بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْۜ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَهْلَ | ehli |
|
2 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
3 | لَا |
|
|
4 | تَغْلُوا | taşkınlık etmeyin |
|
5 | فِي |
|
|
6 | دِينِكُمْ | dininizde |
|
7 | وَلَا |
|
|
8 | تَقُولُوا | ve söylemeyin |
|
9 | عَلَى | hakkında |
|
10 | اللَّهِ | Allah |
|
11 | إِلَّا | dışında |
|
12 | الْحَقَّ | gerçek |
|
13 | إِنَّمَا | şüphesiz |
|
14 | الْمَسِيحُ | Mesih |
|
15 | عِيسَى | Îsa |
|
16 | ابْنُ | oğlu |
|
17 | مَرْيَمَ | Meryem |
|
18 | رَسُولُ | elçisidir |
|
19 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
20 | وَكَلِمَتُهُ | ve O’nun kelimesidir |
|
21 | أَلْقَاهَا | attığı |
|
22 | إِلَىٰ |
|
|
23 | مَرْيَمَ | Meryem’e |
|
24 | وَرُوحٌ | ve bir ruhtur |
|
25 | مِنْهُ | O’ndan |
|
26 | فَامِنُوا | inanın |
|
27 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
28 | وَرُسُلِهِ | ve elçilerine |
|
29 | وَلَا |
|
|
30 | تَقُولُوا | demeyin |
|
31 | ثَلَاثَةٌ | (Allah) "Üçtür" |
|
32 | انْتَهُوا | buna son verin |
|
33 | خَيْرًا | yararınıza olarak |
|
34 | لَكُمْ | kendi |
|
35 | إِنَّمَا | çünkü |
|
36 | اللَّهُ | Allah |
|
37 | إِلَٰهٌ | tanrıdır |
|
38 | وَاحِدٌ | bir tek |
|
39 | سُبْحَانَهُ | O yücedir |
|
40 | أَنْ |
|
|
41 | يَكُونَ | olmaktan |
|
42 | لَهُ | kendisi |
|
43 | وَلَدٌ | çocuk sahibi |
|
44 | لَهُ | O’nundur |
|
45 | مَا | olanlar |
|
46 | فِي |
|
|
47 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
48 | وَمَا | ve olanlar |
|
49 | فِي |
|
|
50 | الْأَرْضِ | yerde |
|
51 | وَكَفَىٰ | ve yeter |
|
52 | بِاللَّهِ | Allah |
|
53 | وَكِيلًا | vekil olarak |
|
Detaylı tefsir için:
https://Kur’ân.diyanet.gov.tr/tefsir/Nisâ-suresi/664/171-ayet-tefsiri
Bir adam Rasûl-i Ekrem sallallahubaleyhi veselleme:
“Ey Muhammed! Ey Efendimiz ve Efendimizin oğlu!
En hayırlımız ve en hayırlımızın oğlu!”
diye hitab edince, Allah’ın elçisi şunları söyledi;
“Ey insanlar! Allah’tan korkunuz, şeytan sizi baştan çıkarmasın.Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im.Allah’ın kulu ve Rasûlüyüm.Allah Teala’nın beni yerleştirdiği yerden daha yükseğine çıkarmanızı istemem.”
(Ahmed bin hambel, Müsned III, 153,249; Elbani, Sildiletü’l-ehadisi’s-sahiha,IV, 101, nr. 1572).
Yine bir adam Peygamber Efendimize: “Ey insanların en hayırlısı!” diye hitab edince, Allah’ın Elçisi: “O İbrahim alehisselamdır” buyurdu. (Müslim, Fezl 150; Ebu Davud, Sünnet 13; Tırmızı, Tefsir 87)
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
Riyazus Salihin, 413 Nolu Hadis
Ubâde İbni’s-Sâmit radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim, Allah’dan başka ilâh yoktur, yalnız Allah vardır, şeriki yoktur; Muhammed, Allah’ın kulu ve rasûlüdür. İsâ da Allah’ın kulu ve elçisi, Meryem’e bıraktığı kelimesi ve Allah tarafından (hayat verilen) bir ruhtur. Cennet, haktır ve gerçektir, cehennem de haktır ve gerçektir” diye şehâdet ederse, Allah o kimseyi, ameli ne olursa olsun, cennete koyar”.
Buhârî, Enbiyâ 47; Müslim, Îmân 46
Müslim’in bir başka rivâyetinde (Îmân 47);
“Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın rasûlüdür” diye şehâdet eden kimseye Allah cehennemi haram kılar” buyurulmaktadır.
نهي Bir şeyi yapmaya engel olmak, ondan menetmek demektir. Anlam bakımından bunun sözle ya da başka bir şeyle olması arasında herhangi bir fark yoktur. ألإنْتِهاء; kişinin nehyedildiği şeyi yapmaktan imtina etmesi, kaçınması ve sakınmasıdır. إنْهاء sözcüğü temelde nehyi ulaştırmak, yetiştirmek ya da bildirmek anlamındadır. Daha sonra literatürde her türlü bildirme için kullanılır olmuştur. النُّهْيَة çirkinlik ve fenalıklardan nehy eden akıl manasındadır. Çoğulu النُّهَى şeklinde Kurân'ı Kerim'de geçmektedir. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 56 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri nehy, nihayet, intiha, münteha, namütenahi, nihai, (ila) nihaye ve menhiyyattır. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ
يَٓا nida harfidir. اَهْلَ münadadır. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Nidanın cevabı لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ ’dur. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَغْلُوا fiili نَ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي د۪ينِكُمْ car mecruru تَغْلُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ cümlesi atıf harfi وَ ’la nidanın cevabına matuftur. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَقُولُوا fiili نَ ‘un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru الْحَقَّ ’nın mahzuf haline müteallıktır. Takdiri, موقوفا أو منطبقا على الله
(Allah’a bağlı olarak) şeklindedir.
اِلَّا hasr edatıdır. الْحَقَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden alıkoyan anlamında olup buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
الْمَس۪يحُ mübtedadır. ع۪يسَى kelimesi الْمَس۪يحُ’den bedeldir. Gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır. ابْنُ ise ع۪يسَى ’nın sıfatı veya bedelidir. مَرْيَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
رَسُولُ اللّٰهِ izafeti mübtedanın haberidir. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
كَلِمَتُهُ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ
Fiil cümlesidir. اَلْقٰيهَٓا fiili, elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هَٓا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اِلٰى مَرْيَمَ car mecruru اَلْقٰيهَٓا fiiline müteallıktır. مَرْيَمَ kelimesi gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
رُوحٌ kelimesi atıf harfi وَ ’la رَسُولُ ’e matuftur. مِنْهُ car mecruru رُوحٌ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.
