اَمْ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِنَ الْمُلْكِ فَاِذاً لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَق۪يراًۙ
Çünkü bunlar cimridirler, Allah’ın kendilerine lütfettiği nîmetlerine karşı çok nankör davranıyorlar. Allah kendilerine iman ve kitap nîmeti verdiği halde menfaatleri sebebiyle Müslümanlardan kaçıp kâfir ve müşrik dünya ile birlikte hareket etmeye çalışıyorlar. Ellerindeki kitaplarını tasdik ederek gelen Kur’ân’a ve son elçiye inanmıyorlar. Bu son elçiye verilen nîmetleri çekemiyorlar.
Halbuki Allah kendilerine de aynı nîmetleri vermişti. İbrahim (a.s) in oğlu Yâkub (a.s)’a kendilerini nisbet eden bu insanlara peygamberleri vasıtasıyla sayısız nîmetler lütfedilmişti. Mısır’da çok mutlu bir hayat yaşamışlardı. Sonra kendi amelleri sebebiyle özgürlüklerini yitirip köleleştirildikleri bir dönemde Mûsâ (a.s) ve Harun (a.s) rehberliğinde kölelikten kurtarılmışlardı. Allah onları çölün ortasında akla hayale gelmedik nîmetlerle doyurmuştu.
Sonra Dâvûd (a.s) ve Süleyman (a.s) döneminde gerçekten dünyanın en büyük nîmetlerine nail olmuşlardı. Ama eğer bu İsrâil oğulları yine Müslümanca bir hayata devam etmiş olsalardı, Allah’ın kendilerine gönderdiği Îsâ (a.s), Zekeriyya ve Yahya (a.s) döneminde de Müslümanlıklarını devam ettirebilselerdi ve son elçi geldiği zaman da ona iman etmiş olsalardı, Muhammed (a.s) in de mü’mini olarak Kur’-an’ın pratikte uygulayıcıları olsalardı elbette eski konumlarını yeniden kazanacaklar ve Müslümanların içinde dünyanın en üstün insanları olma şerefini kazanacaklardı.
Ama ne yazık ki bu adamlar bunca nîmete sahipken, atalarının yolunu terk etmişler, Peygamberlerinin getirdiği kitaplarının sistematik hayat tarzını reddetmişler, kendi kendilerine yahudilik diye bir yol ihdas etmişler, hıristiyanlık diye bir yol çıkarmışlar ve böylece yeryüzünde küfrün iki kanadını oluşturarak ataları İbrahim (a.s) in torunu olarak kendilerine gönderilen Muhammed (a.s)’a ve ona iman eden İsmail oğullarına hasetlerinden düşman olarak kâfir ve müşrik dünyayla birlikte hareket etmeye başlamışlar.(Besairul Kur’ân-Ali Küçük)
نَقْر kelimesi delmeye yol açacak şekilde vurmak demektir. نَقِير İse hurma çekirdeği üzerindeki yarık (hiç bir önemi olmayan, zerre kadar önemi olmayan). Bu önemsiz, değersiz şeyler için kullanılır. نَاقُور ise sûr demektir. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri nakarat, nakkâre ve mangırdır. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi) Bu ayette hurmanın üzerindeki zar için kullanılmıştır.
اَمْ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِنَ الْمُلْكِ فَاِذاً لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَق۪يراًۙ
اَمْ Munkatı’ olup بل ve hemze manasındadır. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. نَص۪يبٌ muahhar mübtedadır.
مِنَ الْمُلْكِ car mecruru نَص۪يبٌ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. Takdiri; إذا جعل لهم نصيب من الملك فإذًا (Onlara mülkten bir pay olduğunda hemen o vakit… ) şeklindedir.
