يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يُدَبِّرُ | tedbir eder (indirir) |
|
2 | الْأَمْرَ | emri |
|
3 | مِنَ | -ten |
|
4 | السَّمَاءِ | gök- |
|
5 | إِلَى |
|
|
6 | الْأَرْضِ | yere |
|
7 | ثُمَّ | sonra |
|
8 | يَعْرُجُ | çıkar |
|
9 | إِلَيْهِ | O’na |
|
10 | فِي | içinde |
|
11 | يَوْمٍ | bir gün |
|
12 | كَانَ |
|
|
13 | مِقْدَارُهُ | onun süresi |
|
14 | أَلْفَ | bin |
|
15 | سَنَةٍ | yıldır |
|
16 | مِمَّا |
|
|
17 | تَعُدُّونَ | sizin hesabınızca |
|
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Tefsirlerde 4. âyette “Allah’tan başka şefaatçinin bulunmadığı” ifade edilirken özellikle müşriklerin şu anlayışlarının reddedildiği belirtilir: Putperestlerin bir kısmı “Biz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz; fakat bu putlar gezegenlerin sûreti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destek alıyoruz”; bazıları da “Bunlar meleklerin sûreti olup bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Bu iddiaya karşı âyette Allah’tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefaatçi de olamayacağı bildirilmektedir (Râzî, XXV, 171). Allah şefaat eden değil, katında şefaat edilendir. Ancak, O’nun katında şefaat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izin ve rızâsıyla şefaat edebileceklerdir (şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
7. âyette geçen Cenâb-ı Allah’ın yarattığı her şeyi güzel kıldığına ilişkin ifadeyi Zemahşerî şöyle açıklar: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir; güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilebilirse de bütün yaratılmışlar güzeldir. “Güzel yapma”anlamına gelen ahsene fiilinin Arapça’daki bazı özel kullanımlarından hareketle bu cümleyi, “Her bir şeyi nasıl yaratacağını çok iyi bilir” şeklinde anlayanlar da olmuştur (III, 219). Bu ifade için yapılan diğer bazı yorumlar şöyledir: a) Allah gerek güzel gerekse çirkin her şeyi yaratmakla mükemmel bir sanat ortaya koymuştur; b) Her şeyi uygun biçimde ve yerli yerince yaratmıştır; c) Yarattığı her şeye, muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş yani onları fonksiyonlarına uygun biçimde programlamıştır (Taberî, XXI, 94; İbn Ebû Hâtim, IX, 3104).
“... Ve ruhundan ona üflemiş” ifadesinde insana verildiği bildirilen ruha, “Allah’ın ruhu” demek, Kâbe’ye “Allah’ın evi”, kula “Allah’ın kulu” demek gibidir. Bu ifade onların önemli, değerli, özel ve şerefli olduklarını gösterir. Bunların, Allah’ın bir parçası, içinde oturduğu evi, hizmetinde kullandığı kölesi diye anlaşılması O’nun zat ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere ters düşer.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 349-350
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Cümle 4. ayette geçen اَللّٰهُ lafza-i celâlinin haberi olarak mahallen merfûdur.
يُدَبِّرُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri, هو ’dir. الْاَمْرَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru يُدَبِّرُ fiiline mütealliktir. اِلَى الْاَرْضِ car mecruru يُدَبِّرُ fiiline mütealliktir.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْرُجُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. اِلَيْهِ car mecruru يَعْرُجُ fiiline mütealliktir. ف۪ي يَوْمٍ car mecruru يَعْرُجُ fiiline mütealliktir.
كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ cümlesi يَوْمٍ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كان nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
مِقْدَارُهُٓ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَلْفَ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup fetha ile mansubdur. سَنَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ماَ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harfi ceriyle birlikte اَلْفَ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَعُدُّونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
تَعُدُّونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ cümlesi önceki ayette mübteda olan lafz-ı celal için diğer bir haberdir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
Sülasisi دبر olan يُدَبِّرُ fiili, تفعيل bâbındadır. Bu babın fiile kattığı en belirgin anlam kesrettir.
Düzenlemenin, gökte ve yerde olmak üzere sayılması taksim sanatıdır.
السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı sanatları vardır.
الْاَمْرَ ’deki elif-lam takısı istiğrak içindir.
الْاَمْرَ (her işi) ifadesi emredilen yani taatlere ve salih amellere ilişkin emrolunmuş olan hususlar anlamında olup Allah Teâlâ bunları gökten yeryüzüne tedbir edilmiş olarak indirmektedir. Ne var ki onunla amel edilmiyor ve emrolunan bu şey hâlisâne bir şekilde O’nun katına, bizzat O’nun irade ettiği ve razı olduğu şekilde yükselemiyor. (Keşşaf)
ثُمَّ atıf harfi ile öncesine atfedilen ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
ثُمَّ rütbeten terahi içindir. Çünkü eşyanın ondan çıktıktan sonra tekrar O’nun emrine verilmesi daha büyük ve etkileyicidir. (Âşûr)
كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Fasılla gelen كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ cümlesi, يَوْمٍ için sıfattır. Fasıl sebebi, kemâl-i ittisâldir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Müşterek ismi mevsul ماَ , cer mahallinde olup başındaki harfi cerle birlikte اَلْفَ سَنَةٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Mevsulün mübhem yapısı nedeniyle hep kendisini takibeden sılası تَعُدُّونَ , müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Sonra o iş ona çıkar yani ona yükselir ve ilminde mevcut hale gelir süresi sizin saydıklarınızdan bin sene olan bir günde ona yükselir. Uzun bir zaman aralığında demektir. Bundan da idare ile işin gerçeklemesi arasında geçen zamanın uzunluğu kast edilmiştir. (Beyzâvî)
اَلْفَ - مِقْدَارُ - تَعُدُّونَ ve سَنَةٍ - يَوْمٍ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bir günde ki bazıları bunu yalnız “urûc”a bağlamışlarsa da tercih edilen hem يُدَبِّرُ hem يَعْرُجُ fiillerinin ikisine birden tenâzu' yoluyla taallukudur. Yani o emrin inmesi ve çıkması öyle bir günde, o kadar bir zamanda olur ki miktarı sizin saydıklarınızdan bin sene eder. Demek ki Allah'ın bir iradesinin hükmü olan bir emir, bir iş, bir olay bazen böyle bin senelik bir devir ile biter. Onun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder. Onun için “gökleri ve yeri altı günde yarattı” denildiği zaman o günleri rastgele günler zannetmemelidir. Meâric Suresi 4. ayette geleceği üzere bunun elli bin sene edeni de vardır. Demek ki bin sene denilmesi örnek yoluyladır. Yahut bazı tefsircilerin dedikleri gibi “bin” tabiri uzun bir zamandan kinâyedir. Dolayısıyla daha az ve daha çok olmasına engel değildir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
ألْفَ kelimesi zor ve çok zamandan kinaye olabilir. (Âşûr)