsâ’nın öfkesi yatıştı (bu konuda ayrıca bk. A‘râf 7/148). 84. âyetin “onlar da benim izimdeler” şeklinde tercüme edilen kısmı genellikle “onlar ardımdan geliyorlar ve yakınımdalar” anlamıyla açıklanmıştır (bk. Taberî, XVI, 195-196; Râzî, XXII, 98-99). Bazı müfessirler bu ifadede, Hz. Mûsâ’nın seçkin bir grupla
Allah’ın huzuruna çağırılmış ve kendisinin onları beklemeksizin ilâhî huzura koşmuş olduğuna delâlet bulunduğunu belirtirler (Râzî, XXII, 99; Şevkânî, III, 427). Fakat burada Hz. Mûsâ onların kendilerine bildirilen hak din ve tevhid inancı üzere olduklarına işaret etmek istemiş olmalıdır. Zira 85. âyette onların tâbi tutuldukları sınavda başarılı olamadıkları ve hak yoldan saptıkları, dolayısıyla, durumun Mûsâ’nın düşündüğü gibi olmadığı bildirilmiştir. Bugünkü Tevrat metninde buzağı heykelinin yapımıyla ilgili olarak verilen bilgi şöyledir: “Ve dağdan inmek için Mûsâ’nın geciktiğini kavmi görünce, kavmi Hârûn’un yanında toplandı, ve ona dediler: Kalk, bizim için ilâh yap, önümüzden gitsinler; çünkü Mûsâ’ya, bizi Mısır’dan çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın ve kızlarınızın kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkarın, ve onları bana getirin. Ve bütün kavmi kendi kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkardılar ve onları Hârûn’a getirdiler. Ve onu ellerinden aldı, ve oymacı aletiyle ona biçim verdi ve onu dökme bir buzağı yaptı... Ve Rab kavmi vurdu, çünkü Hârûn’un yaptığı buzağıyı yaptılar” (Çıkış, 32/1-4,35). Bu konu, Brill tarafından uzun bir süredir hazırlıkları sürdürülen ve “bir Batı dilinde Kur’an hakkında yayımlanan ilk çok ciltli ve kapsamlı müracaat eseri” olarak tanıtılan Kur’an ansiklopedisinin örnek fasikülünde “Altın Buzağı” başlığı altında özel olarak incelenmekte, fakat Çıkış bölümünde (32/2-3) bu buzağının “altın yüzüklerden” yapıldığı bilgisinin verildiği ileri sürülmektedir. Oysa yazarın belirttiği üzere orijinal metindeki tamlama “nizmey ha zahab” şeklindedir ki bu “altın küpeler” anlamına gelmektedir (bk. Geral R. Hawting, “Calf of Gold”, Encyclopedia of the Qur’an, Volume A-D [Preview], s. 16). Put yapıp toplumun ona tapmasını sağlamanın bir peygamber için asla düşünülemeyeceği ortada olmakla beraber, bugünkü Tevrat metninde bu iddianın yer tutabilmiş olması bu kutsal metnin tahrife uğramış olduğunun açık kanıtlarındandır.
