بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
الٓـمٓ۠
الٓـمٓ۠
الٓـمٓ۠ Hurûf-u mukattaâ harfleridir.
الٓـمٓ۠
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, Yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ ف۪يهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ ف۪يهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ
İsim cümlesidir. تَنْز۪يلُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَٓا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. رَيْبَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. ف۪يهِ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine mütealliktir. مِنْ رَبِّ car mecruru تَنْز۪يلُ’un mahzuf haberine mütealliktir. الْعَالَم۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti kesradır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
الْعَالَم۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan fiilinin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ ف۪يهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ
Sûrenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ, veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelmiştir.
Müsnedün ileyhin izâfetle marife olması; muzâfun ileyhi tazim etmektedir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ car-mecruru, mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
İtiraziyye olan لَا رَيْبَ ف۪يهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ cümlesi, cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. رَيْبَ , ismidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car-mecrur ف۪يهِ , cinsini nefyeden لَا ’nın mahzuf haberine mütealliktir.
رَبِّ lafzının الْعَالَم۪ينَۜ ’ye muzaf olması alemlere tazim ve teşrif ifade eder.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ’dan رَبُّ الْعَالَم۪ينَ şeklinde bahsedilmesi; her tür mahlukatın maliki olması dolayısıyla azametine işaret eder. (Âşûr, Mutaffifin Suresi 5)
تَنْز۪يلُ lafzı mübteda olarak ref ile gelmiştir. Haberi ise لَا رَيْبَ ف۪يهِ ibaresidir. Yahut da bu bir mübteda takdiri ile haberdir. Yani [Bu (kitabın) indirilmesidir] veya [Okunan... indirilmiş...tir] ya da [Bu harfler indirilmiştir] takdirinde olur. Nitekim الٓـمٓ۠ de harflerin söz konusu edildiğine delildir. Diğer taraftan لَا رَيْبَ ف۪يهِ cümlesinin kitaptan hal konumunda olması da mümkündür. (Kurtubî)
مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ de, ف۪يهِ ’deki zamirden hal olur. Çünkü mastar haberden sonrasında amel edemez. Bunun ikinci haber olup لَا رَيْبَ ف۪يهِ ’nin kitaptan hal olması da caizdir ya da itiraziyedir, ondaki zamir de cümleden anlaşılan şeye racidir. (Beyzâvî)
Allah Teâlâ önceki surede, bir oluşunun delillerinden bahsedip diğer bir esas olan haşri (kıyameti) ele alarak o sureyi bu iki esastan bahsederek bitirince, bu surede ise risalet (peygamberlik) esasını anlatarak başlamış ve “Elif, Lâm, Mîm. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan bu kitabın indirilmesi âlemlerin Rabbindendir” buyurmuştur. (Fahreddin er-Razi)
Sure; sübut ve devama delalet eden isim cümlesiyle başlamıştır. Müsnedün ileyh izafetle gelmiş, arkasından bir itiraz cümlesi gelmiş böylece haber için merak uyandırılmıştır.
اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۚ بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَمْ | yoksa? |
|
2 | يَقُولُونَ | diyorlar- |
|
3 | افْتَرَاهُ | onu uydurdu |
|
4 | بَلْ | hayır |
|
5 | هُوَ | o |
|
6 | الْحَقُّ | gerçektir |
|
7 | مِنْ | tarafından |
|
8 | رَبِّكَ | Rabbin |
|
9 | لِتُنْذِرَ | uyarman için |
|
10 | قَوْمًا | bir kavmi |
|
11 | مَا |
|
|
12 | أَتَاهُمْ | kendilerine gelmeyen |
|
13 | مِنْ | hiçbir |
|
14 | نَذِيرٍ | uyarıcı |
|
15 | مِنْ |
|
|
16 | قَبْلِكَ | senden önce |
|
17 | لَعَلَّهُمْ | umuduyla |
|
18 | يَهْتَدُونَ | doğru yola gelirler |
|
اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۚ
اَمْ munkatıadır. Yani بَلْ ve hemze manasındadır. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini tayin ve tercih etmesini zorunlu kılar. Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır: Muttasıl اَمْ , Munkatı اَمْ (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَقُولُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli, افْتَرٰيهُ ’dur. يَقُولُونَ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
افْتَرٰي elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir هُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
افْتَرٰيهُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi فري ’dır.
İftial babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
بَلْ idrab ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrab denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْحَقُّ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. مِنْ رَبِّكَ car mecruru الْحَقُّ ’ya mütealliktir.
لِ harfi, نَصْرِفَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf fiiline mütealliktir. Takdiri, أنزلناه (onu indirdik) şeklindedir.
تُنْذِرَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. قَوْماً mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ cümlesi قَوْماً ’ın sıfatı olarak mahallen mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَٓا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَتٰيهُمْ fiili ى üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ harfi cerri zaiddir. نَذ۪يرٍ lafzen mecrur, fail olarak mahallen merfûdur. مِنْ قَبْلِكَ car mecruru اَتٰيهُمْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.
Tereccî, husûlü arzu edilen ve sevilen, imkân dahilinde olan bir şeyin istenmesidir.
هُمْ muttasıl zamiri لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. يَهْتَدُونَ fiili, لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَهْتَدُونَ fiili نَ ’un sübutu ile merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
يَهْتَدُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi هدى ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۚ
İstinafiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اَمْ munkatı’dır yani بَلْ ve hemze manasındadır. Buradaki hemze inkâri manadadır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen tevbih ve takrir amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt ve istimrar ifade eden يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli olan افْتَرٰيهُۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْماً
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. بَلْ , idrâb harfidir. İntikal için gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
الْحَقُّ kelimesindeki harf-i tarif cins içindir. Müsnedin cins ifade eden الْ takısıyla gelmesi, müsnedün ileyhte bu cinsin kemal derecede olduğunu belirtmesi yanında kasr ifade eder. Mübalağa ifade eden kasr, iddiaîdir. (Âşûr)
Mübteda ve haber arasındaki kasır, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. هُوَ mevsûf/maksûr, الْحَقُّ sıfat/maksurun aleyhtir. Kasr, iki tekid mesabesindedir. Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مِنْ رَبِّكَ car-mecruru, الْحَقُّ ’nun mahzuf haline mütealliktir.
Veciz anlatım kastıyla gelen, رَبِّكَ izafetinde Rabb ismine muzafun ileyh olan muhatab zamiri dolayısıyla Hz. Peygamber şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca bu izafet, Allah’ın rububiyet vasfıyla ona destek olduğunun işaretidir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Sebep bildiren لِ ’nın gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِتُنْذِرَ قَوْماً cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde başındaki lam ile birlikte takdiri أنزلناه [Onu indirdik] olan fiile mütealliktir.
افْتَرٰيهُۚ - الْحَقُّ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafiy sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için رَبِّ isminde tecrid sanatı vardır.
قَوْماً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
بَلْ atıf harfidir. Kendisinden sonra cümle geldiğinde idrâb harfi olur. İdrâbın manası bazen mukabilinin -kendinden öncekinin- hükmünü iptal, bazen de bir manadan diğerine intikaldir. (İtkan, s. 437) Bu ayette idrâb harfidir. Önceki cümlenin hükmünü iptal etmek için gelmiştir.
بَلْ atıf edatlarından biridir. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, matufu sadece îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
“Kendilerine hiçbir uyarıcı gelmedi.” denilmesi, [Ey kitap ehli, peygamberlerin bulunmadığı bir zamanda size (ayetlerimizi) açıklayan peygamberimiz gelmiştir. (Maide Suresi, 19)] ayetinin ifadesince fetret zamanına (peygamber bulunmayan devre) işaret olmuş olur. (Fahreddin er-Razi)
مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ
قَوْماً için sıfat olan cümlenin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Sıfatlar anlamı zenginleştirmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
نَذ۪يرٍ lafzen mecrur, mahallen merfudur. مِنْ harfi ceri zaidtir. مِنْ قَبْلِكَ car-mecruru, نَذ۪يرٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.