ف mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. Takdiri, ان صدّقتم ذلك فآمنوا (Bunu tasdik ediyorsanız iman edin.) şeklindedir.
اٰمِنُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru اٰمِنُوا fiiline müteallıktır. رُسُلِه۪ kelimesi atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَقُولُوا fiili نَ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli, ثَلٰثَةٌ ’dur. تَقُولُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
ثَلٰثَةٌ mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri, الآلهة (ilahlar) şeklindedir.
اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْۜ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ
Fiil cümlesidir. اِنْتَهُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. خَيْرًا mef’ûlu mutlaktan naibtir. Takdiri, انتهوا انتهاء خيرًا لكم (Sizin için hayırlı olacak şekilde buna son verin.) şeklindedir.
لَكُمْ car mecruru خَيْرًا ’e müteallıktır.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden alıkoyan anlamında olup buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. اِلٰهٌ haber olup lafzen merfûdur. وَاحِدٌ kelimesi اِلٰهٌ ’un sıfatıdır.
سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ
سُبْحَانَهُٓ takdiri نُسَبِّحُ (Tesbih ederiz.) olan mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf عن harf-i ceriyle birlikte سُبْحَانَهُٓ ’ye müteallıktır.
يَكُونَ nakıs mansub muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
لَهُ car mecruru يَكُونَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. وَلَدٌۢ kelimesi يَكُونَ ’nin muahhar ismidir.
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
مَا فِي الْاَرْضِ ifadesi atıf harfiyle makabline matuftur.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً۟
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. كَفٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.
بِ zaiddir. اللّٰهِ lafzı lafzen mecrur olup كَفٰى fiilinin faili olarak mahallen merfûdur. وَك۪يلًا ise hal veya temyiz olup fetha ile mansubtur.
Umum ifadesi için كَفٰى fiilinin mef’ûlu mahzuftur. (Âşûr)يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ
Fasılla gelmiş, istânâf cümlesidir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nidanın cevabı olan لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ [Ey kitap ehli] nidasıyla umum zikredilmiş, husus kastedilmiştir. Yani burada ehl-i kitaptan maksat sadece Hristiyanlardır.
لَا تَغْلُوا; aşırı gitmeyin, demektir. Türkçede kullandığımız galeyan kelimesi bu kökün türevidir.
ف۪ي د۪ينِكُمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir.
Cenab-ı Allah, Yahudilerin Mesih’i ta’n etme hususunda ileri gittiklerini nakletmişti. İşte Hristiyanlar da ona tazim ve saygı hususunda ileri gidiyorlar. Her iki tarafın maksatları da kınanmış ve mezmumdur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hakk, Hristiyanlara, [Dininiz hususunda haddi aşmayın.] demiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Burada, hitap yalnız Hristiyanlara tahsis edilmiştir. Maksat, onları içinde bulundukları küfür ve dalâletten men etmektir. (Ebüssuûd)
وَ atıftır. Cümle nidanın cevabına matuftur. Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nehiy harfi ve istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiille mef’ûlü arasındadır. Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vâki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah’ı kendisi hakkında imkânsız olan hulûl (başkasının varlığında görünmek), ittihat (başkasının varlığıyla birleşmek) ve eş, çocuk edinmek gibi vasıflarla vasıflandırmayın. O’nu bütün bunlardan tenzih edin! (Ebüssuûd)
ولا تَقُولُوا عَلى اللَّهِ إلّا الحَقَّ sözü çirkin iftirayı nefyetmek için hususun umuma atfı babındandır. القَوْلِ kelimesi عَلى ile müteaddi olduğunda zikredilen sözün harften sonra gelen şeye nisbetinin yalan olduğuna delalet eder. (Âşûr)
اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ
Fasılla gelen cümle, الْحَقَّ ’nın mazmunu için tefsiriye veya beyanî istînaftır. Fasıl sebebi şibh-i kemal-i ittisâldir. İsim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. اِنَّمَا edatı ile yapılan kasr, kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Kasr konusu tabiri olarak mevsuf denilen ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ, sıfat olan الْمَس۪يحُ ’e kasredilmiştir. İzafîdir. ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ yani maksûr/mevsuf, الْمَس۪يحُ ’e yani maksûrun aleyhe/sıfata tahsis edilmiştir.
Zikredilen mevsûfta, bu sıfattan başka bir sıfat olmadığını ifade eder. Ama bu sıfat, başka mevsûflarda bulunabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ, mübteda olan الْمَس۪يحُ için bedeldir. Bedel ıtnâb babındandır.
Müsned az sözle çok anlam ifade etme yollarından olan izafetle gelmiştir.
رَسُولُ اللّٰهِ ve كَلِمَتُهُۚ izafetlerinde Allah ismine ve Allah’a ait zamire muzâf olan رَسُولُ ve كَلِمَتُ, şan ve şeref kazanmıştır.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَرْيَمَ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ , fasılla gelmiş hal cümlesidir. Müspet fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal, anlamı zenginleştiren ıtnab sanatıdır.
كَلِمَتُهُ ,وَرُوحٌ مِنْهُ ’ya matuftur.
[Allah’ın emri ve kelimesi ile vücut bulmuştur.] demektir. Bu Cenab-ı Hakk’ın tıpkı, [Gerçekten Allah katında İsa’nın durumu Adem’in hali gibidir. Allah onu (Adem’i) topraktan yarattı. Sonra ona, “ol” dedi, o da oluverdi. (Âl-i İmran Suresi, 59)] ayetinde bahsettiği husus gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
وَرُوحٌ مِنْهُ [O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur] buyruğuna gelince bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
a. Bir şeyi, son derece temiz ve nezih olmakla vasfettikleri zaman insanların âdeti, “O, bir ruhtur.” demek şeklinde cereyan etmektedir. Binaenaleyh Hz. İsa, babanın nutfesinden tekevvün etmeyip Cebrail’in (a.s.) üflemesinden meydana gelince haliyle o, “ruh” olarak vasfedilmiştir.
