بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ وَاِنَّ اللّٰهَ عَلٰى نَصْرِهِمْ لَقَد۪يرٌۙ
اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ
Fiil cümlesidir. اُذِنَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Naib-i faili mahzuftur.
لَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, لِ harf-i ceriyle birlikte اُذِنَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يُقَاتَلُونَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يُقَاتَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i faili olarak mahallen merfûdur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar,
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte اُذِنَ fiiline mütealliktir. هُمْ muttasıl zamir اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. ظُلِمُوا fiili, اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. ظُلِمُوا damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i faili olarak mahallen merfûdur.
يُقَاتَلُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
Müşareket (İşteşlik-ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنَّ اللّٰهَ عَلٰى نَصْرِهِمْ لَقَد۪يرٌۙ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
عَلٰى نَصْرِهِمْ car mecruru قَد۪يرٌ ’e mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
قَد۪يرٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. قَد۪يرٌ kelimesi,mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ
Istînâfiyye olarak fasılla gelen ayet, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Meçhul bina edilen اُذِنَ fiilinin naib-i faili mahzuftur.
Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Harf-i cerle birlikte اُذِنَ fiiline müteallik has ism-i mevsûl لِلَّذ۪ينَ ’nin sılası olan يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا, müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi masdar tevilinde, بِ harfiyle birlikte يُقَاتَلُونَ fiiline mütealliktir. Faide-i haber inkârî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesinde müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Ayet-i kerîme’de geçen بِاَنَّهُمْ ibaresinde بِ, sebebiyyedir.
اُذِنَ ve يُقَاتَلُونَ kelimeleri hem malum hem de meçhul sıygayla okunmuş olup, “Onlara ‘savaş hakkında’ izin vermiştir/verilmiştir.” anlamındadır. İzin verilen şey, arkadan gelen يُقَاتَلُونَ fiili delalet ettiği için hazf edilmiştir. (Keşşâf)
Bu Müslümanlar, Peygamberimizin ashabıdır. Önceleri müşrikler, onlara eziyet ediyorlardı ve onlar dövülmüş ve kafaları kırılmış olarak Peygamberimize (s.a.) gelip şikayet ediyorlardı. Peygamberimiz de onlara: “Sabredin; zira Bana henüz savaş emri verilmedi.” diyordu. Nihayet Müslümanlar, Medine'ye hicret ettikten sonra bu ayet nazil oldu. Yetmiş küsur ayette Müslümanlara savaş yasaklandıktan sonra savaş izni hakkında nazil olan ilk ayet budur. (Ebüssuûd)
وَاِنَّ اللّٰهَ عَلٰى نَصْرِهِمْ لَقَد۪يرٌۙ
…اُذِنَ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. Cümlede müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Haber olan لَقَد۪يرٌۙ, mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى نَصْرِهِمْ, amili olan اِنَّ ’nin haberine ihtimam için takdim edilmiştir.
Bu ayet, Müslümanlara zafer vadetmekte, Allah'ın onlara olan mezkûr ikram vaadini tekid etmektedir. Mezkûr vaatten murat, sadece Müslümanları müşriklerin elinden kurtarmak olmadığını, fakat aynı zamanda onları galip muzaffer kılmak olduğunu sarahatle bildirmektedir. Allah'ın onlara yardıma kādir olduğunu haber vermek, ilâhî azametin tarzıdır. (Ebüssuûd)
اَلَّذ۪ينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّٓا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِــعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يراًۜ وَلَيَنْصُرَنَّ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | onlar |
|
2 | أُخْرِجُوا | çıkarıldılar |
|
3 | مِنْ | -ndan |
|
4 | دِيَارِهِمْ | yurtları- |
|
5 | بِغَيْرِ | etmedikleri halde |
|
6 | حَقٍّ | hak |
|
7 | إِلَّا | sadece |
|
8 | أَنْ | diye |
|
9 | يَقُولُوا | diyorlar |
|
10 | رَبُّنَا | Rabbimiz |
|
11 | اللَّهُ | Allah’tır |
|
12 | وَلَوْلَا | eğer olmasaydı |
|
13 | دَفْعُ | savunması |
|
14 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
15 | النَّاسَ | insanların |
|
16 | بَعْضَهُمْ | bazılarını |
|
17 | بِبَعْضٍ | diğer bazılarıyle |
|
18 | لَهُدِّمَتْ | yıkılırdı |
|
19 | صَوَامِعُ | manastırlar |
|
20 | وَبِيَعٌ | ve kiliseler |
|
21 | وَصَلَوَاتٌ | ve havralar |
|
22 | وَمَسَاجِدُ | ve mescidler |
|
23 | يُذْكَرُ | anılan |
|
24 | فِيهَا | içlerinde |
|
25 | اسْمُ | ismi |
|
26 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
27 | كَثِيرًا | çokca |
|
28 | وَلَيَنْصُرَنَّ | ve elbette yardım eder |
|
29 | اللَّهُ | Allah |
|
30 | مَنْ | kimseye |
|
31 | يَنْصُرُهُ | kendine yardım eden |
|
32 | إِنَّ | kuşkusuz |
|
33 | اللَّهَ | Allah |
|
34 | لَقَوِيٌّ | kuvvetlidir |
|
35 | عَزِيزٌ | galibdir |
|
اَلَّذ۪ينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّٓا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُۜ
İsim cümlesidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ, mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, هم (onlar) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası اُخْرِجُوا ’dir.Îrabdan mahalli yoktur.
اُخْرِجُوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i faili olarak mahallen merfûdur.
مِنْ دِيَارِهِمْ car mecruru اُخْرِجُوا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِغَيْرِ car mecruru naib-i faile mütealliktir. حَقٍّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِلَّٓا istisna harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, müstesna olarak mahallen mansubdur.
يَقُولُوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, رَبُّنَا اللّٰهُ ’dir. يَقُولُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
رَبُّنَا mübteda olup lafzen merfûdur. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اللّٰهُ lafza-i celâl haber olup lafzen merfûdur.
اُخْرِجُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi خرج ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِــعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يراًۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَوْلَٓا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani “Değil mi?” manasındadır. (Âşûr)
لَوْلَٓا şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
دَفْعُ mübteda olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Haber mahzuftur. Takdiri, موجود (vardır.) şeklindedir.
