Nisâ Sûresi 172. Ayet

لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً  ...

Mesih de, Allah’a yakın melekler de, Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim Allah’a kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki, O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَنْ
2 يَسْتَنْكِفَ çekinmez ن ك ف
3 الْمَسِيحُ Mesih
4 أَنْ
5 يَكُونَ olmaktan ك و ن
6 عَبْدًا kul ع ب د
7 لِلَّهِ Allah’a
8 وَلَا
9 الْمَلَائِكَةُ ve melekler de م ل ك
10 الْمُقَرَّبُونَ (Allah’a) yaklaştırılmış ق ر ب
11 وَمَنْ ve kim
12 يَسْتَنْكِفْ çekinirse ن ك ف
13 عَنْ
14 عِبَادَتِهِ O’na kulluktan ع ب د
15 وَيَسْتَكْبِرْ ve büyüklük taslarsa ك ب ر
16 فَسَيَحْشُرُهُمْ bilsin ki O toplayacaktır ح ش ر
17 إِلَيْهِ kendi huzuruna
18 جَمِيعًا onların hepsini ج م ع
 

Müşrikler, “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlar (Nahl 16/57), hıristiyanlar da Îsâ Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu iki iddianın reddinde kullanılan delil, meleklerin ve Îsâ’nın davranışlarından hareket eden vâkıa delilidir; çünkü gerçekte olan, fiilen gerçekleşen şey, gerek meleklerin ve gerekse Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadet ettikleridir. Melekler bunun için var edilmişlerdir, Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadetle ömrünü geçirdiği ise yalnızca Kur’ân’ın nakli ile değil, İncil’deki açıklamalarıyla da sabittir (meselâ bk. Matta, 4/8-10). Allah ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir; melekler ve Hz. Îsâ da Allah’a ibadet ettiklerine göre bunların ne tanrı ne de O’nun oğlu veya kızı olmaları mümkündür.

  Allah’a ibadetten geri duranlar ikiye ayrılır;

 Bir kısmı bilgisizlik, tembellik, imkânsızlık gibi sebeplerle ibadet edemeyenler, diğerleri ise bildikleri ve imkân buldukları halde büyüklendikleri, Allah’a kulluğu içlerine sindiremedikleri için ibadetten geri duranlar. Birinci gruba girenler, ya iyilikleri kötülüklerine, sevapları ibadet eksiklerine ve günahlarına galip geldiğinden veya Allah’ın lutfundan affedilebilirler.

İkinci gruba girenler ise –kendileri bunu istemedikleri halde– zorla Allah’ın huzuruna getirilecekler, elleri kelepçeli sanık ve tutukluların mahkeme huzuruna celbedildikleri gibi Allah’ın huzuruna çıkarılınca âcizliklerini anlayacaklar, büyüklenmelerinin anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Ceza ve mükâfat konusundaki ilâhî kural ise şudur: Birinci kısım olarak tanımlanan kusurlular affedilmedikleri takdirde yalnızca günahları kadar ve ağır olmayan bir ceza göreceklerdir; bunlar için, Allah izin verdiği takdirde, şefaat kapısı da açık olacaktır. İkinci gruba girenlerin cezası –günahları ölçüsünde– ağır ve şiddetli olacak, ayrıca Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı bulabileceklerdir. Sığınabilecekleri yegâne merci olarak, sadece Allah kalacak, ancak dünya hayatında O’na karşı büyüklendikleri ve kendisine kul olmayı reddettikleri için O’ndan yardım beklemeye de yüzleri olmayacaktır. Dünyada Allah’a kulluktan geri durmayan, ömrünü Allah’a kulluk, ibadet ve güzel işler, iyi davranışlarla geçiren müminlere gelince Allah, onlara ibadetlerinin ve güzel davranışlarının karşılığını verdikten sonra lutfundan bir de fazlasını ihsan edecek, onları hak ettiklerinin üstünde ödüllendirecektir. Cezada denge adalet gereği olup bunun bozulması haksızlıktır. Hak edilenin üstünde ödüllendirme ise adalete aykırı olmayıp ödüllendirenin lutuf, cömertlik ve kereminin eseridir. (Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 188-194)

 

لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ


Fiil cümlesidir.  لَنْ  muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder.

يَسْتَنْكِفَ  mansub muzari fiildir.  الْمَس۪يحُ  fail olup lafzen merfûdur.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mahzuf  عن  harf-i ceriyle birlikte  يَسْتَنْكِفَ  fiiline müteallıktır.

يَكُونَ  nakıs mansub muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  يَكُونَ ’nin ismi müstetir  هو  zamiridir.