مِنْهُ sözünden maksat ise ona bir şeref ve üstünlük kazandırmaktır. Bu tıpkı, “Bu, Allah tarafından gönderilen bir nimettir.” denilmesi gibidir ki bundan maksat da o nimetin tam ve kusursuz, şerefli olduğunu beyan etmektir.
b. Hz. İsa, dini hayatları bakımından insanların hayat bulmalarının sebebidir. Böyle olan herkes, “Ruh” diye vasfedilir. (Şûra Suresi, 52)
c. [O, Allah’tan bir rahmettir.] demektir.
d. Arapça’da “ruh” kelimesi, üflemek manasına gelir. Ruh ile rîh (rüzgâr), birbirlerine yakın olan iki kelimedir. Buna göre “ruh”, Hz. Cebrail’in üflemesinden ibaret olup مِنْهُ sözü de Cebrail (a.s.) tarafından yapılan bu üflemenin, Allah’ın emri ve müsadesiyle olduğunu gösterir.
e. Ruh kelimesi, tenvinli (nekre) olup buradaki tenvin tazim ifade eder. Buna göre mana, [Kudsî, yüce ve şerefli ruhlardan bir ruh] şeklinde olur. مِنْهُ sözü ise onu teşrif ve tazim için o ruhu kendisine izafe etmeyi ifade etmektedir. (Fahreddin er-Râzî - Ebüssuûd)
Bu istînâf cümlesi, o batıl sözün neden men edildiğini açıklar. Bu da onun zıddı olan hak emridir. Yani İsa’nın (a.s.) mertebesi risaletle sınırlıdır; bunu geçmez. مِنْه kelimesindeki من harfi, ibtidâ ve gaye manası vermek içindir. Yani o ruhun başlangıcı Allah Teâlâ’dır; son ulaştığı yer de Meryem’dir.
Hristiyanların iddia ettiği gibi ba’diyet değildir. (Ebüssuûd)
Ayette, İsa’nın (a.s.) Allah’ın resulü sıfatının, vücuda gelmesinden ve Allah Teâlâ’nın kelimesi ve ruhu olmasından önce zikredilmesi, işin başında, tevile yer vermeyen kesin bir ifade ile hakkı tespit ve tayin etmek ve batıl tevil kapısını önceden kapatmak içindir. (Ebüssuûd)
فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ
Takdiri, ان صدّقتم ذلك فآمنوا (Bunu tasdik ediyorsanız iman edin.) olan mahzuf şartın cevabıdır. فَ rabıta veya fasihadır.
Cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mahzuf şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
رُسُلِه۪ۚ - رَسُولُ arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
Makabline tezat sebebiyle atfedilmiş olan وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌ cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. لَا تَقُولُوا fiilinin mekulü’l-kavlinde icâzı hazif vardır. Takdiri, الآلهة (İlahlar) olan mübteda mahzuftur.
ثَلٰثَةٌ ifadesi, mahzuf bir mübtedanın haberidir. Takdiri, وَلَا تَقُولُوا الْاَقَانِيمُ ثَلٰثَة (Asıllar “(ekânîm) üçtür” demeyiniz) şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
خَيْرًا mahzuf mef’ûlü mutlakın sıfatıdır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ
Ta’lîl cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemal-i ittisâldir. İsim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. اِنَّمَا edatı ile yapılan kasr, kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Mevsuf olan اللّٰهُ lafzı , sıfat olan اِلٰهٌ kelimesine kasredilmiştir.
وَاحِدٌ, haber olan اِلٰهٌ için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb babındandır.
سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ
İtiraziye olan cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. سُبْحَانَهُٓ takdiri نُسَبِّحُ (Tesbih ederiz.) olan mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakıdır. اَنْ masdar harfini takibeden يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ cümlesi masdar tevilinde, takdir edilen عن harfi ile سُبْحَانَهُٓ ’ya müteallıktır. Masdarı müevvel cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. كانَ ,لَهُ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallktır. كانَ ,وَلَدٌۢ ‘nin muahhar ismidir. Kelimedeki tenvin tahkir ve kıllet ifade eder.
İtiraz cümleleri ıtnâb sanatıdır.
سُبْحَانَهُٓ; Allah’ı her türlü eksiklikten uzak tutarım ve bütün kemâl vasıfların O’na ait olduğunu itiraf ederim, manasındadır.
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Fasılla gelmiş istînaf cümlesi ta’lîliyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا, muahhar mübteda konumundadır. فِي السَّمٰوَاتِ, ism-i mevsulün mahzuf sılasına müteallıktır. Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
[Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.] ifadesi, kendisine yakıştırılandan son derece uzak olduğunu beyan etmektedir yani göklerde ve yerde bulunan her şey O’nun mahlûku ve raiyetidir. O’nun hakimiyeti altındaki herhangi bir şey nasıl olur da O’ndan bir parça olabilir!? Üstelik parça ancak cisimler için söz konusudur. Allah ise cisim ve arazların niteliklerinden son derece yücedir. (Keşşâf)
Bu ayetin manası,“Göklerin ve yerin ve bu ikisinde bulunan şeylerin maliki olan bir kimse İsa ve Meryem’in de malikidir. Çünkü İsa ile Meryem de göklerde ve yerde bulunanlar cümlesindendir. İsa ve Meryem, gerek zat gerekse sıfatları bakımından kendileri dışında kalanlardan daha büyük değillerdir. Binaenaleyh O, İsa ve Meryem’den daha büyük olanların maliki olunca İsa ve Meryem’in de maliki olur. İsa ve Meryem, O’nun mülkü, memlûkü olunca daha nasıl İsa ve Meryem’in Allah’ın oğlu ve zevcesi oldukları düşünülebilir?” şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî)
وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً۟
Makabline وَ ’la atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Cümlede mütekelliminin Allah Tealâ olması dolayısıyla اللّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ [Allah yeter], [Rabbin yeter] ayetlerindeki بِ harf-i ceri, Kur’an’ın her yerinde zaiddir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
وَك۪يلًا۟ temyizdir. Temyiz anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
Bütün varlıkların, tüm işlerinde güvenip dayanacağı bir “Vekil olarak da Allah yeter.” Çünkü onlar O’na muhtaçken O’nun onlara hiçbir ihtiyacı yoktur. Mütekellimin Allah Teâlâ olmasına rağmen lafza-i celâlin zikredilmesinde tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. (Keşşâf)
وَكَفٰى بِاللّٰهِ sözünde zamir yerine Allah ismi gelmiştir. Tazim, telezzüz ve zihne yerleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır..
Allah’ın vekil olarak kâfi olduğu sözünde tağlîb vardır. Allah sadece vekil olarak değil, Basîr, Semi', Hafîz olarak da yeter.