نَذ۪يرٍ ’deki tenvin, tazim ve kesret ifade eder.
لِتُنْذِرَ - نَذ۪يرٍ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Kelamın nazmı Kur'an’ın mucizeliğine işaret etmiş, sonra da arkasından onun alemlerin Rabbi tarafından indirildiğini bildirmiştir. Bunu da onda şüphe olmaması ile tespit etmiştir. Sonra da bundan da dönmüş, onu reddetmek ve şaşmamızı istemek için buna ters olarak dedikleri şeye geçmiştir. Çünkü em edât-ı munkatıadır (yukarıdan alakayı kesmek içindir). Sonra bundan da dönmüş, onun Allah'tan indirilen hak olduğunu ispata geçmiştir. İndirilmesinden kast edilen şeyi de senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi ikaz etmen için demekle açıklamıştır. (Beyzâvî)
لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Vukuu mümkün durumlarda kullanılan tereccî harfi لَعَلَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, gayrı talebî işaî isnaddır.
لَعَلَّ ’nin haberi olan يَهْتَدُونَ ’nin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
“Umulur ki” anlamında olan لَعَلَّ, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
لَعَلَّ gerçek kullanımında ümit ve beklenti tesis etmek içindir. Bazen mecâz-ı mürsel yoluyla inkâr ve tahzir (sakındırma) manasında da kullanılabilmektedir. (Âşûr, Bakara Suresi 21)
لَعَلَّ kelimesi ihtimal ilişkisi kurar. َTevakku anlamı da vardır. Tevakku istenilen bir şeyin gerçekleşmesini ummak/beklemek, istenmeyen bir şeyden de endişe duymaktır.
لَعَلَّ ’nin ifade ettiği ihtimal, bir şeyin gerçekleşmesiyle gerçekleşmemesinin eşit olması durumudur. el-Mâleki İbn Hişâm gibi bazı nahivciler buna tevakku demektedirler. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Ayetteki hidayete ersinler diye ifadesiyle bildirilen umut, Peygamberimiz cihetinden itibar edilmektedir. Yani onların hidayetini umarak kendilerini uyarman için... demektir. (Ebüssuûd)
لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ [Belki hidayet bulurlar] ifadesi ile ilgili iki açıklama vardır: Birincisi, bunun Hz. Peygamberin (s.a.) umması olmasıdır ki aynen لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ [Belki ders çıkartır. (TāHâ Suresi, 44)] ifadesinin Hz. Musa ve Harun’a ait bir umma olması gibidir. Umma ifadesi istiâre olarak “irade” anlamında kullanılmış da olabilir [yani “hidayet bulmalarını isteyerek”]. (Keşşâf)
لَعَلَّ hidayete ermelerini istemek ve bu istekteki hırs manasında müstear olmuştur. (Âşûr)اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَف۪يعٍۜ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah |
|
2 | الَّذِي | ki |
|
3 | خَلَقَ | yarattı |
|
4 | السَّمَاوَاتِ | gökleri |
|
5 | وَالْأَرْضَ | ve yeri |
|
6 | وَمَا | ve |
|
7 | بَيْنَهُمَا | bunlar arasındakileri |
|
8 | فِي |
|
|
9 | سِتَّةِ | altı |
|
10 | أَيَّامٍ | günde |
|
11 | ثُمَّ | sonra |
|
12 | اسْتَوَىٰ | istiva etti |
|
13 | عَلَى | üzerine |
|
14 | الْعَرْشِ | Arş |
|
15 | مَا | yoktur |
|
16 | لَكُمْ | sizin |
|
17 | مِنْ |
|
|
18 | دُونِهِ | O’ndan başka |
|
19 | مِنْ | hiçbir |
|
20 | وَلِيٍّ | dostunuz |
|
21 | وَلَا | ve yoktur |
|
22 | شَفِيعٍ | şefa’atçiniz |
|
23 | أَفَلَا |
|
|
24 | تَتَذَكَّرُونَ | düşünüp öğüt almıyor musunuz? |
|
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Tefsirlerde 4. âyette “Allah’tan başka şefaatçinin bulunmadığı” ifade edilirken özellikle müşriklerin şu anlayışlarının reddedildiği belirtilir: Putperestlerin bir kısmı “Biz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz; fakat bu putlar gezegenlerin sûreti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destek alıyoruz”; bazıları da “Bunlar meleklerin sûreti olup bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Bu iddiaya karşı âyette Allah’tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefaatçi de olamayacağı bildirilmektedir (Râzî, XXV, 171). Allah şefaat eden değil, katında şefaat edilendir. Ancak, O’nun katında şefaat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izin ve rızâsıyla şefaat edebileceklerdir (şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
7. âyette geçen Cenâb-ı Allah’ın yarattığı her şeyi güzel kıldığına ilişkin ifadeyi Zemahşerî şöyle açıklar: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir; güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilebilirse de bütün yaratılmışlar güzeldir. “Güzel yapma”anlamına gelen ahsene fiilinin Arapça’daki bazı özel kullanımlarından hareketle bu cümleyi, “Her bir şeyi nasıl yaratacağını çok iyi bilir” şeklinde anlayanlar da olmuştur (III, 219). Bu ifade için yapılan diğer bazı yorumlar şöyledir: a) Allah gerek güzel gerekse çirkin her şeyi yaratmakla mükemmel bir sanat ortaya koymuştur; b) Her şeyi uygun biçimde ve yerli yerince yaratmıştır; c) Yarattığı her şeye, muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş yani onları fonksiyonlarına uygun biçimde programlamıştır (Taberî, XXI, 94; İbn Ebû Hâtim, IX, 3104).
“... Ve ruhundan ona üflemiş” ifadesinde insana verildiği bildirilen ruha, “Allah’ın ruhu” demek, Kâbe’ye “Allah’ın evi”, kula “Allah’ın kulu” demek gibidir. Bu ifade onların önemli, değerli, özel ve şerefli olduklarını gösterir. Bunların, Allah’ın bir parçası, içinde oturduğu evi, hizmetinde kullandığı kölesi diye anlaşılması O’nun zat ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere ters düşer.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 349-350
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ
İsim cümlesidir. اللّٰهُ lafza-i celâi mübteda olup lafzen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , lafza-i celâlinin sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ السَّمٰوَاتِ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. السَّمٰوَاتِ mef'ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
الْاَرْضَ kelimesi atıf harfi و ’la السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur. ف۪ي سِتَّةِ car mecruru خَلَقَ fiiline mütealliktir. اَيَّامٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
عَلَى الْعَرْشِ car mecruru اسْتَوٰى fiiline mütealliktir.
اسْتَوٰى fiili, sülasi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındandır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
مَا لَكُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَف۪يعٍۜ
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مِنْ دُونِ car mecruru وَلِيٍّ ’nin mahzuf haline mütealliktir. مِنْ harfi zaiddir. وَلِيٍّ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. شَف۪يعٍۜ kelimesi atıf harfi وَ’la وَلِيٍّ ’e matuftur.
اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ
Hemze inkârî istifham, فَ atıf harfidir.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَتَذَكَّرُونَ muzari fiili نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
تَتَذَكَّرُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ذكر ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Sıfat konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
الْاَرْضَ ’ya matuf olan müşterek ismi mevsul مَا ’nın sılası mahzuftur. Mekan zarfı بَيْنَهُمَا , bu mahzuf sılaya mütealliktir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Semavat yeryüzünü, gökyüzünü ve ikisi arasında olanları kapsadığı halde semavattan sonra bunların tekrar söylenmesi umumdan sonra husus babında ıtnâbtır.