85, 87 ve 95. âyetlerde, buzağı heykelini yapan kişinin adı belirtilerek bu iddianın bir iftira olduğu ayrıca ortaya konmuş olmaktadır. 87. âyette işaret edilen kavmin Mısırlılar olması muhtemeldir. Kitâb-ı Mukaddes’te de Mısır’dan çıkış tasvir edilirken şu ifadelere yer verilmiştir: “Ve İsrâiloğulları Mûsâ’nın sözüne göre yaptılar; ve Mısırlılar’dan gümüş şeyler ve altın şeyler ve esvap istediler; ve Rab Mısırlılar’ın gözünde kavme lutuf verdi ve istediklerini verdiler. Ve Mısırlılar’ı soydular” (Çıkış, 12/35-36). Tevrat’ın buradaki açıklaması ile Kur’an’ın bu konudaki ifadesi arasında bir paralellik görünmekle birlikte, yukarıda aktarılan anlatım, heykel yapımında kullanılan malzemeye ilişkin bilgi açısından da eleştiriye açık görünmektedir. Zira Kur’an İsrâiloğulları’nın o kavmin ziynet eşyalarından yüklendiklerini, Tevrat da onların Mısırlılar’dan (“soydular” ifadesine bakılırsa muhtemelen ödünç adı altında fakat iade etmemek niyetiyle) gümüş ve altın şeyler istediklerini belirtmektedir. Yukarıda nakledilen buzağı yapımı tasvirinde ise sadece kulaklardaki altın küpelerin kırılıp ortaya konmasından söz edilmektedir. 88. âyetin sonundaki “fakat o unuttu” anlamındaki cümlede unutulanın ne olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir görüşe göre burada Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği dini bir tarafa bıraktığından ve gerçek Tanrı’yı unuttuğundan söz edilmektedir. Taberî’nin de kuvvetli bulduğu yoruma göre ise bu, Sâmirî’nin Hz. Mûsâ hakkındaki sözüdür. Sâmirî bu ifadesiyle Hz. Mûsâ’nın Tûr’da aramaya gittiği asıl tanrının işte bu buzağı olduğunu ama Mûsâ’nın bunu dikkatten kaçırdığını iddia ederek toplumu ikna etmeye çalışmıştır (Taberî, XVI, 200-201; Zemahşerî, II, 444). Bu yorum esas alındığında söz konusu ifadede Hz. Mûsâ’nın Firavun’un sarayında tam bir Mısırlı olarak yetiştiğine dair bir ima bulunduğu söylenebilir (Esed, II, 637).95-104. 85, 87 ve 95. âyetlerde Sâmirî diye sözü edilen şahsın kökeniyle ilgili olarak klasik tefsir kitaplarında değişik bilgilere yer verilmiştir; kimi rivayetlere göre o İsrâil kökenlidir, hatta Hz. Mûsâ’nın dayısının oğludur, kimilerine göre komşusu bir Kıptî olup kendisiyle birlikte Mısır’dan çıkanlar arasında yer almıştır, kimilerine göre aslen Kirmanlıdır (bk. İbn Atıyye, IV, 57-58; Zemahşerî, II, 443-444; Râzî, XXII, 101; bunlar hakkında değerlendirme için bk. Derveze, III, 84-85; Esed, II, 635).
96. âyette geçen ve “elçi” diye tercüme ettiğimiz resul kelimesi müfessirler tarafından genellikle Cebrâil olarak anlaşılmış ve âyetin diğer kısımlarına da buna göre mâna verilmiştir. Bu açıklamaların özeti, Sâmirî denen şahsın Cebrâil’i gördüğü ve onun bineğinin ayak bastığı yerden bir miktar toprak alıp attığı şeklindedir. Bu yoruma göre “Onların görmediklerini gördüm” cümlesinin anlamı, Sâmirî’nin Cebrâil’i gördüğünü ileri sürmüş olmasıdır. Râgıb el-İsfahânî’nin açıklamalarına göre ise basura fiilinin Arap dilinde kalbî (zihnî) bir idrak anlamıyla birlikte olmaksızın sırf görme organının algılamasını belirtmek için kullanımı nâdirdir. Bu fiil daha çok “bir şeyin künhüne vâkıf olmayı, bilinçli bilgiyi” ifade eder (el-Müfredât, “bsr” md.).
Râzî, İsfahânî’nin bu izahından yola çıkarak Cebrâil merkezli yorumları eleştirir ve burada “elçi” kelimesi ile Hz. Mûsâ’nın kastedilmiş olduğu yorumunu yapar. Râzî’nin yorumuna göre Sâmirî’nin âyette aktarılan sözünün anlamı şudur: “Ben onların göremediklerini gördüm yani sizin izlediğiniz yolun doğru olmadığını anladım ve ey elçi senin dininden ve sünnetinden bir kısmını çıkarıp attım” (XXII, 111).
