ثُمَّ سَوّٰيهُ وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | سَوَّاهُ | ona biçim verdi |
|
3 | وَنَفَخَ | ve üfledi |
|
4 | فِيهِ | ona |
|
5 | مِنْ | -ndan |
|
6 | رُوحِهِ | kendi ruhu- |
|
7 | وَجَعَلَ | ve yarattı |
|
8 | لَكُمُ | sizin için |
|
9 | السَّمْعَ | kulak(lar) |
|
10 | وَالْأَبْصَارَ | ve gözler |
|
11 | وَالْأَفْئِدَةَ | ve gönüller |
|
12 | قَلِيلًا | ne kadar az |
|
13 | مَا |
|
|
14 | تَشْكُرُونَ | şükrediyorsunuz |
|
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Tefsirlerde 4. âyette “Allah’tan başka şefaatçinin bulunmadığı” ifade edilirken özellikle müşriklerin şu anlayışlarının reddedildiği belirtilir: Putperestlerin bir kısmı “Biz göklerin ve yerin bir yaratıcısının bulunduğunu kabul ediyoruz; fakat bu putlar gezegenlerin sûreti (sembolü) olduğundan biz onlardan güç ve destek alıyoruz”; bazıları da “Bunlar meleklerin sûreti olup bize şefaatçi olacaklardır” diyorlardı. Bu iddiaya karşı âyette Allah’tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefaatçi de olamayacağı bildirilmektedir (Râzî, XXV, 171). Allah şefaat eden değil, katında şefaat edilendir. Ancak, O’nun katında şefaat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izin ve rızâsıyla şefaat edebileceklerdir (şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
7. âyette geçen Cenâb-ı Allah’ın yarattığı her şeyi güzel kıldığına ilişkin ifadeyi Zemahşerî şöyle açıklar: Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir; güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilebilirse de bütün yaratılmışlar güzeldir. “Güzel yapma”anlamına gelen ahsene fiilinin Arapça’daki bazı özel kullanımlarından hareketle bu cümleyi, “Her bir şeyi nasıl yaratacağını çok iyi bilir” şeklinde anlayanlar da olmuştur (III, 219). Bu ifade için yapılan diğer bazı yorumlar şöyledir: a) Allah gerek güzel gerekse çirkin her şeyi yaratmakla mükemmel bir sanat ortaya koymuştur; b) Her şeyi uygun biçimde ve yerli yerince yaratmıştır; c) Yarattığı her şeye, muhtaç olduğu bilgiyi ilham etmiş yani onları fonksiyonlarına uygun biçimde programlamıştır (Taberî, XXI, 94; İbn Ebû Hâtim, IX, 3104).
“... Ve ruhundan ona üflemiş” ifadesinde insana verildiği bildirilen ruha, “Allah’ın ruhu” demek, Kâbe’ye “Allah’ın evi”, kula “Allah’ın kulu” demek gibidir. Bu ifade onların önemli, değerli, özel ve şerefli olduklarını gösterir. Bunların, Allah’ın bir parçası, içinde oturduğu evi, hizmetinde kullandığı kölesi diye anlaşılması O’nun zat ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere ters düşer.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 349-350
ثُمَّ سَوّٰيهُ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَوّٰيهُ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdir, هو’dir. Muttasıl zamir هُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. نَفَخَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. ف۪يهِ car mecruru نَفَخَ fiiline mütealliktir. مِنْ رُوحِه۪ car mecruru نَفَخَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi).
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Fail müstetir olup takdiri هو’dir. لَكُمْ car mecruru جَعَلَ fiiline mütealliktir. السَّمْعَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الْاَبْصَارَ - الْاَفْـِٔدَةَ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
Fiil cümlesidir. قَل۪يلاً kelimesi amili تَشْكُرُونَ olan mef'ûlu mutlakından naibtir.
مَا zaiddir. قَل۪يلاً ’i tekid etmek içindir.
تَشْكُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ثُمَّ سَوّٰيهُ وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪
Hükümde ortaklık nedeniyle terâhi ve tertib bildiren atıf harfi ثُمَّ ile önceki ayetteki …جَعَلَ cümlesine atfedilmiştir. İlk cümle ثُمَّ سَوّٰيهُ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen وَنَفَخَ ف۪يهِ مِنْ رُوحِه۪ cümlesiyle وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَ cümlesinin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
رُوحِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait هُ zamirine muzaf olması, رُوحِ için tazim ve teşrif ifade eder.
“Ona ruhundan üfledi” buyurmuştur. Buradaki “ruh” kelimesinin, Allah’ın zâtına nispet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah’a izafe edilip de “Beytullah - Allah’ın evi” denilmesi gibi teşrîf ve gaye vermek içindir. (Fahreddin er-Razi)
Burada ruhun, Allah'a izafe edilmesi, insani teşrif içindir ve bir de şu hakikatleri bildirmek içindir: insan son derece acayip bir mahluk ve harika bir sanattır; onun Allah'ın huzuruna münasip bir şanı vardır; beşer aklının dahi marifetten erişebileceği en son makam, bazen O'na izafet ile ifade edilen bazen de O'nun emrine nispet edilmekle ifade edilen mertebedir. Nitekim diğer bir ayette de şöyle denilmektedir: “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (Ebüssuûd)
Burada النَّفْخُ kelimesi kesi cesedin içindeki süratli latif ruhani akışın temsilidir. (Âşûr)
وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la önceki ayetteki …جَعَلَ cümlesine matuf olup müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur لَكُمْ, mef'ûl olan السَّمْعَ ’ya ihtimam için takdim edilmiştir.
Önceki ayetlerdeki gaib zamirden لَكُمُ ’de muhatab zamire iltifat edilmiştir.
Sizin için yaptı, yarattı dedikten sonra yaptıklarının السَّمْعَ ,الْاَبْصَارَ ,الْاَفْـِٔدَةَۜ şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
السَّمْعَ - الْاَفْـِٔدَةَۜ - الْاَبْصَارَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمْعَ - الْاَبْصَارَ kelimeleri müfret ve cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.
Cenab-ı Hakk, “Ona ruhundan üfledi” buyurmuştur. Buradaki ruh kelimesinin, Allah'ın zâtına nisbet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah'a izâfe edilip de “Beytullah - Allah'ın evi” denilmesi gibi teşrif ve gaye vermek içindir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hakk, işitme konusunda masdarı السَّمْعَ (işitme); görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da الْاَفْـِٔدَةَۜ - الْاَبْصَارَ [gözler ve gönüller] kelimelerini çoğul getirmiş; السَّمْعَ kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. (Fahreddin er-Râzî)
جَعَلَ لَكُمُ [Sizin için kıldı] cümlesinde, III. şahıs zamirinden II. şahıs zamirine dönüş vardır. Bunun aslı وَجَعَلَ لَهُ (onun için yani insan için kıldı)dır. Bundaki nükte şudur: Hitap ancak diriye olur. Allah o insana ruhu üfürünce zürriyetiyle birlikte ona hitap güzel olmuştur. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Cenab-ı Hakk, işitme konusunda masdarı, görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da الْاَبْصَارَ ve الْاَفْـِٔدَةَۜ kelimelerini çoğul getirmiş; السَّمْعَ kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. Bu şöyle bir hikmetten dolayıdır. İşitmek, tek bir kuvvettir ve onun, tek bir fiili vardır. Çünkü insan, aynı anda iki sözü zaptedemez. Kulak, işitmenin mahalli olup işitmede herhangi bir irade ve ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü ses, hangi cihetten olursa olsun hemen oraya ulaşır. Kulağın, kuvvetini, işitilen şeylerden bir kısmını değil de diğer kısmını anlamaya tahsis etme kudreti yoktur. Ama görmenin mahalli gözdür. Fakat göz için bir çeşit irade ve ihtiyar söz konusudur. Çünkü göz, başka tarafa değil de görülen şeyin tarafına hareket edebilir. Gönül de böyledir. Gönül idrakin mahalli olup bunun da bir çeşit başkasına değil de istediği tarafa yönelebilme iradesi ve ihtiyarı vardır. Durum böyle olunca işitmede, mahal olan kulağın bir tesiri yoktur. Burada kuvvet, tek başına hareket etmektedir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk, kulak hususunda işitme kuvvetini zikretmiş; göz ve gönül hususunda ise kuvvetlerin mahalline, bir çeşit irade ve ihtiyar nisbet etmiş, bu sebeple de mahalli zikretmiştir. O halde bu demektir ki bir irade ve ihtiyarı olmadığı için işitme mahalli olan kulak değil de işitmek asıldır. Göz de bir asıl gibidir. Görme kuvveti ise onun aleti durumundadır. Kalb de böyle olup anlama kuvvesi de bunun aleti durumundadır. İşte böylece Cenab-ı Hakk, işitme hususunda kuvvet demek olan masdarı zikretmiş; görme ve kalb hususunda da kuvvetin mahalli olan isimleri zikretmiştir. Bir de işitmenin, tek bir kuvveti ve tek bir fiili vardır. İşte bundan dolayı insan, aynı anda iki sözü zaptedecek bir tarzda duyamaz ama aynı anda iki veya daha fazla şekilleri kavrayıp birbirinden ayırt edebilir. (Fahreddin er-Razi)
Allah, sizin menfaatiniz için bu duyu organlarını yaratmıştır ki bunların, haddizâtında kıymetleri edilemeyecek kadar büyük nimetler olmaktan başka bir de size bahşedilen dinî ve dünyevî diğer nimetleri anlamanın vesileleri olduklarını anlayasınız ve bunlara şükredesiniz yani bu organların her birini, yaratılış gayesine uygun olarak kullanıp kulaklarınızla tevhidi ve yeniden dirilmeyi ifade eden vahiy ayetlerini ve gözlerinizle de kâinat ayetlerini idrak edesiniz ve kalplerinizle de bunların hak olduklarına deliller bulasınız. (Ebüssuûd)
قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. قَل۪يلاً , amili تَشْكُرُونَ olan masdardan naib olarak gelmiştir. Bu takdire göre müspet muzari fiil cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümledeki zaid harf مَا ve mef'ûlü mutlak tekid unsurlarıdır.
قَل۪يلا kelimesinin nekre olarak gelmesi azlık ifade etmek içindir. Cümledeki مَا edatı, bu belirsizlikten çıkan azlık manasını pekiştirmektedir. Bu, şükretmemekten kinayedir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, Müminun Suresi, 78)
قَلِيلًا kelimesi لَكم ’deki zamirin hali olarak gelmiş bir ismi faildir. ما تَشْكُرُونَ ifadesi mastar tevilindedir ve قَلِيلًا kelimesinin faili olarak ref mahallindedir. Bu yüce nimeti size O vermiştir bunun karşısında sizin haliniz az şükretmektir demektir. قَلِيلًا kelimesinin hakiki manada gelmiş olması veya yokluktan kinaye olarak gelmiş olması da caizdir. (Âşûr)
Kur'an’daki fasılaların en önemli meselelerinden birini de pek çok dil bilimci ve müfessirin üzerinde konuştuğu akılla direk bağlantılı olan تَعَقُّل , تَفَكُّر , تَدَبُّر , تَذَكُّر ve تَفَقُّه kavramları oluşturmaktadır. Kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَۙ gibi tezekküre çağıran fasılalarla bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur'an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكَّرُ) geleceğe yol bulmaları (تَدَبَّرُ) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise tefakkuh kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur'an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları, Doktora Tezi)
Bu cümle, makabli için bir zeyil mahiyetinde olup o kâfirlerin, bu büyük nimetlere olan nankörlüklerini beyan etmektedir. Zira burada azlık, yokluk anlamındadır, (Siz, hiç şükretmiyorsunuz, demektir.) nitekim bundan sonraki kelam da bunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)