Çünkü السَّمٰوَاتِ, tağlib yoluyla الْاَرْضَ ’ı ve مَا بَيْنَهُمَا ’yı da kapsamaktadır.
Yaratılanların yer, gök ve aralarındakiler şeklinde sayılması sebebiyle cümlede taksim sanatı vardır.
ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ cümlesi, …خَلَقَ السَّمٰوَاتِ cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Cümleye dahil olan atıf harfi ثُمَّ , terahi ve tertip ifade eder. (Âşûr)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)
Arş, bütün her şeyi kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden veya hükümdar tahtına benzetildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Bütün işler ve tedbirler oradan nazil olur.
Diğer bir görüşe göre ise Arş üzerine istiva, bütün kâinat üzerinde hâkimiyet tesis etmek anlamındadır. (Ebüssuûd)
اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ [Arşa kurulmuştur] ibaresinde tevriye sanatı vardır. اسْتَوٰى fiilinin kökü; aynı seviyede olmayı ifade eden سَوٰى fiilidir. Yerle bir hizaya gelmek olduğu için oturmak anlamında kullanılır. Ama esas mana; yönetmek, hükmetmektir. Seviye; aynı seviyede olmak, oturmak demek, bir manası da yönetmektir. Burada uzak mana kullanılmıştır.
اسْتَوٰى kelimesinde tevriye vardır. Tevriye iki manası olan bir kelimenin yakın değil uzak manasının kastedilmesi olarak tanımlanır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)
ثُمَّ , ifadesi bir tertib ve sıralamayı ifade etmek için değildir. Burada وٰ (ve) anlamındadır. (Kurtubî)
Bununla, AllahTeâlâ'nın mülküne istiva ile hükümranlığı kastedilmiştir. Çünkü arş (taht), hakimiyeti ifade eder. Nitekim bir memlekete girmese bile “padişah, falanca ülkenin saltanat tahtına oturdu” denilebilir. (Fahreddin er-Râzî)
Allah’ın arşa istiva etmesi istiaredir. Hakiki manada istiva ile sadece yükselen alçalan doğrudan eğrilen cisimler nitelenir. Burada istiva ile bir mahal ve mekânı işgal etmek değil de kudret ve saltanat bakımından hakim olmak anlamı kastedilmiştir. (Şerîf er-Radî)
Ayetteki, “altı günde” lafzının, düşünen kimselere göre altı duruma işaret olduğunu, daha evvel (Araf Suresinde) söylemiştik. Bu böyledir. Çünkü “gökler”, “yer” ve “bunların arasında” tabirleri üç ayrı şeydir. Bunların her biri için zat ve sıfatlar söz konusudur. O halde Cenab-ı Hakk’ın göklerin zatını (kendini) yaratması bir hal, onun sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Yine yerin zâtını yaratması bir hal; sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Keza Hak Teâlâ’nın, bunların arasında bulunan şeylerin zatlarını yaratması bir hal, onların sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Böylece bu üç şey, altı hal üzere olan, altı şey olmuş olur. Cenab-ı Hakk, burada “gün” tabirini kullanmıştır. Çünkü insan, Allah’ın yaratmasına bakıp onu düşündüğünde bunu bir fiil olarak görür. Fiilin zarfı ise zamandır. Günler de zamanların en meşhurudur. Eğer böyle kabul edilmezse (bu anlaşılmaz); çünkü gökler yaratılmadan önce gece ve gündüz diye birşey yoktu. (Fahreddin er-Razi)
Buradaki ثُمَّ (sonra), hikaye edilen şey için değil, hikaye etmek için getirilmiştir. (Fahreddin er-Razi)
İlahlıkta şirk inancını kökünden kesmek için ayet Allah ismiyle başlamıştır. Böylece Allah ismi zihinlerde canlanır. Habere dikkat çekmek için ismi mevsul gelmiştir. İltifat yoluyla ayet müşriklere yöneliktir. (Âşûr)
مَا لَكُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَف۪يعٍۜ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. مَا لَكُمْ mahzuf habere mütealliktir.
مِنْ دُونِه۪ ifadesi لَكم deki zamirin hali olarak gelmiştir. مِنْ ibtidaiyyedir. دُونِ kelimesi ğayr manasındadır. (Âşûr)
Zaid مِنْ harfinin dahil olduğu وَلِيٍّ muahhar mübtedadır. Bu zaid harf tekid ifade eder.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, olumsuz isim cümlesi ve zaid harfler sebebiyle tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
Veciz anlatım kastıyla gelen دُونِه۪ izafeti, gayrının tahkiri içindir.
وَلِيٍّ ’ne matuf olan لَا شَف۪يعٍۜ ’deki nefiy harfi olumsuzluğu tekid için gelmiş, zaid harftir.
وَلِيٍّ ve شَف۪يعٍۜ ’deki tenvin kıllet ifade eder. Kelimeler, zaid harflerin ilavesiyle “hiçbir” anlamı kazanmıştır. Nefiy siyakında nekre, selbin umumuna işarettir.
وَلِيٍّ - شَف۪يعٍۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
مِنْ دُونِه۪ tabirinin iki manası vardır: Allah'tan gayrı, Allah'la beraber. (Medine Balcı c. 8, s. 723)
اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri أغفلتم [Gafil oldunuz.] olan mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir.
Hemze, inkârî istifham harfidir. İstifham üslubundaki bu cümle, kınama ve azarlama manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır. Cümle muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Kur'an’daki fasılalar, kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ gibi tezekküre çağıran ifadelerle bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur'an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكُّر ) geleceğe yol bulmaları (تَدَبُّر ) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise تَفَقُّه kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur'an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
تَتَذَكَّرُون kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
تَتَذَكَّرُون fiili, tefa’ûl babındadır. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katar.
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يُدَبِّرُ | tedbir eder (indirir) |
|
2 | الْأَمْرَ | emri |
|
3 | مِنَ | -ten |
|
4 | السَّمَاءِ | gök- |
|
5 | إِلَى |
|
|
6 | الْأَرْضِ | yere |
|
7 | ثُمَّ | sonra |
|
8 | يَعْرُجُ | çıkar |
|
9 | إِلَيْهِ | O’na |
|
10 | فِي | içinde |
|
11 | يَوْمٍ | bir gün |
|
12 | كَانَ |
|
|
13 | مِقْدَارُهُ | onun süresi |
|
14 | أَلْفَ | bin |
|
15 | سَنَةٍ | yıldır |
|
16 | مِمَّا |
|
|
17 | تَعُدُّونَ | sizin hesabınızca |
|
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Cümle 4. ayette geçen اَللّٰهُ lafza-i celâlinin haberi olarak mahallen merfûdur.
يُدَبِّرُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri, هو ’dir. الْاَمْرَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru يُدَبِّرُ fiiline mütealliktir. اِلَى الْاَرْضِ car mecruru يُدَبِّرُ fiiline mütealliktir.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْرُجُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. اِلَيْهِ car mecruru يَعْرُجُ fiiline mütealliktir. ف۪ي يَوْمٍ car mecruru يَعْرُجُ fiiline mütealliktir.
كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ cümlesi يَوْمٍ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كان nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
مِقْدَارُهُٓ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَلْفَ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup fetha ile mansubdur. سَنَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ماَ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harfi ceriyle birlikte اَلْفَ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَعُدُّونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
تَعُدُّونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ cümlesi önceki ayette mübteda olan lafz-ı celal için diğer bir haberdir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
Sülasisi دبر olan يُدَبِّرُ fiili, تفعيل bâbındadır. Bu babın fiile kattığı en belirgin anlam kesrettir.