M. Esed, Râzî’nin bu yorumunu esas alan açıklamalarında önce Sâmirî’nin, müteâl ve görünmeyen Tanrı ya da Allah fikrine karşı çıktığına ve halkın ‘görünen, elle dokunulabilen somut’ bir tanrıya inanması gerektiğini düşündüğüne dikkat çekmekte, “Elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu attım” ifadesini de “Resulün öğretisinden bir tutam (yani onun bir kısmını) aldım ve onu (öğretinin muhtevasından) çıkarıp attım” şeklinde izah etmektedir. Kur’an’da yer alan bu kıssanın teması ile ilgili olarak Esed’in daha sonra ortaya koyduğu şu açıklama da dikkat çekicidir: “Kanaatimizce, Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın öğretisinden bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah’tan başka nesnelere ya da varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinç altı eğilimlerini açığa vurmaktadır: Tanrısal varlığın yahut en azından onun ‘tecellisi’ olarak tasarlanabilen şeyin somut bir imajını ortaya koyarak (koymaya kalkışmak) kavranamaz, tasarlanamaz olanı insanın sınırlı algı ve duyu alanına yaklaştırmayı amaçlayan boş ve aldatıcı bir hayalcilikten ibarettir, bu yoldaki bütün çabalar insanın Allah’a ilişkin kavrayışını aydınlatacağına daha da bulanık bir hale soktuğundan, bu yönde atılan her adım en başta kendi amacını baltalamakta ve böylece çıkmaz bir yola sokulmuş olan dindar eğilimli kişinin mânevî potansiyeli büsbütün ziyan edilmektedir: Kur’an’daki veriliş tarzı itibariyle, altın buzağı kıssasıyla anlatılmak istenen gerçek de, şüphesiz budur” (II, 638).
Hz. Mûsâ, Sâmirî’yi yanından uzaklaştırırken İsrâiloğulları’nın onunla aynı ortamı paylaşmalarını yasaklamış, böylece Sâmirî’ye toplumdan tecrit (bir çeşit aforoz) edilme şeklinde çok ağır bir ceza verilmişti. 97. âyette bu hususa işaret edildiği anlaşılmaktadır (Taberî, XVI, 206). Bunun yanı sıra, Allah tarafından Sâmirî’nin insanlardan uzak durmaya mecbur eden veya zürriyet sahibi olmasını engelleyen fiziksel bir hastalık verilerek cezalandırıldığı yorumları da yapılmıştır (Râzî, XXII,112).
Kuran Yolu Tefsiri
فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۚ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. رَجَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
مُوسٰٓى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُوسٰى kelimesi maksûr isimdir. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksûre” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰى قَوْمِه۪ car mecruru رَجَعَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلٰى harf-i ceri mecruruna yönelme, intiha, tahsis, musahabe, zaman zarfı, mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada yönelme manasında gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
غَضْبَانَ kelimesi hal olup sonunda elif ve fethalı nun انَ bulunan özel isimlerden olup gayri munsariftir. اَسِفاً ikinci hal olup lafzen fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mekulü’l-kavli يَا قَوْمِ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا nidadır. قَوْمِ münadadır. قَوْمِ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır. Nidanın cevabı اَلَمْ يَعِدْكُمْ ’dur.
Hemze, istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَعِدْكُمْ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
رَبُّكُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَعْداً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
حَسَناً kelimesi وَعْداً ‘in sıfat olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي
Hemze istifham harfidir. ف atıf harfidir. طَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
عَلَيْكُمُ car mecruru طَالَ fiiline müteallıktır. الْعَهْدُ fail olup lafzen merfûdur.
اَمْ atıf harfi hemzenin muadilidir. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini ta’yin ve tercih etmesini zorunlu kılar.
Not: Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır:
1. Muttasıl اَمْ
2. Munkatı اَمْ
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرَدْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, اَرَدْتُمْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Fiili muzarinin başına “ اَنْ ” harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdarı müevvel cümlesi)” denmektedir. Kur’an-ı Kerimde çok nadir de olsa bazen cümlede اَنْ ’den önce (لِ) harf-i cerini ve اَنْ ’den sonra da nâfiye lâ’sını (لَا) görebiliriz. لِئَلَّا şeklinde yazılır. Bazen ise bu اَنْ ’den önce (لِ) harf-i ceri ve nâfiye lâ’sının (لَا) hazf edildiğini görebiliriz. Ancak lafızda olmadığı halde manaları geçerlidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَحِلَّ mansub muzari fiildir. عَلَيْكُمْ car mecruru يَحِلَّ fiiline müteallıktır. غَضَبٌ fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru غَضَبٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَخْلَفْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
مَوْعِد۪ي mef’ûlun bih olup mukadder fetha ile mansubdur.
اَخْلَفْتُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi خلف ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۚ
فَ , istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
‘Hz. Musa, kırk günü tamamlayıp Tevrat'ı aldıktan sonra kavmine döndü’ demektir. Yoksa ‘o fitne kendisine haber verilmesinin hemen akabinde döndü’, demek değildir. (Ebüssuûd)
غَضْبَانَ ve اَسِفاًۙ Musa’dan (as) haldir. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Her ikisi de nekre gelerek nev ve kesret ifade etmiştir. Hal cümleleri, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
اَسِفاًۚ , aşırı öfkelenme manasındadır. Böyle olması halinde, ayette bir tekrardan bahsedilemez. Çünkü غَضْبَانَ kelimesi gazabın aslını, اَسِفاًۚ kelimesi ise onun doruk noktasını teşkil eder. (Fahreddin er-Râzî)
قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ
Beyani istinaf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ , nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Münada olan قَوْمِ ’deki mütekellim zamirinin hazfi nida edenin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Nidanın cevabı اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ , istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen alay, tevbih ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Veciz anlatım kastıyla gelen رَبُّكُمْ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan muhatap zamiri dolayısıyla kavim şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca bu izafet Allah’ın rububiyet vasfıyla onlara destek olduğunun işaretidir.
Mef’ûlü mutlak olan وَعْداً , fiili tekid etmiştir.
حَسَناً kelimesi وَعْداً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Hz. Musa’nın, bu ayette kavmine yönelttiği sorulara, onlardan bir cevap almak amacı yoktur. يَا قَوْمِ ibaresinde muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri يَ , hafiflik için hazf edilmiştir. Kelimenin sonundaki esre mütekellim zamirinden ivazdır.
Bu ayette bahsedilen وَعْداً حَسَناًۜ [güzel vaat], yaptıkları taatlere mukabil, mükâfat verileceğine dair olan sadık ve doğru vaattir. (Fahreddin er-Râzî)
اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي
اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ cümlesi, ف atıf harfiyle nidanın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
أم atıf harfiyle bu cümleye atfedilen sonraki cümle اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ , faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müspet mazi fiil sıygasında gelmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ cümlesi, masdar teviliyle اَرَدْتُمْ fiilinin mef’ûlü konumundadır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiille ifade edilmesinin amacı, gazabı göz önünde canlandırmak ve Allah’ın gazabının tekrarlanabileceğine işaret etmektir.
Muzari fiil hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üslupta gelen فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي cümlesi, …اَرَدْتُمْ cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Bu cümledeki مَوْعِد۪ي ibaresinde sebep alakasıyla mecazi isnad vardır. Musa as’nın randevusundan değil kendi verdikleri sözden dönmüşlerdir.
يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ cümlesiyle فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يَعِدْكُمْ - وَعْداً - مَوْعِد۪ي kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
إلهكم yerine رَبُّكُمْ şeklindeki izafetle hitab etmesi ve bunun ayette tekrarlaması kavmine Rabbinin merhametini vurgular. Bu takrarda ıtnab ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَخْلَفْتُمْ - مَوْعِد۪ي kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
“Altı yüz bine yakın sayıdaki mükellef bir kitlenin, hak dinden aynı anda bozukluğu ve batıl olduğu zorunlu olarak açık bir biçimde bilinen buzağıya tapmaya rücû etmeleri nasıl düşünülebilir? Sonra bu topluluk, o kimseleri bırakıp küfrü izhar ettiklerinde, Hz. Musa’nın sadece kendilerine dönmesi sebebiyle, nasıl olur da aynı anda o batıl dinden tekrar o dine geri dönebilirler?” denilirse biz deriz ki: Bu, aptal insanlar için düşünülmesi imkânsız olmayan bir şeydir. (Fahreddin er-Râzî)