إِنَّمَا - تَقُولُوا۟ - رُسُلِ - ٱللَّهِ - لَّهُ - مَا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
وَلَدٌۢ - ابْنُ ve وَاحِدٌ - ثَلٰثَةٌۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. (Âşûr) Tezyîl cümlesi önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَنْ |
|
|
2 | يَسْتَنْكِفَ | çekinmez |
|
3 | الْمَسِيحُ | Mesih |
|
4 | أَنْ |
|
|
5 | يَكُونَ | olmaktan |
|
6 | عَبْدًا | kul |
|
7 | لِلَّهِ | Allah’a |
|
8 | وَلَا |
|
|
9 | الْمَلَائِكَةُ | ve melekler de |
|
10 | الْمُقَرَّبُونَ | (Allah’a) yaklaştırılmış |
|
11 | وَمَنْ | ve kim |
|
12 | يَسْتَنْكِفْ | çekinirse |
|
13 | عَنْ |
|
|
14 | عِبَادَتِهِ | O’na kulluktan |
|
15 | وَيَسْتَكْبِرْ | ve büyüklük taslarsa |
|
16 | فَسَيَحْشُرُهُمْ | bilsin ki O toplayacaktır |
|
17 | إِلَيْهِ | kendi huzuruna |
|
18 | جَمِيعًا | onların hepsini |
|
Müşrikler, “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlar (Nahl 16/57), hıristiyanlar da Îsâ Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu iki iddianın reddinde kullanılan delil, meleklerin ve Îsâ’nın davranışlarından hareket eden vâkıa delilidir; çünkü gerçekte olan, fiilen gerçekleşen şey, gerek meleklerin ve gerekse Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadet ettikleridir. Melekler bunun için var edilmişlerdir, Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadetle ömrünü geçirdiği ise yalnızca Kur’ân’ın nakli ile değil, İncil’deki açıklamalarıyla da sabittir (meselâ bk. Matta, 4/8-10). Allah ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir; melekler ve Hz. Îsâ da Allah’a ibadet ettiklerine göre bunların ne tanrı ne de O’nun oğlu veya kızı olmaları mümkündür.
Allah’a ibadetten geri duranlar ikiye ayrılır;
Bir kısmı bilgisizlik, tembellik, imkânsızlık gibi sebeplerle ibadet edemeyenler, diğerleri ise bildikleri ve imkân buldukları halde büyüklendikleri, Allah’a kulluğu içlerine sindiremedikleri için ibadetten geri duranlar. Birinci gruba girenler, ya iyilikleri kötülüklerine, sevapları ibadet eksiklerine ve günahlarına galip geldiğinden veya Allah’ın lutfundan affedilebilirler.
İkinci gruba girenler ise –kendileri bunu istemedikleri halde– zorla Allah’ın huzuruna getirilecekler, elleri kelepçeli sanık ve tutukluların mahkeme huzuruna celbedildikleri gibi Allah’ın huzuruna çıkarılınca âcizliklerini anlayacaklar, büyüklenmelerinin anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Ceza ve mükâfat konusundaki ilâhî kural ise şudur: Birinci kısım olarak tanımlanan kusurlular affedilmedikleri takdirde yalnızca günahları kadar ve ağır olmayan bir ceza göreceklerdir; bunlar için, Allah izin verdiği takdirde, şefaat kapısı da açık olacaktır. İkinci gruba girenlerin cezası –günahları ölçüsünde– ağır ve şiddetli olacak, ayrıca Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı bulabileceklerdir. Sığınabilecekleri yegâne merci olarak, sadece Allah kalacak, ancak dünya hayatında O’na karşı büyüklendikleri ve kendisine kul olmayı reddettikleri için O’ndan yardım beklemeye de yüzleri olmayacaktır. Dünyada Allah’a kulluktan geri durmayan, ömrünü Allah’a kulluk, ibadet ve güzel işler, iyi davranışlarla geçiren müminlere gelince Allah, onlara ibadetlerinin ve güzel davranışlarının karşılığını verdikten sonra lutfundan bir de fazlasını ihsan edecek, onları hak ettiklerinin üstünde ödüllendirecektir. Cezada denge adalet gereği olup bunun bozulması haksızlıktır. Hak edilenin üstünde ödüllendirme ise adalete aykırı olmayıp ödüllendirenin lutuf, cömertlik ve kereminin eseridir. (Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 188-194)
لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ
Fiil cümlesidir. لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder.
يَسْتَنْكِفَ mansub muzari fiildir. الْمَس۪يحُ fail olup lafzen merfûdur. اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf عن harf-i ceriyle birlikte يَسْتَنْكِفَ fiiline müteallıktır.
يَكُونَ nakıs mansub muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. يَكُونَ ’nin ismi müstetir هو zamiridir.
عَبْدًا kelimesi يَكُونَ ’nin haberi olup lafzen fetha ile mansubtur. لِلّٰهِ car mecruru عَبْدًا’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. الْمَلٰٓئِكَةُ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْمَس۪يحُ ’ye matuftur. الْمُقَرَّبُونَ kelimesi الْمَلٰٓئِكَةُ’nun sıfatıdır.
الْمُقَرَّبُونَ ’nin ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً
وَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَسْتَنْكِفْ meczum muzari fiildir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
عَنْ عِبَادَتِه۪ car mecruru يَسْتَنْكِفْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَسْتَكْبِرْ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَيَحْشُرُهُمْ fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.
يَحْشُرُ merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اِلَيْهِ car mecruru سَيَحْشُرُهُمْ fiiline müteallıktır. جَم۪يعًا kelimesi سَيَحْشُرُهُمْ ’deki zamirin hali olup fetha ile mansubtur.
لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ
İstînâf cümlesidir. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber inkâr î kelamdır. لَنْ ve zaid لَا olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir.
اَنْ ve akabindeki cümle masdar tevilinde, takdir edilen عن harf-i ceriyle يَسْتَنْكِفَ fiiline müteallıktır. لَا الْمَلٰٓئِكَةُ tezâyüf sebebiyle الْمَس۪يحُ ’ya matuftur. Kelimeye dahil olan لَا, olumsuzluğu tekid için gelmiş zaid harftir.
الْمَلٰٓئِكَةُ , الْمُقَرَّبُونَ için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
يَسْتَنْكِفْ fiili يَسْتَكْبِرْ kelimesinden daha şiddetlidir. İstinkâf: Tenezzül etmemek, hor görmek, küçük görmek anlamındadır.
يَسْتَنْكِفْ fiilinin tekrarı dolayısıyla reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Böylece bu mana yerleştirilir.