Düzenlemenin, gökte ve yerde olmak üzere sayılması taksim sanatıdır.
السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı sanatları vardır.
الْاَمْرَ ’deki elif-lam takısı istiğrak içindir.
الْاَمْرَ (her işi) ifadesi emredilen yani taatlere ve salih amellere ilişkin emrolunmuş olan hususlar anlamında olup Allah Teâlâ bunları gökten yeryüzüne tedbir edilmiş olarak indirmektedir. Ne var ki onunla amel edilmiyor ve emrolunan bu şey hâlisâne bir şekilde O’nun katına, bizzat O’nun irade ettiği ve razı olduğu şekilde yükselemiyor. (Keşşaf)
ثُمَّ atıf harfi ile öncesine atfedilen ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
ثُمَّ rütbeten terahi içindir. Çünkü eşyanın ondan çıktıktan sonra tekrar O’nun emrine verilmesi daha büyük ve etkileyicidir. (Âşûr)
كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ
Fasılla gelen كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ cümlesi, يَوْمٍ için sıfattır. Fasıl sebebi, kemâl-i ittisâldir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Müşterek ismi mevsul ماَ , cer mahallinde olup başındaki harfi cerle birlikte اَلْفَ سَنَةٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Mevsulün mübhem yapısı nedeniyle hep kendisini takibeden sılası تَعُدُّونَ , müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Sonra o iş ona çıkar yani ona yükselir ve ilminde mevcut hale gelir süresi sizin saydıklarınızdan bin sene olan bir günde ona yükselir. Uzun bir zaman aralığında demektir. Bundan da idare ile işin gerçeklemesi arasında geçen zamanın uzunluğu kast edilmiştir. (Beyzâvî)
اَلْفَ - مِقْدَارُ - تَعُدُّونَ ve سَنَةٍ - يَوْمٍ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bir günde ki bazıları bunu yalnız “urûc”a bağlamışlarsa da tercih edilen hem يُدَبِّرُ hem يَعْرُجُ fiillerinin ikisine birden tenâzu' yoluyla taallukudur. Yani o emrin inmesi ve çıkması öyle bir günde, o kadar bir zamanda olur ki miktarı sizin saydıklarınızdan bin sene eder. Demek ki Allah'ın bir iradesinin hükmü olan bir emir, bir iş, bir olay bazen böyle bin senelik bir devir ile biter. Onun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder. Onun için “gökleri ve yeri altı günde yarattı” denildiği zaman o günleri rastgele günler zannetmemelidir. Meâric Suresi 4. ayette geleceği üzere bunun elli bin sene edeni de vardır. Demek ki bin sene denilmesi örnek yoluyladır. Yahut bazı tefsircilerin dedikleri gibi “bin” tabiri uzun bir zamandan kinâyedir. Dolayısıyla daha az ve daha çok olmasına engel değildir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
ألْفَ kelimesi zor ve çok zamandan kinaye olabilir. (Âşûr)
ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
عَالِمُ haber olup lafzen merfûdur. الْغَيْبِ muzâfun ileyh olup kesra mecrurdur. الشَّهَادَةِ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
الْعَز۪يزُ mübtedanın ikinci haberi olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ mübtedanın üçüncü haberi olup lafzen merfûdur.
الرَّح۪يمُ ve الْعَز۪يزُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mübteda ve haberden müteşekkil olan cümlede mübtedanın işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgulayarak, ona dikkat çekme ve tazim amacına matuftur.
ذٰلِكَ mübteda, عَالِمُ الْغَيْبِ haber, الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ ikinci ve üçüncü haberdir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber iibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الشَّهَادَةِ kelimesi, عَالِمُ ’nun muzafun ileyhi olan الْغَيْبِ ’ye atfedilmiştir. Cihet-i camia tezattır.
الْعَز۪يزُ ve الرَّح۪يمُۙ sıfatları ma‘rife olarak gelmiştir. Allah Teâlâ’da bu iki vasıf kemâl derecededir.
Allah Teâlâ görüneni ve görünmeyeni bilir anlamına, herşeyi bilmekle kalmaz iyinin de kötünün de karşılığını verir anlamı kastedildiği için cümlede, lazım melzum alakasıyla mecazi mürsel vardır.
الْغَيْبِ - عَالِمُ ile الشَّهَادَةِ - الْغَيْبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, الشَّهَادَةِ - عَالِمُ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah Teâlâ’ya ait bu sıfatların aralarında وَ olmaksızın gelerek ikisinin de müsned olması, bu vasıfların onda her ikisinin birden mevcudiyetine işaret eder.
Bu sıfatlarla, ayetin mükemmel anlam uyumu, teşabüh-il etraf sanatının güzel bir örneğidir.
Mübalağa sıygasındaki الْعَز۪يزُ- الرَّح۪يمُۙ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, henüz olmamış şeylere bir işaret olsun diye, görünmeyeni de bilen; olup bitmiş şeylere bir işaret olsun diye de görüneni de bilen buyurmuştur. İlminin mükemmel olduğunu çok kuvvetli ve net biçimde haber verdiği için de görünmeyeni bilen tabirini önce zikretmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, yegâne galip ve çok merhametli olan O'dur buyurmuştur. Alim olduğunu beyan edince kâfirleri cezalandırmaya kadir olan bir aziz; itaatkar kullarına da rahmeti bol olan bir rahîm olduğunu, böylece belirtmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
ذٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kamil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Duhan Suresi Belaği Tefsiri, Muhammed Ebu Musa, Duhan Suresi 57)
Cenab-ı Hakk, henüz olmamış şeylere bir işaret olsun diye, “görünmeyeni de bilen”; olup bitmiş şeylere bir işaret olsun diye de “görüneni de bilen” buyurmuştur. İlminin mükemmel olduğunu çok kuvvetli ve net biçimde haber verdiği için de “görünmeyeni bilen” tabirini önce zikretmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, “yegâne galip ve çok merhametli olan O’dur” buyurmuştur. Alim olduğunu beyan edince, kâfirleri cezalandırmaya kâdir olan bir azîz; itaatkâr kullarına da rahmeti bol olan bir rahîm olduğunu, böylece belirtmiştir. (Fahreddin er-Razi)
اَلَّـذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍۚ
اَلَّـذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ
Müfred müzekker has ism-i mevsûl اَلَّـذ۪ٓي önceki ayette geçen ذٰلِكَ ’nin dördüncü haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ ’dir. İrabtan mahalli yoktur.
اَحْسَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. كُلَّ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
خَلَقَهُ fiil cümlesi كُلَّ ’nin sıfatı olarak mahallen mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
خَلَقَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَدَاَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. خَلْقَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْاِنْسَانِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنْ ط۪ينٍ car mecruru بَدَاَ fiiline mütealliktir.
اَلَّـذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍۚ
اَلَّـذ۪ٓي önceki ayetteki ذٰلِكَ ’nin dördüncü haberi olarak mahallen merfudur. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası olan اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
İsmi mevsuller, mübhem yapıları sebebiyle, sıla cümlesine ihtiyaç duyarlar.
خَلَقَهُ cümlesi شَيْءٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret ve nev ifade eder.
وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍۚ cümlesi, atıf harfi وَ ’la sıla cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlelerde fiiller mazi sıygada gelerek hudûs, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
خَلَقَهُ - خَلَقَهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ط۪ينٍۚ ’deki tenvin nev içindir.
اَحْسَنَ - الْاِنْسَانِ kelimeleri arasında cinası nakıs sanatı vardır.
الْاِنْسَانِ ’daki ال takısıyla, cins kastedilmiştir. Onun yaratmasının başlangıcı Hz. Âdem’dir. (Âşûr)
ط۪ينٍۚ ’deki tenvin özel bir nev olduğunun işaretidir.