عَبْدًا  kelimesi  يَكُونَ ’nin haberi olup lafzen fetha ile mansubtur.  لِلّٰهِ  car mecruru  عَبْدًا’in mahzuf sıfatına müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  الْمَلٰٓئِكَةُ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الْمَس۪يحُ ’ye matuftur.  الْمُقَرَّبُونَ  kelimesi  الْمَلٰٓئِكَةُ’nun sıfatıdır.

الْمُقَرَّبُونَ ’nin ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.


وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً


وَ  atıf harfidir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  يَسْتَنْكِفْ  meczum muzari fiildir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faili müstetir olup takdiri  هو’dir.

عَنْ عِبَادَتِه۪  car mecruru  يَسْتَنْكِفْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يَسْتَكْبِرْ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  سَيَحْشُرُهُمْ  fiilinin başındaki  سَ  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.

يَحْشُرُ  merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Muttasıl zamir  هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اِلَيْهِ  car mecruru  سَيَحْشُرُهُمْ  fiiline müteallıktır.  جَم۪يعًا  kelimesi  سَيَحْشُرُهُمْ ’deki zamirin hali olup fetha ile mansubtur.

 
 

لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ

 

İstînâf cümlesidir. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber inkâr î kelamdır.  لَنْ  ve zaid  لَا  olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir. 

اَنْ  ve akabindeki cümle masdar tevilinde, takdir edilen  عن  harf-i ceriyle  يَسْتَنْكِفَ  fiiline müteallıktır.  لَا الْمَلٰٓئِكَةُ  tezâyüf sebebiyle  الْمَس۪يحُ ’ya matuftur. Kelimeye dahil olan  لَا, olumsuzluğu tekid için gelmiş zaid harftir.

الْمَلٰٓئِكَةُ , الْمُقَرَّبُونَ  için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

يَسْتَنْكِفْ  fiili  يَسْتَكْبِرْ  kelimesinden daha şiddetlidir. İstinkâf: Tenezzül etmemek, hor görmek, küçük görmek anlamındadır. 

يَسْتَنْكِفْ  fiilinin tekrarı dolayısıyla reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Böylece bu mana yerleştirilir.

Cenab-ı Hakk, İsa’nın (a.s.) Allah’ın kulu olduğuna kesin delil getirip onun Allah’ın oğlu olması inancı caiz olmayınca işte bundan sonra Cenab-ı Hakk, onların şüphelerini hem nakletmeye hem de bu şüpheleri cevaplamaya işaret etmiştir. Çünkü onların, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu ispat hususunda ileri sürdükleri delilleri; onun gaybdan haber vermiş olması, ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi harikulade şeyler yapmış olmasıdır. Buna göre Cenab-ı Hakk sanki: “Mesih, bu kadar ilim ve bu kadar kudret ile Allah’ın kulu olmaktan katiyetle istinkâf edip kaçınmaz. Çünkü mukarreb melekler, gerek gaybı bilme ve gerekse kudret bakımından İsa’dan daha üstündürler. Çünkü onlar, Levh-i Mahfuz’a muttalidirler. Ve yine onlardan sekiz tanesi, o muazzam büyüklükteki arşı taşımaktadırlar. Sonra melekler, gerek ilimleri gerekse kudretleri bakımından bu kadar mükemmel olmalarına rağmen kesinlikle Allah’a kulluktan kaçınmamış, istinkâf etmemiş iken nasıl olur da Mesih, bu kadar az ilmi ve kudretiyle Allah’a kulluk arz etmekten istinkâf edebilir?” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî - Ebüssuûd)

Bu ayet, yalnız Hristiyanlar için değil aynı zamanda meleklere tapanların da inançlarını reddetmek amacına matuftur. (Ebüssuûd)

Allah’ın oğlu olduğu konusundaki bütün iddiaları saymak kastıyla yapılmış bir idmâcdır. (Âşûr)

Bu ayetin, Hristiyanların iddialarını reddetmeye mahsus olduğu kabul edilirse burada meleklerin İsa’ya (a.s.) atfından maksat:  

  1. Teksir ve tafsil itibariyle olan mübalâğadır; yoksa tekbir ve tafdîl itibariyle olan mübalağa değildir.
  2. Eğer tafdîl kastedildiği kabul edilirse bu ifade olsa olsa mukarrabîn meleklerin yani arşın etrafında bulunan kurbiyyun meleklerin veya mertebece daha yüksek meleklerin, Mesih peygamberlerden daha üstün olduklarına delalet eder. Bundan da mutlak olarak bir cinsin (meleklerin) diğer cinse (peygamberlere) üstünlüğü lazım gelmez. (Ebüssuûd)

عَبْدًا لِلَّهِ  ifadesinde izafetten vazgeçilerek izafette takdir edilen  لِ  harfi açıkça zikredilmiştir. Çünkü burada nekrelik, ubudiyeti ifade açısından daha açıktır. Yani  abd, abdler arasından biridir. Burada  عَبْدَ اللَّهِ  buyurulsaydı izafet manası olduğu vehmedilebillirdi ve özel bir abd olduğu veya bu ifadenin onun özel ismi olduğu anlaşılabilirdi. (Âşûr)

 

 وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً

 

وَ  atıftır. Cümle  şart üslubunda haberî isnaddır. 

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪, mübteda olan  مَنْ ’in haberidir. Cevap cümlesinin haber olması caizdir.

Müsnedin muzari fiille gelmesi hudûs, teceddüt ve hükmü takviye ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi etkilenir.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعًا, faide-i haber talebî kelamdır. Cümle  سَ  harfiyle tekid edilmiştir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. 

Cümlede fiiller muzari fiil sıygasında gelmiştir. Muzarinin teceddüt ve tecessüm özelliği, anlamı muhatabın zihnine yerleştirmekte etkili olmuştur.

لَنْ يَسْتَنْكِفَ -  يَسْتَنْكِفْ  arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

يَسْتَنْكِفْ  ile  يَسْتَكْبِرْ  arasında mürâât-ı nazir ve muvazene sanatları vardır.

عَبْدًا - عِبَادَتِه۪  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

جَم۪يعًا  manevi tekiddir.

Tağlîb sanatı vardır. Allah sadece onları değil, hepimizi toplayacaktır. Burada toplar sözünde lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Toplar yani cezasını verir demektir.

Allah Teâlâ, o istinkâf edip büyüklenenleri haşredeceğini söyleyip ama onlara ne yapacağını söylemeyerek aksine ilk önce itaatkâr müminlerin mükâfatından bahsedip  فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ  buyurmuş, sonunda da istinkâf edip tekebbür edenlerin cezasına yer vermiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Burada ibadetten maksat, Allah Teâlâ’ya itaattir. Bu itibarla bütün kâfirleri kapsar. Çünkü onların Allah Teâlâ’ya gerçek itaati yoktur. (Ebüssuûd)

İstikbâr (kibir, büyüklük taslamak), istihkakı (liyakati) olmadığı halde nefsinde büyüklük görme isteğidir. Bu, kendi nefsini büyük sayıp öyle inanmak demektir. Bunun isteğe delalet eden bir kelime ile ifade edilmesi, netice olarak bir istekten ibaret kaldığını, matlûbun hasıl olamayacağını bildirmek içindir.  (Ebüssuûd)

Eğer “Niçin ayette, onların Allah Teâlâ’ya itaatsizliği, istinkâf (çekinmek, kaçınmak, ar duymak) şeklinde ifade edilmiş? Oysa onların bu inançları istinkâf yoluyla değil, bunun Allah Teâlâ tarafından olduğunu inkâr  yoluyla idi.” denirse cevap olarak deriz ki:

“Onlar, Resulullah’a itaatten istinkâf ediyorlardı. Bu ise Allah’a itaatten istinkâf etmekten başka bir şey değildir. Çünkü [Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa Suresi, 80)] ayetinde açıkça belirtildiği gibi Peygamber yalnız Allah’ın emirlerini dile getirmiştir.

İstikbâr kelimesi, istinkâftan daha hafif bir vasıf belirtir. Zira istinkâf, istinkâf edilen şeyden ar ve nakısa bulaşmak vehmini de kapsar. 

Ayetin başında ne Mesih ne de mukarrabin meleklerin, Allah Teâlâ’ya kul olmaktan istinkâf etmedikleri zikredildiği halde tafsilat bölümünde (Kim O’na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa) o iki fırkadan birinin zikredilmemesi, tafsilatın iki fırka hakkında olduğunun bilinmesi ve bir fırkanın haşrinin (diğerinin de haşrini gerektirdiği içindir. Zira hasrın, bütün insanlar için olduğu, zorunlu olarak kabul edilen bir gerçektir. Nitekim [Allah'a iman edip de...(Nisa Suresi, 175)] ayetinde ki tafsilattan önceki hitap umumi olup iki fırkayı da kapsar. Fakat tafsilatta iki fırka da zikredilmemiştir. Bunun sebebi iki fırkadan birinin mükâfatlandırılmasını, diğerinin cezalandırılmasını gerektirdiği içindir. Zira cezanın (amellerin karşılığının verilmesinin) hepsine şümulü zaruridir. (Ebüssuûd)