النَّاسَ kelimesi masdar olan دَفْعُ ’un mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Masdar; bir iş, bir oluş, bir durum bildiren ve zamanla ilgili olmayan kelimelerdir. Masdarlar fiil gibi zamanla ilgili olmadığından isimdirler.
Masdarın fiil gibi amel şartları şunlardır:
1.Tenvinli olmalıdır.
2. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır.
3. Masdarın failine muzâf olmalıdır.
4. Masdarın mef’ûlüne muzâf olmalıdır.
Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.
Bu amel şartlarından birini taşıyan masdar kendisinden sonra fail veya mef’ûl alabilir. Bu ayette النَّاسَ kelimesi masdar olarak gelip failine muzâf olmuştur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَعْضَهُمْ kelimesi النَّاسَ ’den bedel olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِبَعْضٍ car mecruru دَفْعُ ’ya mütealliktir.
لَ harfi لَوْلَا ’nın cevabının başına gelen rabıtadır. هُدِّمَتْ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. تْ te’nis alametidir.
صَوَامِــعُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
بِيَعٌ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
مَسَاجِدُ atıf harfi و ’la makabline matuftur. مَسَاجِدُ kelimesi مفاعل vezninde olduğu için gayri munsariftir. Gayri munsarif olduğu için tenvin almamıştır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يراً cümlesi مَسَاجِدُ ’nun sıfatı olarak mahallen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَتُ)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُذْكَرُ merfû meçhul muzari fiildir. ف۪يهَا car mecruru يُذْكَرُ fiiline mütealliktir.
اسْمُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. كَث۪يراً mef’ûlu mutlaktan naibdir. Takdiri, ذكرا كثيرا şeklindedir. Mahzuf mef’ûln mutlakın sıfatı olup fetha ile mansubdur.
هُدِّمَتْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi هدم ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلَيَنْصُرَنَّ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattie harfidir.
يَنْصُرَنَّ fiilinin sonundaki نَّ, tekid ifade eden nûn-u sakîledir. Fetha üzere mebni muzari fiildir.
Tekid nunları, bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
Tekid nûnu çoğu zaman sarih kasem, gizli kasem ve nehiyden sonra gelir. Hal ve istikbal ifade eden muzari fiilin manasını sadece istikbal anlamına hamleder ve bu ن, َّfiilin üç defa tekidini sağlar. (Kur’an’da Tekid Üslupları ve Çeşitleri Mehmet Altın Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يَنْصُرُهُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يَنْصُرُهُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. قَوِيٌّ mübteda olup lafzen merfûdur. عَز۪يزٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
قَوِيٌّ - عَز۪يزٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّٓا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. اَلَّذ۪ين takdiri هم (Onlar) olan mahzuf mübtedanın haberidir. Sılası olan …اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اُخْرِجُوا fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُۜ cümlesi masdar teviliyle müstesnadır. Müspet muzari fiil sıygasındaki cümlenin mekulü’l-kavli رَبُّنَا اللّٰهُۜ, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir.
Ayetteki istisna munkatı’dır.
Ayette ulûhiyet ve rububiyet ifade eden isimler bir arada zikredilmiştir. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rabb olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 234)
اِلَّٓا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُ (Rabbimiz Allah demelerinden başka bir suçları yoktu) cümlesinde, yermeye benzeyen şeyle övmeyi pekiştirme sanatı vardır. (Safvetu’t Tefasir)
Bu ayetteki istisna, ilk bakışta kendisinden sonra Müslümanların yurtlarından çıkarılmasını gerektirecek bir şeyin geleceği düşüncesini çağrıştırmaktadır. Ancak mûtat istisna yapılarının tersine ikram edilmelerini gerektirecek bir sıfat (Rabbimiz Allah’tır, ifadesi) kullanılmıştır. Böylece inkârcıların haksızlığı, müminlerin haklılığı çarpıcı bir şekilde beyan edilmiş olmaktadır. (Zemahşerî, Keşşâf, III, 157)
Zemme benzeyen medih sanatında önce bir medih sıfatı zikredilir, istisna edatından sonra başka bir medih sıfatı daha söylenir. Yani müspet bir medih sıfatından başka bir medih sıfatı istisna edilir. Bu üslubun bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi muhatabın ilk anda zem işitmeye hazırlanması, buna mukabil mütekellimin sözünün başında zikrettiği medhi tekid eden bir söz söylemesidir. istisna ve istidrak harfleri kendinden sonra zıd manada bir şeyler geleceğini hissettirir. Bunun için bazı alimler bu sanatı istisna diye adlandırırlar. Tabii ki buradan hareketle her istisna cümlesinin bu manayı taşıdığı düşünülmemelidir. Bu üslup tekid yollarından biridir. Muhatap beklemediği bir sonuçla karşılaştığı için etkisi kuvvetlidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Yurtlarından murat Mekke'dir. Onlar, yurtlarından çıkarılmalarını gerektiren bir durum olmadığı halde sırf tevhit inançları sebebiyle çıkarılmışlardır. Halbuki bu inançları onların yurtlarından çıkarılmalarını, oradan kovulmalarını gerektirmez, aksine orada saygın olarak kalmalarını gerektirmektedir. (Ebüssuûd)
وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِــعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يراًۜ
İstînâf cümlesidir. لَوْلَا harfi, bir şeyin mevcudiyetinden dolayı imtina harfi olur. İsim cümlesine dahil olur. Şayet müspet mana taşıyorsa cevabı önünde ل harfi bulunan fiil olarak gelir. Şayet menfi mana taşıyorsa cevabı ل ’sız gelir. (Süyûtî, el-İtkan, c.1, s. 481)
Şart üslubunda gelmiş cümlede دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ , şart cümlesidir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan دَفْعُ اللّٰهِ ’nin, takdiri موجود (mevcuttur) olan haberi mahzuftur.
بَعْضَهُمْ mef’ûl olan النَّاسَ ’den bedeldir. Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
…لَهُدِّمَتْ صَوَامِــعُ وَبِيَعٌ cümlesi لَوْلَا ’nın cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
بِيَعٌ , صَلَوَاتٌ , مَسَاجِدُ, naib-i fail olan صَوَامِــعُ ’ya temâsül nedeniyle atfedilmiştir.
يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يراً cümlesi مَسَاجِدُ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
Haberî isnad yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
مَسَاجِدُ - وَبِيَعٌ - صَلَوَاتٌ صَوَامِــعُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayet-i kerimede geçen لَهُدِّمَتْ lafzı teksir ifade etmek için şeddeli olarak ve şeddesiz olarak okunmuştur.
صَوَامِــعُ : Tepesi sivri ve yüksek olan bina demektir ki İslamiyet’ten önce Hristiyan rahiplerinin manastırlarının ve sâbie (yıldızlara tapanlar) sofularının zaviyelerinin adı olmuştu. Sonra Müslümanların ezan yerleri olan minareler için de kullanılmaya başlandı. Ancak ayette kastedilen Hristiyanların manastırları veya sâbienin zaviyeleridir.
بِيَعٌ : Hristiyanların ibadet yeri olan kilise demektir.
صَلَوَاتٌ : Bu kelime İbranice Saluta'dan gelen ve sonradan Arapçalaşan bir sözcüktür ki Yahudilerin namaz yeri yani havra demektir. Görülüyor ki mescitler, “Allah'ın adının çok anıldığı yer” olarak nitelendirilmiştir ki bunda iki nükte vardır. Birincisi, İslamın emrettiği ibadetlerden asıl maksadın Allah'ın adının çokça anılması olduğunu vurgulamak, ikincisi de diğerlerinin var olmalarının asıl sebebi olan Allah'ın anıldığı yer olmaktan çıkıp başka maksatlar için kullanıldığına işarettir. (Elmalılı)
“İçlerinde Allah'ın adı çokça anılan” vasfının camilere tahsis edilmesi, onun ve cemaatinin üstünlüğünü belirtmek içindir. (Ebüssuûd)
Cenab-ı Hakk’ın وَبِيَعٌ ve صَوَامِــعُ kelimelerini مَسَاجِدُ kelimesinden önce getirmesinin sebebi, var olma bakımından daha önce olmalarıdır. Bir de tefekkürde ilk olanın, amelde son olmasından ötürüdür. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak şöyle demek istemiştir: “Şayet, müminlere, kâfirlerle cihat etmeleri hususunda izin vermek, düşmanlarına karşı onlara yardım etmek suretiyle Allah'ın müminler vasıtasıyla müşrikleri defetmesi olmasaydı, o zaman şirk ehli din mensuplarına hükümran olur ve o din mensuplarının ibadet ettikleri o mahalleri harabeye çevirirdi. Ancak ne var ki Cenab-ı Hakk bunları, din mensuplarının ibadete ve ibadet mahallerini yapmaya zaman bulabilmeleri için din düşmanlarıyla savaşılmasını emretmek suretiyle def etmiştir. İşte bu itibarla her ne kadar Müslüman olmayanlara ait olsa dahi havra, kilise ve manastır ifadesine yer verilmiştir.” (Fahreddin er-Râzî)
وَلَيَنْصُرَنَّ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُۜ
Lam-ı muvattienin dahil olduğu cümle, mahzuf kasemin cevabıdır. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle mahzuf kasem ve nûn-u sakile olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir. Kasem fiilinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf kasem ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda vurgu kasem cevabına yapılır. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazf edilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur'an’da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur'an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
لَيَنْصُرَنَّ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’nın sılası olan يَنْصُرُهُ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede fiilin muzari sıygada gelmesi hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَيَنْصُرَنَّ - يَنْصُرُهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Yemin olsun ki Allah dostlarına yahut dinine yardım edenlere muhakkak yardım edecektir. Nitekim Allah vaadini gerçekleştirerek Muhacirleri ve Ensar'ı Arap ulularına, İran kisralarına ve Rum kayserlerine musallat etti ve topraklarına ve yurtlarına varis kıldı. (Ebüssuûd)
اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَز۪يزٌ, haber olan لَقَوِيٌّ için sıfattır. Mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celalle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَقَوِيٌّ - عَز۪يزٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Önceki ayet ve bu ayette üç fiilin meçhul olarak geldiği görülür. Önceki ayetteki fiil اُذِنَ ’dir. Mazlumlar için savaşmanın mübah olduğuna delalet eder. Makam teşrî‘ makamıdır. Allah’tan başka şeriat koyucu olmadığı için zikrine gerek görülmemiştir. Ancak bu ayetteki diğer iki fiil يُقَاتَلُونَ ve اُخْرِجُوا fiillerinin failleri, kâfirlerdir ve ağzı kirletmemek için hakir görülerek hazf edilmişlerdir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetin son cümlesi, mesel tarikinde tezyîl cümlesidir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
Cenab-ı Hak, müminlere vadettiği o yardıma gücünün yettiğini, bu hususta hiçbir engel tanımadığını beyan etmiştir ki bu da O'nun عَز۪يزٌ /Azîz ifadesinden anlaşılmaktadır: Çünkü عَز۪يزٌ /Azîz, küçük düşürülemeyen zulme uğratılamayan ve yapmak istediği şeyden alıkonulamayan demektir. (Fahreddin er-Râzî)
اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ |
|
|
2 | إِنْ | eğer |
|
3 | مَكَّنَّاهُمْ | onları iktidara getirirsek |
|
4 | فِي |
|
|
5 | الْأَرْضِ | yer yüzünde |
|
6 | أَقَامُوا | kılarlar |
|
7 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
8 | وَاتَوُا | ve verirler |
|
9 | الزَّكَاةَ | zekatı |
|
10 | وَأَمَرُوا | ve emrederler |
|
11 | بِالْمَعْرُوفِ | iyiliği |
|
12 | وَنَهَوْا | ve vazgeçirmeğe çalışırlar |
|
13 | عَنِ | -ten |
|
14 | الْمُنْكَرِ | kötülük- |
|
15 | وَلِلَّهِ | ve Allah’a aittir |
|
16 | عَاقِبَةُ | sonu |
|
17 | الْأُمُورِ | bütün işlerin |
|
اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ
İsim cümlesidir. اَلَّذ۪ينَ mahzuf mübtedanın haberi veya önceki ayetten bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası اِنْ مَكَّنَّاهُمْ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. مَكَّنَّاهُمْ ’ün dahil olduğu fiil cümlesi şart cümlesidir.
مَكَّنَّاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. فِي الْاَرْضِ car mecruru مَكَّنَّاهُمْ fiiline mütealliktir.
فَ karinesi olmadan gelen اَقَامُوا الصَّلٰوةَ cümlesi şartın cevabıdır.
أَقَامَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. اٰتَى الزَّكٰوةَ cümlesi atıf harfi وَ ’la öncesine matuftur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَمَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِالْمَعْرُوفِ car mecruru اَمَرُوا fiiline mütealliktir.
نَهَوْا atıf harfi و ‘la makabline matuftur. نَهَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. عَنِ الْمُنْكَرِ car mecruru نَهَوْا fiiline mütealliktir.
اَقَامُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi قوم ’dir.
اٰتَوُا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أتى ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ
وَ istînâfiyyedir. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
عَاقِبَةُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْاُمُورِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. اَلَّذ۪ينَ, takdiri هُمْ olan mahzuf mübtedanın haberidir. Mevsûlün sılası …اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ şeklinde şart üslubunda gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فِ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi olan اَقَامُوا الصَّلٰوةَ müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabına matuf olan müteakip cümleler, aynı üslupta gelmiştir. Cümlelerin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
الْاَرْضِ ’deki marife cins içindir. (Âşûr)
وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ cümlesiyle, وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Bahsi geçen kişilere verilenlerden sonra onların hallerinin sayılması taksim sanatıdır.
اَمَرُوا - الْاُمُورِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları, بِالْمَعْرُوفِ - الْمُنْكَرِ ve نَهَوْا - اَمَرُوا gruplarındaki kelimeler arasında ise tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Allah Teâlâ, yurtlarından çıkarılanlara iktidar ve hakimiyet dizgini verdiği zaman onların gösterecekleri güzel hal ve hareketleri belirterek kendilerine ikramı en anlamlı ve güzel şekilde vadetmektedir. (Ebüssuûd)
Râğıb el İsfahani şöyle demiştir: “Allah, namaz kılmakla övdüğü her yerde ‘ikame' (gereği gibi kılma) lafzını zikretmiş; sadece münafıklar için ‘Namaz kılanlar’ buyurmuş, [Namaz kılanların vay haline… (Maun Suresi, 4)] ifadesiyle buna işaret etmiştir.”
Şüphesiz “ikâme” kelimesi, namazın hak ve şartlarını yerine getirerek usulüne uygun olarak kılınması gerektiği için seçilmiştir. Yoksa namaz kılmak sadece belli hareketleri yapmak değildir. Onun için “Namaz kılanlar çoktur; fakat gereği gibi kılanlar azdır.” denmiştir.
Râğıb el İsfahani “Maruf için akıl ve din sayesinde iyi olduğu bilinen; münker de yine akıl ve dine göre çirkin görünen şeydir.” demiştir. (Rûhu’l Beyan)
وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ
وَ , istînâfiyyedir. Cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. Car mecrur لِلّٰهِ ‘nin müteallakı olan mukaddem haber mahzuftur.
لِلّٰهِ ’nin takdimi tenbih ve ihtimam içindir. (Âşûr)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyh, veciz ifade kastıyla izafet terkibinde gelmiştir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَكَّنَّاهُمْ ve لِلّٰهِ kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişete, güzel bir iltifat sanatı vardır.
Ayetin son cümlesi, mesel tarikinde tezyîl cümlesidir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekîd etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
Bu cümle Allah'ın dostlarını galip kılmak ve kelamını yüceltmek vaadini tekid etmektedir. (Ebüssuûd)
وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُۙ
وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُۙ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.
يُكَذِّبُوكَ şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
كَذَّبَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir.
قَبْلَهُمْ mef’ûlun bih olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَوْمُ fail olup lafzen merfûdur. نُوحٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
عَادٌ ve ثَمُودُۙ kelimeleri atıf harfi و ’la makabline matuftur.
كَذَّبَتْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُۙ
وَ , istînâfiyyedir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet muzari fiil sıygasındaki şart cümlesi يُكَذِّبُوكَ , faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنْ, vuku bulması nadir olan durumlarda kullanılan şart harfidir.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Haberî isnad yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
يُكَذِّبُوكَ şeklindeki şart fiili ve كَذَّبَتْ şeklindeki cevap fiili, تفعيل babındadır. Bu babın fiile kattığı anlamlardan en fazla öne çıkanı fiilde veya failde olan kesrettir.
قَدْ mazi fiille kullanıldığında tahkik ifade eder. Ayrıca mazi fiil ile geldiğinde, yapılacak işin yaklaştığını göstermek üzere, takrib manasında kullanılır. (Süyûtî, el-İtkan)
كَذَّبَتْ fiilinde cem’, قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُۙ kelimelerinde taksim sanatı yani cem' ma’at-taksim vardır.
يُكَذِّبُوكَ - كَذَّبَتْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.وَقَوْمُ اِبْرٰه۪يمَ وَقَوْمُ لُوطٍۙ
وَقَوْمُ اِبْرٰه۪يمَ وَقَوْمُ لُوطٍۙ
قَوْمُ atıf harfi و ’la makabline matuftur. اِبْرٰه۪يمَ muzâfun ileyh olup fetha ile mecrurdur.
اِبْرٰه۪يمَ kelimesi gayri munsariftır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَوْمُ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. لُوطٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَقَوْمُ اِبْرٰه۪يمَ وَقَوْمُ لُوطٍۙ
Atıfla gelen bu ayet, önceki ayetteki قَوْمُ نُوحٍ ’ye matuftur. Önceki ayetteki taksim sanatı devam etmektedir.
اِبْرٰه۪يمَ kelimesi, a’cemî alemdir. Gayri munsarif olduğundan cer mahallinde üstün almıştır.