خَلَقَهُ - بَدَاَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, “insanı yaratmaya da çamurdan başladı” buyurmuştur. Buradaki insan sözü ile, Adem (aleyhisselâm)'in kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü o, çamurdan yaratılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)
خَلَقَهُ ifadesi her şeyi -yani onun yaratılışını- güzel yapmıştır anlamında bedel olmak üzere خَلقَهُ şeklinde de (yarattığı her şeyi güzel yapmıştır) anlamında sıfat olmak üzere خَلَقَهُ şeklinde de okunmuştur. (Keşşâf)
Yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Burada اَحْسَنَ güzellik, hikmet ve menfaate uygunluktur. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Allah, bütün yaratılmış canlılar içinden insanı, anlamakta akılların hayrete düştüğü hârika bir şekilde yaratmaya çamurdan başlamıştır. Nitekim Allah, Âdem'i, insan cinsinin bütün fertlerinin fıtratını icmali olarak içerecek şekilde ve her ferdin farklı olan istidat derecesine göre kuvveden fiile çıkmasını gerektirecek özellikte pek acayip bir fıtratta yaratmıştır. (Fahreddin er-Razi)
ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ
Nesele نسل : نَسْلٌ kavramı aslen bir şeyden bir şeyin ayrılmasıdır. Fiil olarak نَسَلَ koşarken ya da yürürken hızlanmak demektir.
نَسْلٌ ise çocuk veya çocuklardır. Babasından ayrıldığı için böyle adlandırılmıştır.
Tefâul babındaki formu olan تَناسَلَ fiili üreme yoluyla çoğalmak manasında kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir isim ve bir fiil kalıbında toplam 4 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri nesil ve tenâsüldür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. نَسْلَهُ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ mahallen mecrurdur.
مِنْ سُلَالَةٍ mahzuf ikinci mef'ûlün bihe mütealliktir. مِنْ مَٓاءٍ car mecruru سُلَالَةٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. مَه۪ينٍ kelimesi مَٓاءٍ ’nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ
Tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ atıf harfinin dahil olduğu ayet, hükümde ortaklık nedeniyle …وَبَدَاَ خَلْقَ cümlesine, atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
مَه۪ينٍ kelimesi مَٓاءٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bedel de olabilir.
سُلَالَةٍ - مَٓاءٍ - مَه۪ينٍۚ kelimelerindeki tenvin nev ifade eder.
Zürriyet نَسْلَ olarak isimlendirilmiştir; çünkü ondan nesletmektedir yani onun sulbünden ayrılıp çıkmaktadır. Çocuk için selîl ve necl denilmesi de buna benzer. (Keşşaf)
مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ ifadesinde istiâre vardır. Çünkü burada değersiz (مَه۪ينٍۚ ) olan, gerçek anlamında ancak insandır. Nitekim Allah Teâlâ nın bildirdiğine göre Firavun [Yoksa ben bu değersiz ve neredeyse meramını anlatamayacak olandan daha hayırlı değil miyim? (Zuhruf Suresi, 52)] buyurmuştur. Yine Allah Teâlâ [Çok yemin eden, değersiz her bir kimseye boyun eğme! (Nuh Suresi, 10)] buyurmuştur. مَه۪ينٍۚ hizmet anlamında المهنة ’ten türemiş, فعيل vezninde bir sıfattır. مَه۪ينٍۚ ’in hor, hakir, zelil, aşağılık olmak anlamındaki هون kökünden türemiş olması da mümkündür. Şu halde daha önce açıkladığımız şekilde مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ [değersiz bir sudan] demektir. Çünkü bir toplumun hizmetkarı kişi (ماهن) onlara hizmet ettiği sürece onların karşısında zelil ve aralarında emir kulu haline gelir. (Şerîf er-Râdî, Kur'an Mecazları)
مِن harfi ibtidaiyye veya teb'izdir. (Âşûr)
ثُمَّ سَوّٰيهُ وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | سَوَّاهُ | ona biçim verdi |
|
3 | وَنَفَخَ | ve üfledi |
|
4 | فِيهِ | ona |
|
5 | مِنْ | -ndan |
|
6 | رُوحِهِ | kendi ruhu- |
|
7 | وَجَعَلَ | ve yarattı |
|
8 | لَكُمُ | sizin için |
|
9 | السَّمْعَ | kulak(lar) |
|
10 | وَالْأَبْصَارَ | ve gözler |
|
11 | وَالْأَفْئِدَةَ | ve gönüller |
|
12 | قَلِيلًا | ne kadar az |
|
13 | مَا |
|
|
14 | تَشْكُرُونَ | şükrediyorsunuz |
|
ثُمَّ سَوّٰيهُ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَوّٰيهُ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdir, هو’dir. Muttasıl zamir هُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. نَفَخَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. ف۪يهِ car mecruru نَفَخَ fiiline mütealliktir. مِنْ رُوحِه۪ car mecruru نَفَخَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi).
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Fail müstetir olup takdiri هو’dir. لَكُمْ car mecruru جَعَلَ fiiline mütealliktir. السَّمْعَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الْاَبْصَارَ - الْاَفْـِٔدَةَ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
Fiil cümlesidir. قَل۪يلاً kelimesi amili تَشْكُرُونَ olan mef'ûlu mutlakından naibtir.
مَا zaiddir. قَل۪يلاً ’i tekid etmek içindir.
تَشْكُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ثُمَّ سَوّٰيهُ وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪
Hükümde ortaklık nedeniyle terâhi ve tertib bildiren atıf harfi ثُمَّ ile önceki ayetteki …جَعَلَ cümlesine atfedilmiştir. İlk cümle ثُمَّ سَوّٰيهُ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪ cümlesiyle وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَ cümlesinin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
رُوحِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait هُ zamirine muzaf olması, رُوحِ için tazim ve teşrif ifade eder.
“Ona ruhundan üfledi” buyurmuştur. Buradaki “ruh” kelimesinin, Allah’ın zâtına nispet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah’a izafe edilip de “Beytullah - Allah’ın evi” denilmesi gibi teşrîf ve gaye vermek içindir. (Fahreddin er-Razi)
Burada ruhun, Allah'a izafe edilmesi, insani teşrif içindir ve bir de şu hakikatleri bildirmek içindir: insan son derece acayip bir mahluk ve harika bir sanattır; onun Allah'ın huzuruna münasip bir şanı vardır; beşer aklının dahi marifetten erişebileceği en son makam, bazen O'na izafet ile ifade edilen bazen de O'nun emrine nispet edilmekle ifade edilen mertebedir. Nitekim diğer bir ayette de şöyle denilmektedir: “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (Ebüssuûd)
Burada النَّفْخُ kelimesi kesi cesedin içindeki süratli latif ruhani akışın temsilidir. (Âşûr)
وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la önceki ayetteki …جَعَلَ cümlesine matuf olup müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur لَكُمْ, mef'ûl olan السَّمْعَ ’ya ihtimam için takdim edilmiştir.
Önceki ayetlerdeki gaib zamirden لَكُمُ ’de muhatab zamire iltifat edilmiştir.