Cenab-ı Hakk, İsa’nın (a.s.) Allah’ın kulu olduğuna kesin delil getirip onun Allah’ın oğlu olması inancı caiz olmayınca işte bundan sonra Cenab-ı Hakk, onların şüphelerini hem nakletmeye hem de bu şüpheleri cevaplamaya işaret etmiştir. Çünkü onların, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu ispat hususunda ileri sürdükleri delilleri; onun gaybdan haber vermiş olması, ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi harikulade şeyler yapmış olmasıdır. Buna göre Cenab-ı Hakk sanki: “Mesih, bu kadar ilim ve bu kadar kudret ile Allah’ın kulu olmaktan katiyetle istinkâf edip kaçınmaz. Çünkü mukarreb melekler, gerek gaybı bilme ve gerekse kudret bakımından İsa’dan daha üstündürler. Çünkü onlar, Levh-i Mahfuz’a muttalidirler. Ve yine onlardan sekiz tanesi, o muazzam büyüklükteki arşı taşımaktadırlar. Sonra melekler, gerek ilimleri gerekse kudretleri bakımından bu kadar mükemmel olmalarına rağmen kesinlikle Allah’a kulluktan kaçınmamış, istinkâf etmemiş iken nasıl olur da Mesih, bu kadar az ilmi ve kudretiyle Allah’a kulluk arz etmekten istinkâf edebilir?” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî - Ebüssuûd)
Bu ayet, yalnız Hristiyanlar için değil aynı zamanda meleklere tapanların da inançlarını reddetmek amacına matuftur. (Ebüssuûd)
Allah’ın oğlu olduğu konusundaki bütün iddiaları saymak kastıyla yapılmış bir idmâcdır. (Âşûr)
Bu ayetin, Hristiyanların iddialarını reddetmeye mahsus olduğu kabul edilirse burada meleklerin İsa’ya (a.s.) atfından maksat:
عَبْدًا لِلَّهِ ifadesinde izafetten vazgeçilerek izafette takdir edilen لِ harfi açıkça zikredilmiştir. Çünkü burada nekrelik, ubudiyeti ifade açısından daha açıktır. Yani abd, abdler arasından biridir. Burada عَبْدَ اللَّهِ buyurulsaydı izafet manası olduğu vehmedilebillirdi ve özel bir abd olduğu veya bu ifadenin onun özel ismi olduğu anlaşılabilirdi. (Âşûr)
وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً
وَ atıftır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪, mübteda olan مَنْ ’in haberidir. Cevap cümlesinin haber olması caizdir.
Müsnedin muzari fiille gelmesi hudûs, teceddüt ve hükmü takviye ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi etkilenir.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعًا, faide-i haber talebî kelamdır. Cümle سَ harfiyle tekid edilmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır.
Cümlede fiiller muzari fiil sıygasında gelmiştir. Muzarinin teceddüt ve tecessüm özelliği, anlamı muhatabın zihnine yerleştirmekte etkili olmuştur.
لَنْ يَسْتَنْكِفَ - يَسْتَنْكِفْ arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
يَسْتَنْكِفْ ile يَسْتَكْبِرْ arasında mürâât-ı nazir ve muvazene sanatları vardır.
عَبْدًا - عِبَادَتِه۪ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
جَم۪يعًا manevi tekiddir.
Tağlîb sanatı vardır. Allah sadece onları değil, hepimizi toplayacaktır. Burada toplar sözünde lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Toplar yani cezasını verir demektir.
Allah Teâlâ, o istinkâf edip büyüklenenleri haşredeceğini söyleyip ama onlara ne yapacağını söylemeyerek aksine ilk önce itaatkâr müminlerin mükâfatından bahsedip فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ buyurmuş, sonunda da istinkâf edip tekebbür edenlerin cezasına yer vermiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Burada ibadetten maksat, Allah Teâlâ’ya itaattir. Bu itibarla bütün kâfirleri kapsar. Çünkü onların Allah Teâlâ’ya gerçek itaati yoktur. (Ebüssuûd)
İstikbâr (kibir, büyüklük taslamak), istihkakı (liyakati) olmadığı halde nefsinde büyüklük görme isteğidir. Bu, kendi nefsini büyük sayıp öyle inanmak demektir. Bunun isteğe delalet eden bir kelime ile ifade edilmesi, netice olarak bir istekten ibaret kaldığını, matlûbun hasıl olamayacağını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Eğer “Niçin ayette, onların Allah Teâlâ’ya itaatsizliği, istinkâf (çekinmek, kaçınmak, ar duymak) şeklinde ifade edilmiş? Oysa onların bu inançları istinkâf yoluyla değil, bunun Allah Teâlâ tarafından olduğunu inkâr yoluyla idi.” denirse cevap olarak deriz ki:
“Onlar, Resulullah’a itaatten istinkâf ediyorlardı. Bu ise Allah’a itaatten istinkâf etmekten başka bir şey değildir. Çünkü [Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa Suresi, 80)] ayetinde açıkça belirtildiği gibi Peygamber yalnız Allah’ın emirlerini dile getirmiştir.
İstikbâr kelimesi, istinkâftan daha hafif bir vasıf belirtir. Zira istinkâf, istinkâf edilen şeyden ar ve nakısa bulaşmak vehmini de kapsar.
Ayetin başında ne Mesih ne de mukarrabin meleklerin, Allah Teâlâ’ya kul olmaktan istinkâf etmedikleri zikredildiği halde tafsilat bölümünde (Kim O’na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa) o iki fırkadan birinin zikredilmemesi, tafsilatın iki fırka hakkında olduğunun bilinmesi ve bir fırkanın haşrinin (diğerinin de haşrini gerektirdiği içindir. Zira hasrın, bütün insanlar için olduğu, zorunlu olarak kabul edilen bir gerçektir. Nitekim [Allah'a iman edip de...(Nisa Suresi, 175)] ayetinde ki tafsilattan önceki hitap umumi olup iki fırkayı da kapsar. Fakat tafsilatta iki fırka da zikredilmemiştir. Bunun sebebi iki fırkadan birinin mükâfatlandırılmasını, diğerinin cezalandırılmasını gerektirdiği içindir. Zira cezanın (amellerin karşılığının verilmesinin) hepsine şümulü zaruridir. (Ebüssuûd)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً اَل۪يماًۙ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَأَمَّا | gelince |
|
2 | الَّذِينَ | kimselere |
|
3 | امَنُوا | inanan(lara) |
|
4 | وَعَمِلُوا | ve yapanlara |
|
5 | الصَّالِحَاتِ | iyi işler |
|
6 | فَيُوَفِّيهِمْ | eksiksiz ödeyecektir |
|
7 | أُجُورَهُمْ | mükafatlarını |
|
8 | وَيَزِيدُهُمْ | ve daha fazlasını da verecektir |
|
9 | مِنْ |
|
|
10 | فَضْلِهِ | lutfundan |
|
11 | وَأَمَّا | gelince |
|
12 | الَّذِينَ | kimselere |
|
13 | اسْتَنْكَفُوا | çekinen(lere) |
|
14 | وَاسْتَكْبَرُوا | ve büyüklük taslayanlara |
|
15 | فَيُعَذِّبُهُمْ | azabedecektir |
|
16 | عَذَابًا | bir azapla |
|
17 | أَلِيمًا | acıklı |
|
18 | وَلَا |
|
|
19 | يَجِدُونَ | ve onlar bulamayacaklardır |
|
20 | لَهُمْ | kendilerine |
|
21 | مِنْ |
|
|
22 | دُونِ | başka |
|
23 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
24 | وَلِيًّا | bir dost |
|
25 | وَلَا |
|
|
26 | نَصِيرًا | ve bir yardımcı |
|
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
فَ atıf harfidir. اَمَّا tafsil manasında şart harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. الصَّالِحَاتِ mef’ûlun bihtir. Aslında أعمالا (Ameller) şeklindeki mahzuf mef'ûlün bihinin sıfatıdır. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
ف şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. يُوَفّ۪يهِمْ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُوَفّ۪يهِمْ mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اُجُورَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. يَز۪يدُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مِنْ فَضْلِه۪ car mecruru يَز۪يدُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً اَل۪يماًۙ
وَ atıf harfidir. اَمَّا tafsil manasında şart harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اسْتَنْكَفُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اسْتَنْكَفُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اسْتَكْبَرُوا cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
ف şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. يُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُعَذِّبُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عَذَابًا mef’ûlu mutlak olup lafzen mansubtur. اَل۪يمًا kelimesi عَذَابًا ’in sıfatıdır.
اسْتَنْكَفُوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil, istif’âl babındadır. Sülâsîsi نكف ’dir. Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
يُعَذِّبُهُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir. Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef’ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَجِدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَهُمْ car mecruru يَجِدُونَ fiiline müteallıktır. مِنْ دُونِ car mecruru وَلِيًّا’in mahzuf haline müteallıktır. للّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَلِيًّا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. Nefy harfi لَا olumsuzluğu tekid eder. نَص۪يرًا lafzı وَلِيًّا kelimesine matuftur.
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
فَ atıf harfidir. Ayet şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübtedadır. فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ cümlesi فَ karinesiyle اَمَّا ’nın cevabı, aynı zamanda mübtedanın haberidir.
اَمَّا tafsil harfidir. Tekid ifade eder. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi söz konusu kişilere tazim ifade eder. İsm-i mevsûl olan الَّذ۪ينَ ’de tevcih sanatı vardır.
Sılası اٰمَنُوا, müspet mazi fiil formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesi sılaya tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki müteakip cümle وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ, makabline tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
يُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ [Onlara ücretleri tastamam ödenecektir.] cümlesinde istiare vardır. İman edip salih amel işleyen kimseler ücret karşılığı çalışan kişilere benzetilmiştir.
الصَّالِحَاتِ kelimesindeki elif-lam ahd-i harici, cins ve hakiki istiğrak içindir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Bu kelam, daha önceki icmâli ifadede maksûd olan fırkanın halini beyan eder.
Bu fırkanın, makabline ve mâba’dine (sonrasına) münasip olan adem-i istinkâf vasfıyla zikredilmeyip iman ve salih amel vasfıyla zikredilmesi, akabinde zikredilen sevabı gerektiren unsurların bunlar olduğuna dikkat çekmek içindir.
Allah Teâlâ, iman ve salih amel sahiplerinin mükâfatlarını kat kat artıracak ve onlara, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insan aklının hayal edemediği büyük mükâfatlar bahşedecektir. (Ebüssuûd)
وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً اَل۪يماًۙ
Önceki cümleye matuf olan bu cümledeki, اَمَّا tekid ve şart edatıdır. Cümle şart üslubunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mübteda olan الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اسْتَنْكَفُوا, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki müteakip cümle وَاسْتَكْبَرُوا, sıla cümlesine tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
Şart cümlesinde müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenleri tazim amacına matuftur. İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.
فَ karinesiyle gelen اَمَّا ’nın cevap cümlesi فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًاۙ şeklinde müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اسْتَنْكَفُوا - اسْتَكْبَرُوا arasında mürâât-ı nazir ve muvazene sanatları vardır.
يُعَذِّبُهُمْ - عَذَابًا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَذَابًا ’deki tenvin nev ve kesret içindir. Tahayyül edemeyeceğimiz evsafta bir azap olduğunu ifade eder.
اسْتَكْبَرُوا - اٰمَنُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ cümlesiyle, وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اسْتَنْكَفُوا fiili Kur’an’da sadece bu iki ayette 3 kere geçmiştir. Bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً
فَيُعَذِّبُهُمْ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür. Cümle menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfi olumsuzluğu tekid için tekrarlanmıştır. Car-mecrurun mef’ûle takdimi söz konusudur.
وَلِيًّا - نَص۪يرًا kelimeleri arasında mürâât-ı nazir sanatı vardır. Bu kelimelerdeki tenvin nev ve kıllet ifade eder. “Hiçbir” anlamındadır. Olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işaret eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celalin zikredilmesinde tecrîd sanatı vardır.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ izafeti, muzâfın tahkiri içindir.
Cenab-ı Hakk müminlerin mükâfatını, istinkâf edip büyüklenenlerin cezasından önce zikretmiştir. Çünkü onlar, önce Allah’a itaat edenlerin mükâfatını görüp bundan sonra da kendilerinin ikab ve cezalarını görünce, bu onlar için son derece şiddetli bir acı ve hasret sebebi olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُب۪يناً
Arapça karşılığı burhan olan “kesin delil”den maksat akıldır ve aklın yürüyerek imanın ve hidayetin sınırına kadar gelmesini sağlayan işaret taşlarıdır; yani insanın kendi iç ve dış, maddî ve mânevî varlığı ile onu çepeçevre saran kâinatta sergilenmiş olan alâmetler, deliller, yol bulduran izlerdir. “Apaçık nur” ise “indirdik” yükleminin de delâletiyle Kur’ân’dır (burhanın terim olarak anlamı için bk. Bakara 2/111). Burada tekrar bütün insanlara hitap edilmekte, akıllarını doğru kullanarak, kendilerini ve kainatı doğru gözlemleyip, okuyup yorumlayarak Allah’a inanmaları, bu imandan sonra Hz. Peygamber, onun gösterdiği mûcizeler ve özellikle getirip tebliğ ettiği kitap üzerinde doğru ve yeterli düşünerek Rasûlullah’a ve Kur’ân’a iman etmeleri; putlara, kendileri gibi beşer oldukları halde tanrılaştırdıkları insanlara, hayvanlara, hatta imanı dışlayan akla (sakat düşünce) sarılmak yerine Allah’a sarılmaları, O’nun gönderdiği dine sımsıkı tutunmaları istenmektedir. Bu imana kavuşan ve rehbere sarılanlar için üç mükâfat vaad edilmekte, başka bir deyişle üç güzel sonuç müjdelenmektedir:
1. Allah’ın rahmet deryasına dalmak.
2. O’nun lutfuna mazhar olmak.
3. Hidayet; yani insanı dosdoğru Allah’a, O’na kul olma devletine, rızâsına erme nimetine götüren ilâhî rehberlik. Dünya hayatında kul, bu üç değerli ödülden daha büyüğünü bulamaz ve elde edemez; bütün nimetler, mükâfatlar ve ecirler bu üç ödülün içindedir. İnsanlar Allah’ın rahmetiyle esirgenir, lutfuyla gönenir, hidayetiyle doğruyu, güzeli ve iyiyi bulurlar, bilirler ve yaşarlar. (Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 195-196)
برهان Burhan; hücceti, delili açıklamak demektir. Burhan delillerin en güçlüsüdür ve mutlaka kaçınılmaz bir surette daimi doğruluğu gerektirir. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 8 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli burhandır. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُب۪يناً
يَٓا nida harfidir. أَیُّ münada nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. ٱلنَّاسُ münadadan bedeldir.
Nidanın cevabı قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ cümlesidir.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. بُرْهَانٌ fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru بُرْهَانٌ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzaâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُب۪ينًا cümlesi atıf harfi وَ ’la nidanın cevabına matuftur.
اَنْزَلْنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَيْكُمْ car mecruru اَنْزَلْنَٓا fiiline müteallıktır. نُورًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مُب۪ينًا kelimesi نُورًا ’in sıfatıdır.
مُب۪ينًا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
اَنْزَلْنَٓا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُب۪يناً
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nidanın cevabı tahkik harfiyle tekid edilmiş, müspet mazi fiil cümlesidir. Faide-i haber talebî kelamdır.
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ [Ey insanlar] nidasıyla başlamıştır. Nida; heyecan uyandırır, dikkat çeker, muhatabı dinlemeye teşvik eder.
Ayet-i kerime dikkat çekmek için nidayla başlamıştır.
Aynı üslupta gelen وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُب۪ينًا cümlesi, nidanın cevabına matuftur.
Burada vahiy بُرْهَانٌ olarak isimlendirilmiştir. جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ [Burhan geldi] ifadesinde vahiy canlı bir varlığa benzetilmiştir. İstiare ve tecessüm sanatı sanatı vardır.
بُرْهَانٌ kelimesi nekre olarak gelerek tazim ifade etmiştir. مِنْ رَبِّكُمْ ile bu tazim arttırılmıştır.
مِنْ رَبِّكُمْ’den sonra gelen اَنْزَلْنَٓا fiilinde iltifat vardır.
مِنْ رَبِّكُمْ izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir.
بُرْهَانٌ ‘dan sonra zikredilen نُورًا kelimesinde tecrîd vardır.
نُورًا kelimesi de nekre gelerek tazim ifade etmiştir. مُب۪ينًا sıfatıyla bu mana da tekid edilmiştir.
بُرْهَانٌ ,نُورًا ,مُب۪ينًا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
İnsanlara; artık karanlıktan, kibirden, istinkâftan vazgeçin, der.
Burhan, Hz. Muhammed’dir (s.a.). Allah, bu ayette O’nu, “Burhan” diye nitelendirmiştir, çünkü hakkın hak, batılın batıl olduğunu göstermek üzere burhan (delil) ortaya koymak O’nun sanatıdır. Ayette geçen نُورًا مُب۪ينًا (apaçık bir nur) Kur’an-ı Kerim’dir. Allah Teâlâ, Kur’an’ı, kalbe iman nurunun düşmesine sebep olduğu için “Nur” diye isimlendirmiştir. (Fahreddin er-Râzî - Ebüssuûd)
Kâfirlerin içinde bulunduğu her çeşit küfür ve dalalet ortaya konduktan; onlar sağır dağların bile karşısında secdeye kapandığı kesin delillerle ilzam edildikten; boş şüpheleri apaçık delillerle giderildikten sonra burada hitap bütün mükellef insanlara tevcih edilmiş ve artık onlar için hüccet tamamlanmış; ileri sürülebilecek hiçbir mazeret kalmamıştır. (Ebüssuûd)
قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ cümlesinde جَٓاءَ fiili Kur’an’a izafe edilmiştir
Bu, Kur’an’ın son derece kuvvetli bir burhan olduğunu belirtmek içindir. Sanki Kur’an, kendiliğinden gelip kendi hükümlerini ispat ve kâfirlerin şüphelerini iptal etmiştir.
وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُب۪ينًا cümlesinde Kur’an için أنزل fiili kullanılması onun nur vasfına en münasip olan fiildir. Böylece ayette Kur’an’ın her vasfına uygun bir fiil kullanılmıştır.
Kur’an hakkında iltifat yoluyla اَنْزَلْنَٓا buyrulması Kur’an’a şeref kazandırmak içindir. (Ebüssuûd)
Bu iki cümle arasında atıf harfi olmasına rağmen aralarında bir farklılık yoktur. Halbuki atıf cümleleri arasında farklılık (mugayeret) olması gerekir. Ancak bu ayette iki cümle arasında Kur’ana yönelik zatî ve vasfî farklılık mülahaza edildiği için bu üslup kullanılmıştır.
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِه۪ فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَأَمَّا | gelince |
|
2 | الَّذِينَ | kimselere |
|
3 | امَنُوا | inanan(lara) |
|
4 | بِاللَّهِ | Alah’a |
|
5 | وَاعْتَصَمُوا | ve yapışanlara |
|
6 | بِهِ | O’na |
|
7 | فَسَيُدْخِلُهُمْ | sokacaktır |
|
8 | فِي | -in içine |
|
9 | رَحْمَةٍ | bir rahmet- |
|
10 | مِنْهُ | kendinden |
|
11 | وَفَضْلٍ | ve lutfun |
|
12 | وَيَهْدِيهِمْ | ve onları iletecektir |
|
13 | إِلَيْهِ | kendisine varan |
|
14 | صِرَاطًا | bir yola |
|
15 | مُسْتَقِيمًا | doğru |
|
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِه۪ فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ
فَ atıf harfi, اَمَّا tafsil manasında şart harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-yı Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاللّٰهِ car mecruru اٰمَنُوا fiiline müteallıktır.
اعْتَصَمُوا بِه۪ cümlesi atıf harfi و ’la sıla cümlesine matuftur. اعْتَصَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِه۪ car mecruru اعْتَصَمُوا fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَيُدْخِلُهُمْ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. سَيُدْخِلُهُمْ fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.
سَيُدْخِلُهُمْ merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
ف۪ي رَحْمَةٍ car mecruru سَيُدْخِلُهُمْ fiiline müteallıktır. مِنْهُ car mecruru رَحْمَةٍ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.
فَضْلٍ kelimesi atıf harfi وَ ’la رَحْمَةٍ ’e matuftur.
اعْتَصَمُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftial babındadır. Sülâsîsi عصم’dır. Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.
وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۜ
وَ atıf harfidir. يَهْد۪يهِمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اِلَيْهِ car mecruru صِرَاطًا ’in mahzuf haline müteallıktır.
صِرَاطًا ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مُسْتَق۪يمًا kelimesi صِرَاطًا ’in sıfatıdır. مُسْتَق۪يمًا sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’al babından ism-i failidir.
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِه۪ فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۜ
فَ istînâfiyyedir. Ayet şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübtedadır.
فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ cümlesi اَمَّا’nın cevabı, aynı zamanda mübtedanın haberidir.
