Hac Sûresi 41. Ayet

اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ  ...

Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ
2 إِنْ eğer
3 مَكَّنَّاهُمْ onları iktidara getirirsek م ك ن
4 فِي
5 الْأَرْضِ yer yüzünde ا ر ض
6 أَقَامُوا kılarlar ق و م
7 الصَّلَاةَ namazı ص ل و
8 وَاتَوُا ve verirler ا ت ي
9 الزَّكَاةَ zekatı ز ك و
10 وَأَمَرُوا ve emrederler ا م ر
11 بِالْمَعْرُوفِ iyiliği ع ر ف
12 وَنَهَوْا ve vazgeçirmeğe çalışırlar ن ه ي
13 عَنِ -ten
14 الْمُنْكَرِ kötülük- ن ك ر
15 وَلِلَّهِ ve Allah’a aittir
16 عَاقِبَةُ sonu ع ق ب
17 الْأُمُورِ bütün işlerin ا م ر
 
Genellikle bu âyetlerin Kur’an’da savaş izni veren ilk âyetler olduğu kabul edilir. Konuya ilişkin rivayetlere göre Mekke’de müşriklerin ağır baskı ve işkencelerine mâruz kalan müslümanlar onlara karşılık vermek istediklerinde Resûlullah, Allah’tan savaş izninin gelmediğini söyleyip kendilerine sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, nihayet bu âyetlerin gelmesiyle ilk savaş müsaadesi verilmiştir. Bu izaha göre âyetlerin Medine döneminin başlangıcında inmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, âyetlerin Mekke’den Habeşistan’a göç etmek zorunda kalan müslümanlar hakkında indiğine dair rivayetler ışığında bunların Mekke’de inmiş olabileceğini düşünen müfessirler de vardır. Onlara göre burada, müminlerin zulüm ve baskı altında bulunduklarının tescil edilip hicrete izin verildiğinin bildirilmesi ve Allah’ın müslümanlara nasip edeceği zaferin yakın olduğu ima edilerek onlara moral verilmesi amaçlanmıştır (Şevkânî, III, 514-516; Derveze, VII, 104-105). Öte yandan, burada Hz. Peygamber ve ashabına verilmiş genel bir savaş izninden söz edildiği yahut bu iznin sadece Mekke’den Medine’ye hicret etmek için yola çıktıkları sırada engellenmeye çalışılan belirli bir grup müslüman için olduğu yönünde de rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 171-173).
 
 39 ve 40. âyetler birlikte değerlendirildiğinde, inanç özgürlüğünü ve dinin icaplarını yaşama serbestisini sağlama hedefinin, savunma hazırlıklarını haklı kılan sebeplerin başında geldiği söylenebilir (İslâm’ın savaş konusuna bakışı hakkında açıklama için bk. Bakara 2/190-193; savaşın “dinde zorlama olamayacağı” ilkesi açısından değerlendirilmesi için bk. Bakara 2/256; Kur’an’da “öldürme” emrinin geçtiği ifadeler için bk. Tevbe 9/5; Kur’an’da “cihad” kavramı ve savaşla ilişkisi hakkında bk. Nisâ 4/84, 95; Mâide 5/35). 
 
40. âyette geçen ve sırasıyla “manastırlar, kiliseler, havralar” şeklinde tercüme edilen kelimeler genel kabul esas alınarak çevrilmiştir; buna göre anılan kelimelerin ilki rahiplerin ibadet için kapandıkları yüksek ve sarp yerlere yapılmış inziva yerleri, ikincisi hıristiyanların ve üçüncüsü yahudilerin ibadet mahalleri anlamındadır. Tefsirlerde, bunların hangi din mensuplarına ait mâbedler olduğu hususunda farklı görüşler de bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 175-177; Râzî, XXIII, 40; İbn Âşûr, XVII, 277-278). Bu âyetin “ki oralarda Allah’ın adı bol bol anılır” şeklinde çevrilen kısmını sadece mescidlerin sıfatı olarak yorumlayan müfessirler de vardır (Şevkânî, III, 515). Bu yorumu esas alan Elmalılı Muhammed Hamdi, burada bir taraftan İslâm’daki ibadetlerde Allah’ı çokça anmanın temel hedef olduğuna, bir taraftan da âyette değinilen diğer din mensuplarına ait mâbedlerde asıl amaç olan Allah’ı anmaktan uzaklaşılıp başka maksatlarla kullanılır hale getirildiğine işaret bulunduğunu belirtir (V, 3409). Bütün ilâhî dinlerdeki ibadetlerde Allah’ı çokça anmanın temel hedef olduğunda kuşku yoktur; âyette diğer din mensuplarına ait mâbedlerde bu aslî amaçtan uzaklaşıldığına dair bir işaret bulunduğunu söylemek de isabetli görünmemektedir. Aynı âyetin “eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi olmasaydı” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır (bk. Râzî, XXIII, 39-40). Taberî bu konudaki başlıca yorumları aktardıktan sonra, burada özel bir durumun kastedildiğine dair bir açıklama bulunmadığına göre âyeti kapsamlı biçimde anlamanın uygun olacağını belirtir. Buna göre âyeti yorumlarken, Allah’ın, O’nun birliğine inananlara, putperestlere karşı mücadele gücü vermesi, topluma bireylerinin birbirlerine haksızlık etmelerini önleyen bir yönetim nasip etmesi, tanıklık vb. hukukî yolları göstererek hak sahiplerinin hak gaspı yapan tarafa karşı korunmasını sağlaması gibi durumları göz önünde bulundurmak gerekir (XVII, 174-175).
 