Sizin için yaptı, yarattı dedikten sonra yaptıklarının السَّمْعَ ,الْاَبْصَارَ ,الْاَفْـِٔدَةَۜ şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
السَّمْعَ - الْاَفْـِٔدَةَۜ - الْاَبْصَارَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمْعَ - الْاَبْصَارَ kelimeleri müfret ve cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, “Ona ruhundan üfledi” buyurmuştur. Buradaki ruh kelimesinin, Allah'ın zâtına nisbet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah'a izâfe edilip de “Beytullah - Allah'ın evi” denilmesi gibi teşrif ve gaye vermek içindir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hakk, işitme konusunda masdarı السَّمْعَ (işitme); görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da الْاَفْـِٔدَةَۜ - الْاَبْصَارَ [gözler ve gönüller] kelimelerini çoğul getirmiş; السَّمْعَ kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. (Fahreddin er-Râzî)
جَعَلَ لَكُمُ [Sizin için kıldı] cümlesinde, III. şahıs zamirinden II. şahıs zamirine dönüş vardır. Bunun aslı وَجَعَلَ لَهُ (onun için yani insan için kıldı)dır. Bundaki nükte şudur: Hitap ancak diriye olur. Allah o insana ruhu üfürünce zürriyetiyle birlikte ona hitap güzel olmuştur. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Cenab-ı Hakk, işitme konusunda masdarı, görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da الْاَبْصَارَ ve الْاَفْـِٔدَةَۜ kelimelerini çoğul getirmiş; السَّمْعَ kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. Bu şöyle bir hikmetten dolayıdır. İşitmek, tek bir kuvvettir ve onun, tek bir fiili vardır. Çünkü insan, aynı anda iki sözü zaptedemez. Kulak, işitmenin mahalli olup işitmede herhangi bir irade ve ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü ses, hangi cihetten olursa olsun hemen oraya ulaşır. Kulağın, kuvvetini, işitilen şeylerden bir kısmını değil de diğer kısmını anlamaya tahsis etme kudreti yoktur. Ama görmenin mahalli gözdür. Fakat göz için bir çeşit irade ve ihtiyar söz konusudur. Çünkü göz, başka tarafa değil de görülen şeyin tarafına hareket edebilir. Gönül de böyledir. Gönül idrakin mahalli olup bunun da bir çeşit başkasına değil de istediği tarafa yönelebilme iradesi ve ihtiyarı vardır. Durum böyle olunca işitmede, mahal olan kulağın bir tesiri yoktur. Burada kuvvet, tek başına hareket etmektedir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk, kulak hususunda işitme kuvvetini zikretmiş; göz ve gönül hususunda ise kuvvetlerin mahalline, bir çeşit irade ve ihtiyar nisbet etmiş, bu sebeple de mahalli zikretmiştir. O halde bu demektir ki bir irade ve ihtiyarı olmadığı için işitme mahalli olan kulak değil de işitmek asıldır. Göz de bir asıl gibidir. Görme kuvveti ise onun aleti durumundadır. Kalb de böyle olup anlama kuvvesi de bunun aleti durumundadır. İşte böylece Cenab-ı Hakk, işitme hususunda kuvvet demek olan masdarı zikretmiş; görme ve kalb hususunda da kuvvetin mahalli olan isimleri zikretmiştir. Bir de işitmenin, tek bir kuvveti ve tek bir fiili vardır. İşte bundan dolayı insan, aynı anda iki sözü zaptedecek bir tarzda duyamaz ama aynı anda iki veya daha fazla şekilleri kavrayıp birbirinden ayırt edebilir. (Fahreddin er-Razi)
Allah, sizin menfaatiniz için bu duyu organlarını yaratmıştır ki bunların, haddizâtında kıymetleri edilemeyecek kadar büyük nimetler olmaktan başka bir de size bahşedilen dinî ve dünyevî diğer nimetleri anlamanın vesileleri olduklarını anlayasınız ve bunlara şükredesiniz yani bu organların her birini, yaratılış gayesine uygun olarak kullanıp kulaklarınızla tevhidi ve yeniden dirilmeyi ifade eden vahiy ayetlerini ve gözlerinizle de kâinat ayetlerini idrak edesiniz ve kalplerinizle de bunların hak olduklarına deliller bulasınız. (Ebüssuûd)
قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. قَل۪يلاً , amili تَشْكُرُونَ olan masdardan naib olarak gelmiştir. Bu takdire göre müspet muzari fiil cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümledeki zaid harf مَا ve mef'ûlü mutlak tekid unsurlarıdır.
قَل۪يلا kelimesinin nekre olarak gelmesi azlık ifade etmek içindir. Cümledeki مَا edatı, bu belirsizlikten çıkan azlık manasını pekiştirmektedir. Bu, şükretmemekten kinayedir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, Müminun Suresi, 78)
قَلِيلًا kelimesi لَكم ’deki zamirin hali olarak gelmiş bir ismi faildir. ما تَشْكُرُونَ ifadesi mastar tevilindedir ve قَلِيلًا kelimesinin faili olarak ref mahallindedir. Bu yüce nimeti size O vermiştir bunun karşısında sizin haliniz az şükretmektir demektir. قَلِيلًا kelimesinin hakiki manada gelmiş olması veya yokluktan kinaye olarak gelmiş olması da caizdir. (Âşûr)
Kur'an’daki fasılaların en önemli meselelerinden birini de pek çok dil bilimci ve müfessirin üzerinde konuştuğu akılla direk bağlantılı olan تَعَقُّل , تَفَكُّر , تَدَبُّر , تَذَكُّر ve تَفَقُّه kavramları oluşturmaktadır. Kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَۙ gibi tezekküre çağıran fasılalarla bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur'an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكَّرُ) geleceğe yol bulmaları (تَدَبَّرُ) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise tefakkuh kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur'an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları, Doktora Tezi)
Bu cümle, makabli için bir zeyil mahiyetinde olup o kâfirlerin, bu büyük nimetlere olan nankörlüklerini beyan etmektedir. Zira burada azlık, yokluk anlamındadır, (Siz, hiç şükretmiyorsunuz, demektir.) nitekim bundan sonraki kelam da bunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)
وَقَالُٓوا ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ بَلْ هُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالُوا | ve dediler |
|
2 | أَإِذَا | sonra mı? |
|
3 | ضَلَلْنَا | biz kaybolduktan |
|
4 | فِي |
|
|
5 | الْأَرْضِ | toprakta |
|
6 | أَإِنَّا | biz mi? |
|
7 | لَفِي | içinde olacağız |
|
8 | خَلْقٍ | bir yaratılış |
|
9 | جَدِيدٍ | yeni |
|
10 | بَلْ | doğrusu |
|
11 | هُمْ | onlar |
|
12 | بِلِقَاءِ | kavuşmayı |
|
13 | رَبِّهِمْ | Rablerine |
|
14 | كَافِرُونَ | inkar edenlerdir |
|
İnkârcıların toprağa karışıp gittikten sonra yeniden yaratılmayı alaycı bir üslûpla eleştirmelerine değinilmekte ve “Gerçek şu ki, onlar rablerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr etmekteler” denilerek, onların Allah’ın huzurunda hesaba çekileceklerini, bir başka anlatımla sadece öldükten sonra dirilmeyi değil bütünüyle âhiret hayatını inkâr ettiklerine dikkat çekilmektedir (Zemahşerî, III, 320; Şevkânî, IV, 288). Âyetin ifade akışı, onların bu tutumunun, Allah’ın varlığını inkâr etmekten değil, cesetlerinin çürümesinden sonra yeniden can kazanmasını kabullenmek istememelerinden kaynaklandığını göstermektedir; nitekim başka birçok âyette de belirtildiği üzere onlar Allah’ın varlığını ve kudretini kabul etmekteydiler.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 351-352
وَقَالُٓوا ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli şart ve cevap cümlesidir. قَالُوا fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. Hemze istifham harfidir.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ’dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ’nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ضَلَلْنَا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ضَلَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
فِي الْاَرْضِ car mecruru ضَلَلْنَا fiiline mütealliktir.
ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍ cümlesi mukadder şartın cevabıdır. Takdiri, نبعث أو نخرج (yeniden diriltiriz) şeklindedir.