قَوْمُ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu kelam, Resulullah'a düşmanlık eden kâfirleri helak etmeyi vadederek onu teselli etmekte ve “Yemin olsun ki Allah, kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edecektir.” ayetinde vadedilen yardımın da keyfiyetini tayin etmekte ve bütün işlerin akıbetlerinin Kendisine döneceğini beyan etmektedir. Yani: Ey Resulüm! Eğer onların seni yalan saymalarına üzülüyorsan, bil ki bunda sen yalnız değilsin. Zira senin kavminin Seni yalanlamalarından önce Nuh kavmi de Ad, Semud, İbrahim, Lut kavmi de Medyen yaranı da adları zikredilen ve edilmeyen peygamberlerini yalanlamışlardı. Ayette bu kısımlar hazf edilmiştir, çünkü maksat gayet açıktır. Yahut maksat yalanlama fiilinin kendisidir. (Ebüssuûd)
وَاَصْحَابُ مَدْيَنَۚ وَكُذِّبَ مُوسٰى فَاَمْلَيْتُ لِلْكَافِر۪ينَ ثُمَّ اَخَذْتُهُمْۚ فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَأَصْحَابُ | ve halkı |
|
2 | مَدْيَنَ | Medyen |
|
3 | وَكُذِّبَ | ve yalanlanmıştı |
|
4 | مُوسَىٰ | Musa |
|
5 | فَأَمْلَيْتُ | ben de bir süre vermiştim |
|
6 | لِلْكَافِرِينَ | kafirlere |
|
7 | ثُمَّ | sonra |
|
8 | أَخَذْتُهُمْ | onları yakalamıştım |
|
9 | فَكَيْفَ | nasıl |
|
10 | كَانَ | oldu |
|
11 | نَكِيرِ | benim inkarım |
|
وَاَصْحَابُ مَدْيَنَۚ
اَصْحَابُ atıf harfi و ’la makabline matuftur. مَدْيَنَ muzâfun ileyh olup fetha ile mecrurdur.
مَدْيَنَ kelimesi gayri munsariftır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَكُذِّبَ مُوسٰى فَاَمْلَيْتُ لِلْكَافِر۪ينَ ثُمَّ اَخَذْتُهُمْۚ فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ
وَ atıf harfidir. كُذِّبَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. مُوسٰى naib-i fail olup elif üzere mukadder damme merfûdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَمْلَيْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur.
لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru اَمْلَيْتُ fiiline mütealliktir. لِلْكَافِر۪ينَ kelimesi cer alameti ي ’dir. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَخَذْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur.
فَ atıf harfidir. كَيْفَ istifham harfi كَانَ ’nin mukaddem haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. نَك۪يرِ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup mukadder damme ile merfûdur. Hazf edilen يَ ise muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mütekellim zamirin hazf edilmesi fasılaya uyması sebebiyledir.
كَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كُذِّبَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَاَصْحَابُ مَدْيَنَۚ وَكُذِّبَ مُوسٰى فَاَمْلَيْتُ لِلْكَافِر۪ينَ ثُمَّ اَخَذْتُهُمْۚ
Ayet, önceki ayetin devamı olarak atıfla gelmiştir. وَاَصْحَابُ مَدْيَنَۚ ibaresi 42. ayetteki قَوْمُ نُوحٍ ’e matuftur. Cihet-i câmia, tezâyüftür.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle … كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ cümlesine atfedilmiştir.
كُذِّبَ fiili meçhul gelmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
فَاَمْلَيْتُ لِلْكَافِر۪ينَ cümlesi makabline فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen ثُمَّ اَخَذْتُهُمْۚ cümlesi makabline yine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.
ثُمَّ kelimesi hükümde ortaklık, tertip ve mühlet ifadesi gibi üç hususu kendinde toplayan bir harftir. Burada atıf harfi olarak terahi (gecikme) manası ifade eder.
Lût kavmi de Medyen halkı da adları zikredilen ve edilmeyen peygamberlerini yalanlamışlardı. Ayette bu kısımlar hazf edilmiştir, çünkü maksat gayet açıktır. Yahut maksat yalanlama fiilinin kendisidir. (Ebüssuûd)
وَكُذِّبَ مُوسٰى (Musa yalanlandı) denilip [diğerleri gibi] قوم موسى (ve Musa’nın kavmi) denilmemesinin sebebi, Musa’nın, kendi kavmi İsrailoğuları tarafından yalanlanmamasıdır. Onu kendi kavmi olmayan başka bir kavim -ki Kıbtîler idi- yalanladı. Onda bir şey daha var: Sanki şöyle denilmiş gibi oldu: Her kavmin kendi peygamberlerini yalanladıkları zikredildikten sonra ayetlerinin açıklığı ve mucizelerinin büyüklüğüne rağmen Musa bile yalanlandı. Hal böyle iken diğerleri hakkında zannın ne ola ki?! (Keşşâf)
Ayette Hz. Musa hakkında üslûp değiştirilip “Musa da yalanlanmıştı” denilmesi, Hz. Musa'nın kavmi İsrailoğulları olup onlar ise kendisini yalanlamadıkları, kendisini yalanlayanların Kıbtîler oldukları için değildir. Çünkü İsrailoğulları da defalarca kendisini yalanlamışlardı. Nitekim “Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz!” gibi ayet-i kerimelerde bu husus anlatılmaktadır. Hayır! Hz. Musa hakkında bu değişik ifadenin kullanılması şu gerçeği, bildirmek içindir: Onların Hz. Musa'yı yalanlamaları son derece çirkin idi. Zira onun mucizeleri gayet açık idi. (Ebüssuûd)
فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ
فَ , istînâfiyyedir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir.
Muzâfun ileyhi mahzuf izafet terkibindeki نَك۪يرِ, nakıs fiil كَانَ ’nin muahhar ismidir. Bu, takdim-tehir sanatıdır.
Sübut ve istimrar ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tevbih ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
نَك۪يرِ ifadesinde muzâfun ileyhin fasılaya riayet için hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Konunun önemi nedeniyle önceki ayetteki Allah lafzından bu ayette mütekellim zamirine iltifat edilmiştir.