 Tefsirlerde genellikle, 41. âyette övülen kişilerin kendilerine hicret veya savaş izni verilen sahâbîler olduğu belirtilir. Bununla birlikte âyetteki ifadenin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak isteyen bütün müminleri kapsayacak biçimde anlaşılmasına bir engel bulunmamaktadır. Burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta, kendilerine imkân ve güç lutfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlâkın bozulmasına fırsat vermemeleri ve bunu güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara sahip çıkma çabası içinde olmaları gerektiğidir (“İyiliği emretme ve kötülükten alıkoymaya çalışma” şeklinde çevirdiğimiz “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” ifadesinin açıklaması için bk. Âl-i İmrân 3/104; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için başka yere göç etme konusunda bk. Nisâ 4/100).
 

Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 736-738
 

اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ 

 

İsim cümlesidir.  اَلَّذ۪ينَ  mahzuf mübtedanın haberi veya önceki ayetten bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası  اِنْ مَكَّنَّاهُمْ dur. Îrabtan mahalli yoktur. 

اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.  مَكَّنَّاهُمْ  ’ün dahil olduğu fiil cümlesi şart cümlesidir.

مَكَّنَّاهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  فِي الْاَرْضِ  car mecruru  مَكَّنَّاهُمْ  fiiline mütealliktir.

فَ  karinesi olmadan gelen  اَقَامُوا الصَّلٰوةَ  cümlesi şartın cevabıdır.

أَقَامَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.

الصَّلٰوةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  اٰتَى الزَّكٰوةَ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la  öncesine matuftur.

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَمَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

بِالْمَعْرُوفِ  car mecruru  اَمَرُوا  fiiline mütealliktir.

نَهَوْا  atıf harfi و ‘la makabline matuftur.  نَهَوْا  mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. عَنِ الْمُنْكَرِ  car mecruru  نَهَوْا  fiiline mütealliktir.

اَقَامُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  قوم ’dir.

اٰتَوُا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  أتى ’dir.

İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.


وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. 

عَاقِبَةُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْاُمُورِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

 

اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  اَلَّذ۪ينَ, takdiri  هُمْ  olan mahzuf mübtedanın haberidir. Mevsûlün sılası …اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ  şeklinde şart üslubunda gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

فِ  karinesi olmadan gelen cevap cümlesi olan  اَقَامُوا الصَّلٰوةَ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107) 

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88)

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şartın cevabına matuf olan müteakip cümleler, aynı üslupta gelmiştir. Cümlelerin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

الْاَرْضِ ’deki marife cins içindir. (Âşûr)

وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ  cümlesiyle,  وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

Bahsi geçen kişilere verilenlerden sonra onların hallerinin sayılması taksim sanatıdır.

اَمَرُوا - الْاُمُورِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları, بِالْمَعْرُوفِ - الْمُنْكَرِ  ve نَهَوْا - اَمَرُوا  gruplarındaki kelimeler arasında ise tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Allah Teâlâ, yurtlarından çıkarılanlara iktidar ve hakimiyet dizgini verdiği zaman onların gösterecekleri güzel hal ve hareketleri belirterek kendilerine ikramı en anlamlı ve güzel şekilde vadetmektedir. (Ebüssuûd)

Râğıb el İsfahani şöyle demiştir: “Allah, namaz kılmakla övdüğü her yerde ‘ikame' (gereği gibi kılma) lafzını zikretmiş; sadece münafıklar için ‘Namaz kılanlar’ buyurmuş, [Namaz kılanların vay haline… (Maun Suresi, 4)] ifadesiyle buna işaret etmiştir.”

Şüphesiz “ikâme” kelimesi, namazın hak ve şartlarını yerine getirerek usulüne uygun olarak kılınması gerektiği için seçilmiştir. Yoksa namaz kılmak sadece belli hareketleri yapmak değildir. Onun  için  “Namaz kılanlar çoktur; fakat gereği gibi kılanlar azdır.” denmiştir. 

Râğıb el İsfahani “Maruf için akıl ve din sayesinde iyi olduğu bilinen; münker de yine akıl ve dine göre çirkin görünen şeydir.” demiştir. (Rûhu’l Beyan)


 وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ

 

وَ , istînâfiyyedir. Cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. Car mecrur  لِلّٰهِ ‘nin müteallakı olan mukaddem haber mahzuftur. 

لِلّٰهِ ’nin takdimi tenbih ve ihtimam içindir. (Âşûr)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyh, veciz ifade kastıyla izafet terkibinde gelmiştir.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

مَكَّنَّاهُمْ  ve  لِلّٰهِ  kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişete, güzel bir iltifat sanatı vardır. 

Ayetin son cümlesi, mesel tarikinde tezyîl cümlesidir. 

Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekîd etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

Bu cümle Allah'ın dostlarını galip kılmak ve kelamını yüceltmek vaadini tekid etmektedir. (Ebüssuûd)