اِذًا harfi, cevaptır. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْتُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. نَق۪يرًا ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
يُؤْتُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi أتي ’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.اَمْ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِنَ الْمُلْكِ
اَمْ munkatıa, yani بل ve istifham hemzesi manasındadır. İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
لَهُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar mübteda olan نَص۪يبٌ ’un nekre gelişi kıllet ve nev ifade eder.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَمْ munkatıadır, hemzenin manası da Yahudilerin mülkün onlara döneceğine dair inançlarını ret ve inkârdır. [Eğer öyle olsa idi insanlara hurma çekirdeğinin çukuru kadar bir şey vermezlerdi] yani mülkten bir hisseleri olsa idi, kimseye نَق۪يرًاۙ kadar bir şey vermezlerdi ki o da çekirdeğin üzerindeki minicik çukurdur. Bu da onların ne kadar derin bir cimriliğe battıklarını gösterir. Çünkü onlar krallarken bunda cimrilik ediyorlar, ya bir de sefil fakirler oldukları zaman ne yaparlar? Mananın onlara mülkün kinaye ile verildiği ve onların da insanlara bir şey vermedikleri şeklinde olması da caizdir. و 'dan yahut فَ 'den sonra gelen لَا , atıf manası dolayısıyla müfredi ortak etmek için gelirse, amel etmesi de etmemesi de caiz olur. Bunun içindir ki amel ettirerek nasb üzere لَا يُؤْتُو şeklinde okunmuştur. (Beyzâvî, Ebüssuûd)
الْمُلْكِ [Hükümranlık]tan maksat ya dünyadakilerin hükümranlığı ya da [Şayet siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla hepsini elinizde tutardınız!] (İsrâ 17/100) ayetinde geçtiği gibi Allah’ın hükümranlığıdır. Bunların cimriliğini daha iyi anlattığı ve Kur’an’daki benzeri ile örtüştüğünden, bu mana daha güzeldir. بل ve istifham hemzesindeki hemzenin, işbu dünyevî hakimiyetten kendilerine bir pay verilmesini yadırgama anlamında olması da caizdir. Tıpkı krallar gibi malları, bağları-bahçeleri, yüksek yüksek sarayları vardı. Ama sahip olduklarından hiçbirini hiç kimseye koklatmıyorlardı. (Keşşâf)
Son cümlede cimrilikteki aşırılıklarına tariz vardır. (Sâbûnî).
Buradaki istifham, vukuun inkârı için değil, vaktin inkârı için de olabilir. Yani yoksa onlar, hükümdarlar gibi büyük miktarda malların, bağ ve bahçelerin ve muhteşem sarayların sahipleri oldukları halde, insanlara bir çekirdek oyuğunu dolduracak kadar bir şey bile vermezler mi? Tıpkı babasına bakmayan zengin bir adama:
"Bu kadar servetin olduğun halde de mi babana bir şey vermiyorsun?" dendiği gibi. Buna göre ayetteki اِذًا [O halde] kelimesi, inkar ve kınamayı kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Zira dünyadan nasip verilmesi, yardım sebebi olması gerekirken, onlar bunu yardımı uzaklaştırma sebebi yapmışlardır. (Ebüssuûd)
فَاِذاً لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَق۪يراًۙ
فَ mahzuf şartın cevabına gelen fasihadır. Takdiri; إذا جعل لهم نصيب من الملك فإذًا [Mülkten bir nasipleri olsaydı..] olan şart cümlesiyle birlikte, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
نَق۪يرًاۙ ‘deki tenvin kıllet ve nev ifade eder.
Bu kelimenin aslı نَقْر kelimesinden olup, faîl veznindedir. Kendisinde bir oyuk bulunan oduna da oyulduğu için bu ad verilir. نَقْر kelimesi ise taşa ve başka şeylere مِنْقَار ile vurmaktır. مِنْقَار balta gibi, kendisiyle taşların parçalanıp yarıldığı bir demir (keski, murç vb. şeyler)'dir. Gagasıyla vurup besinini yardığı için, kuşun gagasına مِنْقَار isminin verilmesi de bundandır. Burada نَق۪يرًاۙ kelimesinin zikredilmesi bir temsil olup, maksat onların son derece cimri olduklarını anlatmaktır. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hakk'ın, [Fakat öyle olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi] ifadesinde اِذًا kelimesi fiilden önce gelmiş, ama (amel etmesi gerekirken) amel etmemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak önceki ayette Yahudileri şiddetli bir cehaletle vasfetmiştir ki bu da onları "Puta tapanların, Allah'a ibadet edenlerden daha üstün olduğuna inanmalarıdır." Bu ayette de onları cimrilik ve haset etmekle vasfetmiştir. Cimrilik, bir kimsenin, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerden hiç kimseye hiçbir şey vermemesidir. Haset ise insanın, Allah'ın başka kimselere hiçbir nimet vermemesini temenni etmesidir. Binaenaleyh, cimrilik ile haset kendisinde bulunduğu kimseler, Allah'ın başkalarına nimet vermesini istememe hususunda müşterektirler. Buna göre cimri olan kimse, kendinde olan nimeti başkalarına vermez; haset eden kimse de, Allah'ın, başka kullarına hiçbir şekilde nimet vermesini istemez. İnsanın, "kuvvet-i âlime" (bilme kuvveti) ve "kuvvet-i âmile" (yapma kuvveti) diye iki kuvveti vardır. Kuvvet-i âlime'nin kemâli, ilim; noksanlığı ise cehalettir. Kuvvet-i âmile'nin kemâli, güzel ahlak; noksanlığı ise kötü ahlaktır. Noksanlık itibariyle kötü ahlakın en şiddetlisi de cimrilik ile hasettir. Bundan dolayı da önce zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)