Lokman Sûresi 9. Ayet

خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ  ...

Şüphesiz, iman edip salih amel işleyenler için içlerinde ebedî kalacakları Naîm cennetleri vardır. Allah, (bu konuda) gerçek bir vaadde bulunmuştur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.  (8 - 9. Ayetler Meali)
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 خَالِدِينَ ebedi kalacaklardır خ ل د
2 فِيهَا orada
3 وَعْدَ va’didir و ع د
4 اللَّهِ Allah’ın
5 حَقًّا gerçek ح ق ق
6 وَهُوَ ve O
7 الْعَزِيزُ üstündür ع ز ز
8 الْحَكِيمُ hüküm ve hikmet sahibidir ح ك م
 

خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّۜ 

 

خَالِد۪ينَ  önceki ayetteki  لَهُمْ  zamirinden hal olup nasb alameti  ي dir. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

ف۪يهَا  car mecruru  خَالِد۪ينَ ‘ye mütealliktir. وَعْدَ  mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakı olarak fetha ile mansubdur. Takdiri, وعد ( vadetti.) şeklindedir. 

حَقاًّ  mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakı olarak fetha ile mansubdur. Öncekini te’kid eder.  

Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:

1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.

2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.

3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak  فَعْلَةً  vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.

مَرَّةً  kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اللّٰهِ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

 وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ  haber olup lafzen merfûdur.  الْحَك۪يمُ  ikinci haber olup lafzen merfûdur. 

الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّۜ 

 

Ayet fasılla gelmiştir.  خَالِد۪ينَ , önceki ayetteki  لَهُمْ  zamirinden haldir.

وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّ  istînâf cümlesidir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  وَعْدَ , mahzuf bir fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri,  وعد الله (Allah vadetti)’dir.

حَقاًّ  da aynı şekilde takdiri  حقّ  [Gerçek oldu] olan mahzuf fiilin, önceki manayı tekid eden mef’ûlu mutlakıdır. Mef’ûlu mutlakların amillerinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Bu takdire göre cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.   

وَعْدَ  kelimesinin Allah lafzına izafesi, tazim içindir. Lafza-i celâle izafe, bu vaadin gerçek, mutlak ve mükemmel olduğunun delilidir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّ  [Allah’ın gerçek vaadi olarak] ifadeleri tekid edici iki masdardır; birincisi kendi fiilini, ikincisi başkasını tekid etmektedir; çünkü [onlar için cennetler vardır] sözü, Allah onlara cennetler vadetti, anlamındadır.  حَقاًّۜ  masdarı ise sebat manasına deldlet etmektedir; onunla da vaat manası tekid edilmiş ve (onlar için cennetler vardır) ifadesi her ikisiyle tekid edilmiştir. (Keşşâf) 

 

 وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

 

وَ  atıftır. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Ayet umum ifadesiyle tezyîl cümlesidir. (Âşûr) Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.

Müsned olan  الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟  isimleri marife gelmiştir. Müsnedin  الْ  takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi, s. 218)

Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24) 

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir.  İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

Bu iki sıfat elif-lâm ile marife olarak gelmiş,  عَز۪يزُ -  حَك۪يمٌ  buyurulmamıştır. Böylece bu iki sıfata sahip olan tek zatın O olduğu, hiçbir benzeri olmadığı ifade edilmiştir. Nekre olarak gelseydi bu sıfatlarda benzerinin olduğu ihtimalini taşırdı. Bu açıklamadan sonra niçin aynı surede bu iki ismin nekre olarak da geldiği sorulabilir. Lokman Suresi 27. ayette عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ  şeklinde gelmiştir.

Bu soruya ayetlerin siyakının farklı olduğunu söyleyerek cevap verebiliriz. Önceki ayet, Allah'ın ayetlerini alay konusu edinen kibirliler konusunu takiben gelmiştir. Bu kişiler ve dalalete düşürdükleri kişilerin karşılaşacağı cezalarla tehdit ve bu kişilerin dostlarının başına gelmesine sebep oldukları cezalar zikredilmiş ve bu da bu iki sıfatın marife olmasını gerektirmiştir. Çünkü bu sıfatların sahibi olan zat, bu fiilleri yapan her sınıfı cezalandıracak ve kimse O’na engel olamayacaktır. Böylece hiç kimsenin, O’nun yaptıklarına engel olabilecek başka bir  عَز۪يزُ  ve  حَك۪يمُ  olduğunu zannetmemesi gerekmiştir.

Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında  وَ  olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.

الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ  kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.

Önce gelen  الْعَز۪يزُ  ismini  الْحَك۪يمُ  isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)

Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Bu tekrarlarda ıtnâb, tekrir ve ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, s. 314)

İkinci ayete gelince, ayetin başı şöyledir: وَلَوۡ أَنَّمَا فِی ٱلۡأَرۡضِ مِن شَجَرَةٍ أَقۡلَـٰم وَٱلۡبَحۡرُ یَمُدُّهُۥ مِنۢ بَعۡدِهِۦ سَبۡعَةُ أَبۡحُر مَّا نَفِدَتۡ كَلِمَـٰتُ ٱللَّهِۚ إِنَّ ٱللَّهَ عَزِیزٌ حَكِیم [Eğer yer (yüzün)deki (her bir) ağaç kalemler olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisinden yardım ederek (mürekkep) olsa yine Allah’ın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz ki Allah yegâne galibdir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi 27)] Siyakta Allah'a savaş açanlardan, O'na inat edenlerden bahsedilmemiştir. Dostlarına zafer ve ceza vermekten de bahsedilmemiştir. Dolayısıyla önceki ayette olduğu gibi marife olmasını gerektiren bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla her tabir yerine münasip olarak gelmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi 27, c. 2, s. 401)

Kâfirler için  مُه۪ينٌ  ve  اَل۪يمٍ  bir azap olduğu zikredildikten sonra bunların mukabili olan iman edip salih amel yapanlarla mükâfatları olan naîm cennetlerinden bahsedilmiştir. Dalalette olan alaycı kişilerin karşılaştığı  مُه۪ينٌ  ve  اَل۪يمٍ  bir azaba mukabil olarak zikredilecek en münasip sıfat naîm cennetleridir.  مُه۪ينٌ  ve  اَل۪يمٍ  azabda olanların sahip olduğu hiçbir nimet yoktur. Dolayısıyla bu makamda cennetlerin naîm kelimesine izafe edilmesi çok münasiptir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi 8-9, c. 2, s. 399)