Cenab-ı Hakk'ın (Bak), [Benim inkârım nasılmış?] ifadesi, bir istifham-ı takriri olup Benim onlara, münker (yani akıllarına hiç gelmeyecek tarzda) azap etmem nasılmış görsünler. Bu kesin olarak meydana gelmeyecek midir? Tabii ki meydana gelecekti. Ben onlara olan nimetimi nikmete (cezaya), kesreti (çokluğu) kıllete, hayatı memata (ölüme), mamurluğu harabeye çeviremem mi? (Elbette çeviririm). (Fahreddin er-Râzî)
نَك۪ي, inkâr ve tağyir anlamındadır. Bu, içinde bulundukları nimeti sıkıntıya, hayatı helake, bayındırlığı da yıkıma çevirme hasebiyledir. (Keşşâf)فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَكَأَيِّنْ | niceleri vardır |
|
2 | مِنْ | -den |
|
3 | قَرْيَةٍ | kentler- |
|
4 | أَهْلَكْنَاهَا | helak ettiğimiz |
|
5 | وَهِيَ | o |
|
6 | ظَالِمَةٌ | zulmederken |
|
7 | فَهِيَ | ve o |
|
8 | خَاوِيَةٌ | çökmüştür |
|
9 | عَلَىٰ | üstüne |
|
10 | عُرُوشِهَا | tavanları |
|
11 | وَبِئْرٍ | ve kuyu |
|
12 | مُعَطَّلَةٍ | kullanılmaz olmuştur |
|
13 | وَقَصْرٍ | ve saraylar |
|
14 | مَشِيدٍ | sağlam |
|
Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44).
Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288).
47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184).
Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar:
Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4).
Atale عطل : عَطَلٌ bir ziynet, süs veya meşgaleden yoksun olmaktır. Tef'il babındaki عَطَّلَ formu âtıl bırakmak anlamına gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir defa isim, bir defa da fiil olarak sadece 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri âtıl, atâlet, tatil ve muattaldır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
İsim cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. كَاَيِّنْ sükun üzere mebni, mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ قَرْيَةٍ car mecruru كَاَيِّنْ ’nin temyizi olup mahallen mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَهْلَكْنَاهَا cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَهْلَكْنَاهَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَهِيَ ظَالِمَةٌ cümlesi اَهْلَكْنَاهَا ’deki zamirin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ظَالِمَةٌ haber olup lafzen merfûdur.
هِيَ ظَالِمَةٌ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. خَاوِيَةٌ haber olup lafzen merfûdur.
عَلٰى عُرُوشِهَا car mecruru خَاوِيَةٌ ’a mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِئْرٍ atıf harfi و ’la قَرْيَةٍ ’e matuftur. مُعَطَّـلَةٍ kelimesi بِئْرٍ ’in sıfat olup kesra ile mecrurdur.
قَصْرٍ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. مَش۪يدٍ kelimesi قَصْرٍ ’in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
اَهْلَكْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi هلك’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
ظَالِمَةٌ sülasi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
خَاوِيَةٌ sülasi mücerredi خوي olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُعَطَّـلَةٍ kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef ‘il babının ism-i mef’ûludur.
مَش۪يدٍ kelimesi, sülasi mücerredi شيد olan fiilin ism-i mef’ûludur.
فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
فَ , istînâfiyyedir. İlk cümle olan فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَاَيِّنْ mübteda olarak mahallen merfûdur. Haberi اَهْلَكْنَاهَا cümlesidir. كَاَيِّنْ ’in hazf edilmiş bir fiilin mef’ûlü olmasına da cevaz vardır.
Ayet-i kerîme’de geçen كَاَيِّنْ lafzı, كم manasındadır. Bu kelime, teşbih edatı ك ile sayıda çokluk ifade eden tenvinli اىّ kelimesinden meydana gelir. Bu kelime; devamlı cümle başında bulunan, temyize muhtaç olarak müphem halde gelen, temyizi çoğunlukla من harf-i ceri ile yapılan mebni bir kelimedir. (Süyûtî, el-İtkan, c. 1, s. 463)
وَهِيَ ظَالِمَةٌ cümlesi اَهْلَكْنَا ’daki zamirden nasb konumda haldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsned, ism-i fail kalıbında gelerek sübut ve süreklilik ifade etmiştir.
“Biz, çok sayıda memleketi ve halkını helak etmişizdir.” Bu cümle, “işte Benim inkârım nasılmış!” cümlesinin izahı mahiyetindedir. (Ebüssuûd)
هِيَ ظَالِمَةٌ ibaresinde, mecazî isnad vardır. Bu ifadede kastedilen, o şehirde yaşayan insanların zalim olduklarıdır. فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا ibaresi de aynı şekilde mecazî isnaddır. Helak edilen karyedeki insanlardır.
Aynı üslupta gelen …فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا cümlesi …اَهْلَكْنَاهَا cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اَمْلَيْتُ - اَهْلَكْنَاهَا kelimeleri arasında müfred cemi olarak güzel bir iltifat sanatı vardır.
Sıfat olan مُعَطَّـلَةٍ ve مَش۪يدٍ kelimeleri, mevsûflarının sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
عُرُوشِهَا ’ya matuf olan بِئْرٍ ve قَصْرٍ kelimelerindeki tenvin nev ve kesret ifadesi içindir.
İnsanın üzerini örten ev çatısı, çadır, gölgelik, asma gibi yüksekçe her şeye عرشِ denir.
خَاوِيَةٌ düşen anlamındadır ve yıldızın düşmesini ifade için kullanılan خوى النجم tabirinden alınmıştır. Ya da evde yaşayan kimse kalmadığı zaman خوى المنزل denmesinden hareketle “hālî, boş” anlamındadır. Gebenin karnının boş olduğunu ifade için خوى بطن الحامل denmesi de yine bu manadadır. (Keşşâf)
عَلٰى عُرُوشِهَا car mecruru, خَاوِيَةٌ kelimesine mütealliktir; o takdirde mana şöyle olur: Kentler(deki binalar) çatılarının üzerine çökmüş haldedir. Yani önce çatıları yere kapaklanmış, sonra yavaş yavaş duvarları çökmüş ve binalar çatıların üzerine düşmüştür. Yahut çatıları, olduğu gibi salimen kaldığı halde binalar çökmüş veya halî/bomboş kalmıştır. فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا (Binalar boştur, çatıları da üzerindedir) yani ayaktadır ve çatılarına bakmaktadır. Şu manada ki; çatılar zemine çökmüş ve duvarlar gibi yere yerleşir hale gelmiş, duvarlar da yere kapanan çatıların üzerine düşmek üzere meyletmeye yüz tutmuş haldedir; bu haliyle duvarlar çatıya yukarıdan bakmaktadır. (Keşşâf)
مُعَطَّـلَةٍ ’nin manası şudur: O kuyu içinde su tutabilecek bir biçimde sağlam ve kendisinden su içilebilir bir halde olduğu halde o beldenin halkı helak olduğu için suyundan istifade edilmez halde kalmıştır.
مَش۪يدٍ ; O sarayların yapılırken harcına kireç katılarak sağlamlaştırılmıştır, demektir. Çünkü kireçle yapılan yapılar, “şeyd” adını alır.
Allah binbir güçlükle yaptıkları ve su içtikleri kuyuları da içeni ve su çekeni kalmayacak şekilde atıl bırakmıştır. Yine kireçle sağlamlaştırıp kat kat yükselttikleri o köşklerini de içlerinde oturan hiç kimse kalmamış, ıpıssız ve ama ortada dimdik olarak bırakmıştır. Böylece Cenab-ı Hakk bütün bunları ders alabilen ve düşünebilen kimseler için bir ibret kılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)
اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفَلَمْ | hiç |
|
2 | يَسِيرُوا | gezmediler mi? |
|
3 | فِي |
|
|
4 | الْأَرْضِ | yer yüzünde |
|
5 | فَتَكُونَ | olsun |
|
6 | لَهُمْ | onların |
|
7 | قُلُوبٌ | kalbleri |
|
8 | يَعْقِلُونَ | düşünecekleri |
|
9 | بِهَا | onunla |
|
10 | أَوْ | veyahut |
|
11 | اذَانٌ | kulakları |
|
12 | يَسْمَعُونَ | işitecekleri |
|
13 | بِهَا | onunla |
|
14 | فَإِنَّهَا | zira |
|
15 | لَا |
|
|
16 | تَعْمَى | kör olmaz |
|
17 | الْأَبْصَارُ | gözler |
|
18 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
19 | تَعْمَى | kör olur |
|
20 | الْقُلُوبُ | kalbler |
|
21 | الَّتِي |
|
|
22 | فِي | içindeki |
|
23 | الصُّدُورِ | göğüsler |
|
اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ
Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَس۪يرُوا fiili, ن ’un hazfiyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
فِي الْاَرْضِ car mecruru يَس۪يرُوا fiiline mütealliktir.
فَ fâ-u sebebiyyedir. Muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren harftir.Fâ-i sebebiyyeden önce nefy, talep bulunması gerekir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri, أثمّة سير في الأرض فوجود قلوب عاقلة (Yeryüzünde yürümek yoktur ki akleden kalpler olsun) şeklindedir.
تَكُونَ fiili نَ ’un fethasıyla mansub muzari fiildir. لَهُمْ car mecruru تَكُونَ ’nin mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
قُلُوبٌ kelimesi تَكُونَ ’nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur. يَعْقِلُونَ fiii, قُلُوبٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْقِلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. بِهَٓا car mecruru يَعْقِلُونَ fiiline mütealliktir.
اٰذَانٌ atıf harfi اَوْ ile الْقُلُوبُ ’ya matuftur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْمَعُونَ fiil cümlesi اٰذَانٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
يَسْمَعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. بِهَٓا car mecruru يَسْمَعُونَ fiiline müteallıktır.
فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ
İsim cümlesidir. فَ ta’liliyyedir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هَا muttasıl zamir اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَعْمَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. الْاَبْصَارُ fail olup lafzen merfûdur.
لٰكِنْ istidrak harfidir, لٰكِنّ ’den muhaffefedir. İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَعْمَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
الْقُلُوبُ fail olup lafzen merfûdur. الَّت۪ي müfred müennes has ism-i mevsûl, الْقُلُوبُ ’nun sıfatı olarak mahallen merfûdur.
فِي الصُّدُورِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir.
اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ
Fasılla gelen ayette فَ, istînâfiyyedir. Hemze istifham harfidir. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle emir ve ikaz manası taşımaktadır. Mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Fa-i sebebiyye’nin dahil olduğu cümle masdar teviliyle, cümlenin öncesindeki masdar anlamına matuftur. كَانَ ’nin dahil olduğu masdar-ı müevvel, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَعْقِلُونَ بِهَٓا cümlesi قُلُوبٌ için يَسْمَعُونَ بِهَاۚ cümlesi ise اٰذَانٌ için sıfattır. Fiillerin müspet muzari sıygada gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فَ sebep bildirir. Muzari fiili gizli bir أَنْ ’le nasb eden harftir. Fa-i-sebebiyye’nin muzari fiili gizli bir أَنْ ’le nasbetmesi için önce nefy (olumsuzluk) veya taleb (emir, nehy, soru) bulunması gerekir.
قُلُوبٌ ve اٰذَانٌ kelimelerindeki tenvin, tahkir ifade eder.
Bu ayet, helak edilenlerin yere serildikleri mekânları görüp ibret almaları için onları seyahate teşvik etmektedir. Onlar her ne kadar seyahat etmişlerse de ibret için seyahat etmedikleri için seyahat etmemiş sayılırlar. Yani onlar niçin gafil kalıp yeryüzünde dolaşmamışlar ki görecekleri ibret ve basiret vesilesi olacak şeyleri görmek sebebiyle düşünülmesi gereken tevhidi düşünsünler ve işitmeleri gereken vahyi yahut helak edilmiş olan ümmetlerin çevrelerinde bulunan insanlardan onların haberlerini işitsinler. Zira bu insanlar, onların hallerini kendilerinden daha iyi bilirler. (Ebüssuûd)
فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ
فَ ta’liliyedir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Müsned olan لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ, menfi muzari sıygada cümle olarak gelmiştir. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَتَكُونَ لَهم قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِها cümlesinin cevabı niteliğindeki bu cümlede هَا, sonraki لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ cümlesiyle açıklanan şan zamiridir. (Âşûr)
Istidrak harfinin dahil olduğu وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ cümlesi اِنَّ ’nin haberine matuftur. Atıf sebebi tezattır.
الْقُلُوبُ için sıfat konumundaki has ism-i mevsul الَّت۪ي ’nin sılası mahzuftur. فِي الصُّدُورِ, mahzuf sılaya müteallıktır.
Marife bir isimden sonra gelen ismi mevsuller o kelimenin sıfatı olurlar.
لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ cümlesi ile وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اٰذَانٌ - يَسْمَعُونَ ve تَعْمَى - الْاَبْصَارُ ve قُلُوبٌ - اٰذَانٌ - الْاَبْصَارُ - الصُّدُورِ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لَا تَعْمَى - تَعْمَى kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
قُلُوبٌ , تَعْمَى kelimelerinin tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetin son cümlesinde medhe benzeyen şeyle zemmi tekid üslubu kullanılmıştır.
Müsnedün ileyh; şan zamiri olarak da gelebilir. Bu durumda, garabete delalet eder. Bu durumda muhatap bundan sonra gelen şeyi merak eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zamirlerin müzekkerine şan zamiri; müennesine kıssa zamiri denir. Bunların ait olduğu bir mercî yoktur. Muhatap bu zamirleri işitince arkasından ne geleceğini merak eder ve kulak kesilir. Araplar bu üslûbu çok önemli hallerde kullanır. Böylece arkadan zikredilen konu zihinde daha kolay yerleşir. Bu ayet-i kerime şan zamiri olmadan فَاِنَّ الْاَبْصَارُ لَا تَعْمَى şeklinde gelseydi bu etkiyi göstermezdi. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette “göğüs” kelimesinın zikredilmesi, tekid için mecazî ifade olmadığını belirtmek için ve gerçek körlüğün, göz körlüğü olmadığına daha fazla dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)
تَعْمَى الْقُلُوبُ ifadesinde istiare vardır. Çünkü bununla kastedilen, kalbin (aklın) bilgiye götüren delilleri düşünmeyi ihmal etmesidir. Bu tabir, مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى [Kalp gördüğünü yalanlamadı. (Necm Suresi, 11)] ayetinde geçen kalbin görmesi ifadesinin karşıtıdır. Şu halde kalp (akıl) eşyayı ayan beyan bildiğinde görme ile nitelendiğine göre gafleti ve dalgınlığı halinde de körlük ve sapkınlıkla nitelenmesi caiz olur. Burada kalpler, gözler konumunda ifade edilmiştir. Çünkü görülürlere gözlerle ulaşıldığı gibi bilinirlere de kalplerle ulaşılır ve yine Arapların kelamında görmek anlamındaki rüyet, bilmek yani ilim anlamına da gelir.
Söz konusu kıssa zamirinin ait olabileceği herhangi bir açık isim yoktur. Bu da ayetin başında anlamın kapalı olmasını, bu yüzden muhatabın zamirden sonraki kısma odaklanarak ayeti anlamaya çalışmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla zahiren durumun gereğine uygun görünmeyen ayetin, muhatabın dikkatini çekme amacı göz önüne alındığında muktezâ-i hale uygun olduğu görülmektedir.
İbni Âşûr ayetteki ibareyi insan vücudunun biyolojik mekanizmasındaki işleyişten hareketle açıklamaktadır. Ona göre kalpler kelimesi mecaz-ı mürsel yoluyla aklın bölümlerine ıtlak edilmiştir. Çünkü kalp, insanın yaşaması için hayatî önem taşıyan organlara kan pompalamaktadır. Bu organlardan en önemlisi de aklın uzvu olan beyindir (dimâğ). Bu nedenle akletmenin tek aracı beyin olmasına rağmen Yüce Allah bu kuvveyi kalpler lafzına isnad etmektedir.
İbni Âşûr, ayet-i kerimedeki الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ ıtnâb olup olmamasıyla alakalı herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak kalpler, akletme ve beyin üzerine yaptığı değerlendirmeler bu ibarenin kastedilen aslî mananın yerine gelmesi için zorunlu bir kayıt olduğu ihtimalini akla getirmektedir.
Bu ayette istiare veya mesel kullanılmaksızın kalbin yerinin “göğüste bulunan” sıla cümlesiyle tespit edilmesi, anlatıma kattığı güçlü duygusal etkinin yanında, körlüğün asıl mekânının kalp olduğunu çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. (İbrahim Kara, Abdurrahman Hasan Habenneke El-Meydânî ve Belâgat İlmine Katkıları)
Bu ayetin burada zikredilme maksadı daha iyi ibret almanın ne ile olacağını anlatmaktır. Çünkü ibret almada, bizzat görmenin önemli bir yeri vardır. Bu husustaki haberleri duyup dinlemenin de ibret almada tesiri vardır. Fakat bu iki husus yani hem görme hem duyma, ancak kalbin düşünmesi ile birlikte olursa mükemmel ve tam olur. Çünkü görüp duyup da ama düşünüp ibret almazsa görüp-duyduğundan kesinlikle ibret alamaz. Ama duydukları-gördükleri şeyler üzerinde düşünürse mutlaka istifade eder. İşte bundan ötürü Cenab-ı Hakk [Hakikat şudur ki: Yalnız (maddi) gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalpler kör olur.] buyurmuştur. Buna göre o sanki şöyle demektedir: “Onların gözlerinde bir körlük yoktur. Çünkü onların gözü görüyor. Fakat körlük onların kalplerindedir. Zira onlar gördüklerinden istifade etmiyor, ders ve ibret almıyorlar.” (Fahreddin er-Râzî)
Kalp, bazen düşünmekten kinaye (mecaz) kılınır. Bu mesela: Cenab-ı Hakk'ın [Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimseler için bir öğüt (ibret alınacak birşey) vardır. (Kaf Suresi, 37)] ayetinde olduğu gibidir. Bazı kimselere göre tefekkürün (düşünmenin) yeri beyindir. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, tefekkürün yerinin beyin değil kalp (göğüs) olduğunu beyan etmiştir. “Düşünecek kalpler” ifadesi ile ilim kastedilmiş olup “böylece (bununla) düşünecek” ifadesi, kalbin adeta bu düşünmenin aleti olduğuna delalet eder gibidir. Binaenaleyh kalbin, düşünmenin yeri sayılması gerekir. Cahilliğe de körlük denir. Çünkü cahil kimse şaşkın olur. (Fahreddin er-Râzî)