Hemze istifham harfidir. اِنَّ tekid ifade eder isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
لَف۪ي خَلْقٍ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. جَد۪يدٍ kelimesi خَلْقٍ ’in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar, 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَلْ هُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ
بَلْ idrab ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrab denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِلِقَٓاءِ car mecruru كَافِرُونَ ’ye mütealliktir. رَبِّهِمْ muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. كَافِرُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti و ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
كَافِرُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالُٓوا ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi kâfirlerin sözlerini bildiren müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli, şart üslubunda gelmiştir. ءَاِذَا ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ şart cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart manalı müstakbel zaman zarfı اِذَا ’nın muzafun ileyhi olan ضَلَلْنَا فِي الْاَرْضِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107)
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve inkâr amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Şartın takdiri نبعث …[yeniden diriltiriz] olan cevabının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkur şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur'an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
ءَاِذَا ضَلَلْنَا [Toprak içinde kaybolduğumuz zaman gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız?] cümlesi istifhâm-ı inkârîdir. Maksat, alay etmektir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
ءَاِنَّا şeklinde istifhamlı ve اِنَّا şeklinde istifhamsız okunmuştur. ضَلَلْنَا ifadesi toprak olduğumuzda ve toprağa karıştığımızda, aynen suyun süt içinde karışıp yok olması gibi ondan ayrılmaz bir hal aldığımızda; yahut gömülmek suretiyle toprakta kaybolduğumuzda demektir. Hz. Ali ve İbn Abbas, lam’ın kesresi ile ضللِنا şeklinde okumuşlardır. (Keşşaf)
ضَلَلْنَا ifadesinde istiâre vardır. Çünkü o [toprağın içinde kaybolmak] ölüm halinden ibarettir. Ölü ise (sapma, helak olup gitme) demek olan ضَلَلْ ile nitelenemez. Onun için ayet, [Yere defnedilip de organlarımızın dağılıp parçalanmasıyla kayıp ve yitik şeyler haline dönüştüğümüz zaman mı diriltilmemiz başlayacak, hayatımız yenilecek?] anlamına gelir. Sanki onlar bu sözü, ölüm sonrası dirilişi uzak bir ihtimal sayma, tuhaf ve garip bulma yollu söylemişlerdir. Bu sebeple Allah Teâlâ onlara kendi bilgisinin dışında kalıp kaybolmayacaklarını, çürümüş kemik, toprak ve parçalar yığını haline gelseler bile Allah’ın onları toplayıp bir araya getirmesinden kurtulamayacaklarını bildirmiş oluyor. Nitekim Arap örfünde bir şeyin başka bir şeye üstün gelip onu sarmak ve kapsamak suretiyle bünyesinde kayıp duruma getirdiği her bir şey için (o onun içinde kayboldu) denir. Nitekim ölüleri gömenlere de مضللون (kaybedenler) adı verilir. Çünkü onlar ölüleri toprak içinde kaybederler. (Şerîf er-Râdî, Kur'an Mecazları)
Bu ayetin başındaki vav, onlardan daha önce sâdır olan hususlara atıftır. Çünkü onlar, “Muhammed, Allah’ın peygamberi değildir. Allah bir değildir. Haşr (diriliş) de mümkün değildir” diyorlardı. (Fahreddin er-Razi)
Allah Teâlâ, onların, Hz. Muhammed’i (s.a.), peygamberliği hususunda yalanladıklarını anlatmak için muzârî sıygasıyla, يَقُولُونَ (Secde Suresi, 3); onların, Hz. Muhammed’i (s.a.), haşr konusunda yalanlamalarını ifade için de mazî sıygasıyla قَالُٓوا buyurmuştur. Çünkü onların, Hz. Muhammed’i (s.a.), peygamberliği hususunda yalanlayışları daha önceden mevcut değildir. Bu, meydana geldiği anda olan bir durumdur. İşte bu sebeple, “diyorlar...” -yani “onlar bu hale düştüler” buyurmuş; onların haşri inkâr etmeleri ise hem onlardan hem daha önce atalarından sâdır olmuş bir hal olduğu için “dediler...” ifadesini kullanmıştır. (Ebüssuûd)
ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ
Mukadder şartın cevabına tefsiriyye olarak gelen cümlenin fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olsa da soru kastı taşımayıp taaccüp ve inkârî manada geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede icaz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي خَلْقٍ cümlesi اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
جَد۪يدٍ kelimesi خَلْقٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
خَلْقٍ ’daki tenvin nev ifade eder.
خَلْقٍ جَد۪يدٍ ifadesinde istiare vardır. Çünkü onun aslı “kesmek” anlamındaki جد ’nin masdarından türetilmiştir. Nitekim bez/kumaş, dokunduğu tezgâhtan kesildiği vakit veya giyecek kişinin giymesi için biçildiği zaman قَدْ جُدَّ اَلْثَوْبُ فهوجَدِيدٌ (Kumaş yeni biçilmiştir, o yeni biçilendir) denir. Allahu a’lem, burada ءَاِنَّا لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۜ (ayeti) ile kastedilen, yeniden yaratılıp mükâfat ve ceza göreceği yere iade edilmesi haliyle insanın, dokuma işlemi bittikten sonra dokuma tezgâhından kesilen bez/kumaş gibi olacağının anlatılmasıdır. (Şerîf er-Râdî, Kur'an Mecazları, Rad Suresi 5)
إنّا لَفي خَلْقٍ جَدِيدٍ cümlesinin إنَّ ile tekid edilmesi Kur'anda olan ve hayrete düştükleri yeniden yaratılışın tekidini rivayet ettikleri içindir. في harfi de mecazi zarfiyyedir. Musahabe manasındadır. (Âşûr)
بَلْ هُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ كَافِرُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümleye dahil olan بَلْ idrab harfidir. İntikal için gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ , siyaktaki önemine binaen müsned olan amili كَافِرُونَ ’ye takdim edilmiştir. Bu takdimle fasılaya riayet de sağlanmıştır.
Müsned olan كَافِرُونَ, ism-i fail vezninde gelerek durumun devam ve sübutuna işaret etmiştir.
İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübût ve süreklilik anlamı ifade eder. Fiil cümlesinde yer alan ism-i fail ise hudûs ve yenilenme anlamı ifade eder. İsm-i fail, isim cümlesi bağlamında kullanılıp başında tekid lamı (lâm-ı muzahlaka) bulunursa, bu durum sübut manasını artırır. (Muhammed Rızk, Dr. Öğr. Üyesi, Kur'an-ı Kerim’de İsm-i Fail’in İfade Göstergesi (Manaya Delâleti), Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi)
بَلْ idrab harfidir. Atıf edatlarındandır. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu iʻrâb yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Müsned olan كَافِرُونَ, durumun devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Kafirlere aid zamirin Rabb ismine izafesi onları tevbih içindir. Rahmeti bol olana kavuşmayı inkâr etmeleri daha da akılsızcadır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrid sanatı vardır.
Rabbleri ile karşı karşıya gelmek’ten maksat, ölüm meleği ile karşılaşıp arkasından yaşanacak olanlarla nihaî sona ulaşmak demektir. (Keşşâf)
“Dediler ki: Biz mi yeniden yaratılacağız? Hayır, onlar Rabblerine kavuşmayı inkâr edenlerdir” buyurmuştur. Bu ifadedeki بَلْ (hayır) kelimesi, birinci cümleden bir idrâb olup “Onlar sırf ikinci yaratılışı inkâr etmiyorlar. Hayır, aksine onlar ahiretin her şeyini inkâr ediyorlar. İkinci yaratılışı (dirilişi) kabul etmiş olsalardı bile azabı ve mükâfatı kabul etmezlerdi” demektir. Yahut şöyle de diyebiliriz: “Bu, ‘Onlar ba’si (dirilişi) doğrudan doğruya inkâr etmediler. Aksine kâfir oldukları için, onu inkâr ettiler. Çünkü onlar, aslında azabı ve mükâfaatı inkâr ediyorlardı. Dolayısıyla o aza*p ve mükâfata ulaştıracak olanı da inkâr ettiler’ demektir.” (Fahreddin er-Razi)
قُلْ يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ۟
Bu âyette ve birçok hadiste (meselâ bk. Buhârî, “Cenâiz”, 69; İbn Mâce, “Cihâd”, 10) insanların canını almakla görevlendirilen melekten ölüm meleği diye söz edilmektedir. Bu kavram ve Tanrı tarafından ölümü gerçekleştirmek üzere melek veya meleklerin görevlendirildiği inancı Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da vardır. Rabbilere (yahudi din bilginlerine) ait eserlerde ondan fazla ölüm meleği adı yer alır ki bunlardan biri Azrael’dir. İslâmî literatürde ve müslümanlar arasında da ölüm meleğinin Azrâil adıyla anılması yaygınlık kazanmıştır. Azrâil kelimesi muhtemelen İbrânîce asıllı olup Kur’an-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde geçmemektedir. Burada ve başka bazı âyetlerde can almakla görevli melek hakkında tekil kalıbı kullanıldığı halde, bir kısım âyetlerde de (meselâ Enfâl 8/50; Nahl 16/32-33) kelimenin çoğul şekli (melâike) kullanılmıştır. Buradan hareketle bu âyette geçen ve Azrâil olarak bilinen meleğin ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardımcılarının bulunduğunu söylemek mümkündür. Bazı âyetlerde, ölüm meleklerinin kötülüklerden korunan müminlerin ruhlarını kabzederken şefkat ve merhametle davranıp kendilerine selâm verdikleri (Nahl 16/32), kötülüklere saplanarak kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken ise yüzlerine ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifadeler kullandıkları (Nisâ 4/97; A‘râf 7/37; Enfâl 8/50; Muhammed 47/27) belirtilirse de; Azrâil’in dünyayı kaplayacak kadar büyük, yetmiş bin ayaklı, dört bin veya dört kanatlı, canlıların sayısınca gözü ve dili, dört tane yüzü olduğu, bir kimsenin canını alacağında Allah’ın önüne düşürdüğü yapraktan onun ismini okuyup onu kırk gün sonra öldürdüğü gibi bilgilerin Kur’an ve sahih hadislerden dayanağı bulunmamaktadır; bu tür hurafeler Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde müslüman olan bazı yahudi mühtedilerin rivayet ettikleri İsrâiliyat türünden haberlere dayanmaktadır (Ahmet Saim Kılavuz “Azrâil”, DİA, IV, 350-351; melekler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30).
قُلْ يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ۟
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Mekulü’l kavli يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ ’dur. قُلْ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يَتَوَفّٰي elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef'ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
مَلَكُ fail olup lafzen merfûdur. الْمَوْتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الَّذ۪ي müfret müzekker has ism-i mevsûl مَلَكُ ’nun sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası وُكِّلَ بِكُمْ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
وُكِّلَ fetha üzere mebni meçhul, mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو’dir. بِكُمْ car mecruru وُكِّلَ fiiline mütealliktir.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰى رَبِّكُمْ car mecruru تُرْجَعُونَ۟ fiiline mütealliktir. تُرْجَعُونَ۟ fiili mekulü’l kavle matuf olup mahallen mansubdur.
تُرْجَعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû meçhul, muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
قُلْ يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ي وُكِّلَ بِكُمْ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَتَوَفّٰيكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ي وُكِّلَ بِكُمْ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder. Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْمَوْتِ için sıfat konumundaki has ismi mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası olan وُكِّلَ بِكُمْ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
وُكِّلَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef'ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef'ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
Sülasisi وفى olan يَتَوَفّٰيكُمْ fiili, تفعّل kalıbındadır. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katabilir. Mücerret sülasi fiilin anlamını da taşıyabilir.
يَتَوَفّٰيكُمْ - الْمَوْتِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَتَوَفّٰي canın -yani ruhun- alınmasıdır. يَتَوَفّٰي, canın geride hiçbir şey bırakmaksızın tamamının alınmasıdır. (Keşşâf)
ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ۟
Tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ atıf harfiyle mekulü’l kavl cümlesine atfedilmiştir.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur اِلٰى رَبِّكُمْ ’un amiline takdimi, hakikî kasr ifade etmiştir. Yani bu cümle, mamulün amile kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. Dönüşünüz sadece Rabbinizedir, başkasına değil anlamını verir.
اِلٰى رَبِّكُمْ, maksurun aleyh/mevsûf, تُرْجَعُونَ۟, maksur/sıfat olmak üzere kasr-ı sıfat, ale’l-mevsûftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
تُرْجَعُونَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef'ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef'ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur. Kur’an-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
رَبِّكُمْ izafeti kâfirleri tahkir içindir.
“Rabbinize döndürüleceksiniz” sözünde, “döndürüldüğünüzde hak ettiğiniz cezayı bulacaksınız” manası kastedilmiştir. Lazım melzum alakasıyla mecazi mürsel mürekkeptir.
ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ [Sonra kıyamet gününde dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır] cümlesinde ihtisas (yani hasr) vardır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Sayfadaki ayetlerin son kelimelerinin, istisnasız hepsinin fasılalarındaki و- نَ ve ي - نَ harfleriyle oluşan ahenk, diğer sayfalarda olduğu gibi son derece dikkat çekicidir. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.İnsan, kendine verdiği değer bakımından birkaç kategoriye ayrılabilir.
Birincisi: kendisine hiçbir manada değer vermeyendir. Ne bedenine, ne de ruhuna özen gösterir. Nefsani isteklere teslim olmuştur ve dünyalıkların peşinden sürüklenir. Bağımlılığın pençesinde kıvranır. Hem dünyada zararlı çıkar, hem de ahirette.
İkincisi: kendisine sadece dünya açısından değer verendir. Bedenine en iyi şekilde bakar ve en güzel şekilde giydirir. Hayalindeki özelliklere kavuşmak için elinden geleni yapar. Ancak kalbine değil, nefsine kulak verir. Belki dünyada bir süre karlı çıkar ama ahirette zarardadır.
Üçüncüsü: kendisine sadece ahiret açısından değer vermeye çalışır. Dünyadan, elini ve ayağını tamamen çeker. Bu hal, başlarda belki kalpten bile olsa, nefis zorlandıkça ve beden zayıfladıkça; nefis kontrolü ele geçirir. Türlü nefsani ve bedensel hastalıklarla dünyası ve ahireti kararır.
Dördüncüsü: kendisine asıl değeri verendir. Bedenine ve kalbine bakar çünkü umudu Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın sınırlarına uyarak dünyadan ihtiyacını alır ve onlarla ahiret hayatına hazırlanır. Dünyalık kayıplarla zorlansa da, umutsuzluğa düşmez çünkü yaşadığı hiçbir şeyin boşa gitmeyeceği bir değere sahip olduğunun bilincindedir.
Ey Allahım! Bizi, Senin bize verdiğin değerin farkında olanlardan ve bedenimizle kalbimize özenle bakanlardan eyle. Maddi ve manevi, asıl neye ihtiyacımız olduğunu en iyi bilen Sensin, karşımıza çıkar. İki cihanda da; bizi insanlara muhtaç duruma düşürecek hallerden muhafaza buyur. Dünya üzerinde; son anımıza kadar aklımızı, bedenimizi ve kalbimizi koru ki; her işimizi kendimiz görelim ve Senin rızanı gözeterek yaşayalım. Bizi, Seni bilmeyenlerden ve bilmemekten muhafaza buyur. Zira; Seni bilmeyen ne dostluk, ne de huzur bilir. En güzel dost Sensin ve hakiki huzur Senden. Bizi, Sana kavuşanlardan eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji