ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Tefsirlerde 4. âyette “Allah’tan başka şefaatçinin bulunmadığı” ifade edilirken özellikle müşriklerin şu anlayışlarının reddedildiği belirtilir: Putperestlerin bir kısmı “Biz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz; fakat bu putlar gezegenlerin sûreti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destek alıyoruz”; bazıları da “Bunlar meleklerin sûreti olup bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Bu iddiaya karşı âyette Allah’tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefaatçi de olamayacağı bildirilmektedir (Râzî, XXV, 171). Allah şefaat eden değil, katında şefaat edilendir. Ancak, O’nun katında şefaat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izin ve rızâsıyla şefaat edebileceklerdir (şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
7. âyette geçen Cenâb-ı Allah’ın yarattığı her şeyi güzel kıldığına ilişkin ifadeyi Zemahşerî şöyle açıklar: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir; güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilebilirse de bütün yaratılmışlar güzeldir. “Güzel yapma”anlamına gelen ahsene fiilinin Arapça’daki bazı özel kullanımlarından hareketle bu cümleyi, “Her bir şeyi nasıl yaratacağını çok iyi bilir” şeklinde anlayanlar da olmuştur (III, 219). Bu ifade için yapılan diğer bazı yorumlar şöyledir: a) Allah gerek güzel gerekse çirkin her şeyi yaratmakla mükemmel bir sanat ortaya koymuştur; b) Her şeyi uygun biçimde ve yerli yerince yaratmıştır; c) Yarattığı her şeye, muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş yani onları fonksiyonlarına uygun biçimde programlamıştır (Taberî, XXI, 94; İbn Ebû Hâtim, IX, 3104).
“... Ve ruhundan ona üflemiş” ifadesinde insana verildiği bildirilen ruha, “Allah’ın ruhu” demek, Kâbe’ye “Allah’ın evi”, kula “Allah’ın kulu” demek gibidir. Bu ifade onların önemli, değerli, özel ve şerefli olduklarını gösterir. Bunların, Allah’ın bir parçası, içinde oturduğu evi, hizmetinde kullandığı kölesi diye anlaşılması O’nun zat ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere ters düşer.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 349-350
ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
عَالِمُ haber olup lafzen merfûdur. الْغَيْبِ muzâfun ileyh olup kesra mecrurdur. الشَّهَادَةِ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
الْعَز۪يزُ mübtedanın ikinci haberi olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ mübtedanın üçüncü haberi olup lafzen merfûdur.
الرَّح۪يمُ ve الْعَز۪يزُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mübteda ve haberden müteşekkil olan cümlede mübtedanın işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgulayarak, ona dikkat çekme ve tazim amacına matuftur.
ذٰلِكَ mübteda, عَالِمُ الْغَيْبِ haber, الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُۙ ikinci ve üçüncü haberdir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber iibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الشَّهَادَةِ kelimesi, عَالِمُ ’nun muzafun ileyhi olan الْغَيْبِ ’ye atfedilmiştir. Cihet-i camia tezattır.
الْعَز۪يزُ ve الرَّح۪يمُۙ sıfatları ma‘rife olarak gelmiştir. Allah Teâlâ’da bu iki vasıf kemâl derecededir.
Allah Teâlâ görüneni ve görünmeyeni bilir anlamına, herşeyi bilmekle kalmaz iyinin de kötünün de karşılığını verir anlamı kastedildiği için cümlede, lazım melzum alakasıyla mecazi mürsel vardır.
الْغَيْبِ - عَالِمُ ile الشَّهَادَةِ - الْغَيْبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, الشَّهَادَةِ - عَالِمُ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah Teâlâ’ya ait bu sıfatların aralarında وَ olmaksızın gelerek ikisinin de müsned olması, bu vasıfların onda her ikisinin birden mevcudiyetine işaret eder.
Bu sıfatlarla, ayetin mükemmel anlam uyumu, teşabüh-il etraf sanatının güzel bir örneğidir.
Mübalağa sıygasındaki الْعَز۪يزُ- الرَّح۪يمُۙ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, henüz olmamış şeylere bir işaret olsun diye, görünmeyeni de bilen; olup bitmiş şeylere bir işaret olsun diye de görüneni de bilen buyurmuştur. İlminin mükemmel olduğunu çok kuvvetli ve net biçimde haber verdiği için de görünmeyeni bilen tabirini önce zikretmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, yegâne galip ve çok merhametli olan O'dur buyurmuştur. Alim olduğunu beyan edince kâfirleri cezalandırmaya kadir olan bir aziz; itaatkar kullarına da rahmeti bol olan bir rahîm olduğunu, böylece belirtmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
ذٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kamil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Duhan Suresi Belaği Tefsiri, Muhammed Ebu Musa, Duhan Suresi 57)
Cenab-ı Hakk, henüz olmamış şeylere bir işaret olsun diye, “görünmeyeni de bilen”; olup bitmiş şeylere bir işaret olsun diye de “görüneni de bilen” buyurmuştur. İlminin mükemmel olduğunu çok kuvvetli ve net biçimde haber verdiği için de “görünmeyeni bilen” tabirini önce zikretmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, “yegâne galip ve çok merhametli olan O’dur” buyurmuştur. Alim olduğunu beyan edince, kâfirleri cezalandırmaya kâdir olan bir azîz; itaatkâr kullarına da rahmeti bol olan bir rahîm olduğunu, böylece belirtmiştir. (Fahreddin er-Razi)