اَمَّا tafsil harfidir. Tekid ifade eder. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi söz konusu kişilere tazim ifade eder. İsm-i mevsûl olan الَّذ۪ينَ ’de tevcih sanatı vardır.
Sılası اٰمَنُوا, müspet mazi fiil formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki وَاعْتَصَمُوا بِه۪ cümlesi sılaya tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Aynı üsluptaki müteakip cümle وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًاۜ, makabline tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًا ifadesinde istiare vardır. صِرَاطًا kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş müstear minh kalmıştır. Müşebbehün bih yani müstear minh zikredildiği için istiâre-i tasrîhîyyedir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
اَنْزَلْنَٓا’daki نَٓا zamirinden sonra gelen Allah ismi dolayısıyla iltifat ve tecrîd vardır.
Allah’a yapışmak; O’nun dinine, kitabına bağlı olarak, itaat ederek yaşamak manasında istiaredir.
رَحْمَةٍ kelimesinde hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Cennetin içine girenlere rahmet gelir.
ف۪ي رَحْمَةٍ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla rahmete mazhar olmak, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü rahmet içinde bulunma durumu zarfiyet özelliği taşımaz. Ancak Allah’ın rahmetine kavuşmanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
اعْتَصَمُوا kelimesini Türkçede masum şeklinde kullanıyoruz. عْصَمُ kelimesi ‘başkent’ demektir. İyi korunan yer, demektir. Allah’a iman eden ve onunla korunan kişi şeklinde düşünebiliriz. İftial babı, tedricilik ifade eder. Allah’a bağlılık arttıkça yavaş yavaş Allah ile her şeyden korunuruz.
Fazlından vermek, fazladan vermek gibidir. Aynı kökten gelir.
صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًا ifadesinde istiare vardır. صِرَاطًا kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş müstear minh kalmıştır. Müşebbehün bih yani müstear minh zikredildiği için istiâre-i tasrîhîyyedir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
رَحْمَةٍ - فَضْلٍۙ kelimeleri nekre gelerek tazim ve teksir ifade etmiştir. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Kur’an-ı Kerim’in bu sayfasında bütün ayetlerin son kelimelerinde tesis edilmiş seci sanatı dikkat çekicidir.
Allah’a imandan maksat, Allah’ın varlığına (zatına), sıfatlarına, fiillerine, hükümlerine ve isimlerine imandır. “O’na sarılmak”tan murad, “imanda kendilerini sebat ettirmesi, şeytanın yoldan çıkarmasına karşı kendilerini koruması, kendilerini ilahî rahmet ve fazlına girdirmesi ve sırat-ı müstakime iletmesi hususlarında Allah’a sarılmaları, güvenmeleridir. Böylece Cenab-ı Hakk, onlara şu üç şeyi yani rahmet, fazI ve hidayetini vadetmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Gerçekleşmedeki sıraya göre hidayet, cennete girmekten önce geldiği halde ayette, bu sıranın aksine cennet vaadinin hidayetten önce zikredilmesi, müjdelemekte acele edilmesindendir. (Ebüssuûd)
Yolcunun, yoldan habersiz olduğu ve yolun da, yolcunun haline şaşırdığı günlerden birinde. Adalet, sürgün anılarından birini daha anlatıyordu;
Kasabada bir adam vardı. Dünya hayatından uzaklaşmış, kendi halinde yaşıyordu. Kimsesi yoktu, kasabadakiler de kendisini pek tanımıyor gibiydi. İlim meclislerini kaçırmaz, sessizce gelir, sessizce giderdi. Kendisiyle ilgili ilk dikkatimi çeken; sol eli hep yumruk halindeydi. Merak bu ya işte, bir mikrop gibi zihnime yerleşmişti. Yenemiyordum çünkü hali bir başkaydı. Herkesin hastalığa yorduğu bu yumruğun ardında, başka bir şeyin yattığından emindim. Belki sohbetleri dinlerken, halinin değişmesinden. Belki de gözlerinde yakaladığım pırıltılardandı. Cahil muamelesi yapılan bu adam, yalnızlığında bir çok bilgi gizliyordu. Ve gün geçtikçe, hiç konuşmamamıza rağmen bir dostluk biriktiriyorduk.
Bir gün ders bittiğinde, yanıma geldi. Gitmeden önce elini kalbine koyarak, selam verip teşekkür etmeyi adet haline getirmişti. Çocuksu merakıma yenik düştüğüm anlardan birine yine yakalandım ve gözlerim sol eline kaydı. Hemen geri çektim ama geç kalmıştım. Göz göze geldik. Gülümsedi. Arkasına dönüp baktı, herkesin çıktığından emin oldu. ‘Hocam.’ dedi. Sessizliğine o kadar alışmıştım ki, sesini duyduğuma şaşırmıştım. ‘Hocam, benim sol yumrukla ilgili çok iddia var, biliyorum. Kimselere anlatmayacağınıza güvenerek, size gerçeği söyleyeceğim.’ Başımı ‘tabii ki’ manasında salladım.
Yumruğunu azıcık açtı. Avucunda, ufak bir taş duruyordu. Geri kapattı. ‘Hocam, bu taşın, maddi değeri yok ama amacı büyük. Yıllar önce, Allah affetsin, bir yanlışın peşine düşmüştüm. Kötü alışkanlığımın beni yutmasına razı olmuş, sonrasında ise işin içinden çıkamamıştım. Öyle ki evimi kaybetmiştim. Eşim ise dayanamayıp beni terketmişti. Bir gece gölün kenarında oturmuş, kaybettiklerime ağlıyordum. Bir ses duydum: ‘Rabbine yapışmak yerine, geçici dünyaya sarılarak kaybettiklerin gibi, ahiretini de mi kaybetmeyi bekleyeceksin?’ Korkudan ne yapacağımı bilememiş, öyle hareketsiz kalmıştım. Ki küçük bir kuş, avucuma bu taşı bıraktı ve gitti. Sanki, o cümle bu taşa işlendi. Ahiretimi kaybetmek istemediğime karar verdim. O anı, hiç unutmamak için de bu taşı elimden bırakmadım. İnsanların tepkileriyle, nefsim uyanır korkusuyla da kimselere anlatmadım.’
Ey Vekîl olarak yeten Rabbim! Yalnız, Sana dayanır ve yalnız Sana güveniriz. Bizi, bize Seni hatırlatacak ve Sana yaklaştıracak işlerle meşgul et ve kişilerle karşılaştır. Seni unutturacak canlı cansız her hali gönlümüzden uzaklaştır. Bizi rahmetin ve lutfun içine daldır. Sana ulaştıran dosdoğru yola ilet. Allahım, bizi affet. Bizden razı ol. Ve bizi cennetinde razı olduklarınla buluştur.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji