فَادْعُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Bir önceki âyetin sonunda Allah, zâtını “yüce ve ulu” şeklinde nitelemişti; burada ise kendi yüceliği ve ululuğunun bazı kanıtlarını göstermektedir. “İşaretler” (âyât), Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıp yönetmesine delâlet eden varlık ve olaylar; “gökten indirilen rızık” ise gerek insanların gerekse bitkilerin ve hayvanların yararlandığı yağmurdur. Burada ayrıca insanın zihnini ve gönlünü bu ilâhî işaretlere açık tutup onlardan gerekli sonuçları çıkarması, bunun için samimi bir yöneliş ve arayış içinde olması, içten bir bağlılıkla Allah’a yönelip O’na kulluk ve dua etmesi gerektiği de belirtilmektedir.
“O’nun dereceleri yüksektir” diye çevirdiğimiz refîu’d-derecât tamlamasındaki refî‘ kelimesi hem “yüksek” hem de “yükselten” anlamına geldiğinden âyetin bu bölümü iki farklı şekilde yorumlanmıştır (meselâ bk. Râzî, XXVII, 42-43; Şevkânî, IV, 555; İbn Âşûr, XXIV, 106-107):
a) “Allah’ın dereceleri yüksektir”; yani Allah, kendisinin saygınlığını ve yüceliğini gösteren sayılamayacak derecede üstün niteliklere sahiptir; bu sebeple dua ve ibadete de ancak O lâyıktır; O’nu bırakarak hangi türden olursa olsun asla O’nun derecesine ulaşması düşünülemeyecek varlıkları tanrı yerine koyup onlara tapmak akıl ve iz‘anla bağdaşmaz. b) “Allah, dereceleri yükseltendir”; meleklerin, peygamberlerin, sevdiği ve himayesine aldığı diğer kullarının derecesini yükselten O’dur. Şu halde maddî ve manevî alanda sağlıklı ve hayırlı gelişme de ancak O’nun lutuf ve inâyetiyle mümkündür. Çünkü O, “Arşın sahibidir”; yani mutlak hükümranlık O’nundur, bütün varlık ve olayların yönetimi ve nihaî kaderi O’nun elindedir.
Râzî, 15. âyet metninde vahyin “ruh” kelimesiyle ifade edilmesini özetle şöyle açıklar: “Ruhlar, ilâhî bilgiler ve kutsal hakikatlerle hayat kazanır; vahiy ruhlara bu bilgileri ve hakikatleri kazandırdığı için ruh diye anılmıştır. Ruh, canlı olmanın sebebi, vahiy ise belirtilen mânevî hayata ulaşmanın sebebidir” (XXVII, 44). Yüce Allah, kullarından dilediğine, yani peygamberlerine vahiy indirmek suretiyle dinî ve ahlâkî hayatları bakımından bireyler ve toplumlar için bir ruh ve can değerinde olan lutufta bulunmuş olmaktadır. Son ilâhî vahiy olan Kur’an da bu anlamda ruh olarak isimlendirilmiştir (Zuhruf 42/52).
Âhiret gününde bütün yaratılmışlar veya semavî varlıklarla dünyevî varlıklar ya da yaratıcıyla kulları bir araya geleceği için 15. âyette o gün “buluşma günü” şeklinde nitelendirilmiştir. Bu buluşmayı, zalimlerle mazlumların veya insanlarla onların dünyadayken yaptıkları işlerin buluşması olarak açıklayanlar da vardır (Zemahşerî, III, 365; Şevkânî, IV, 555; İbn Âşûr, XXIV, 109).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 646-647
فَادْعُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن أردتم رضا الله (Allah'ın rızasını isterseniz) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. ادْعُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâl mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مُخْلِص۪ينَ kelimesi ادْعُوا ‘nun failinin hali olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ car mecruru مُخْلِص۪ينَ ‘e mütealliktir. الدّ۪ينَ ismi-i fail مُخْلِص۪ينَ ‘nin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ismi fail kendisinden sonra fail ve meful alabilir.Burada مُخْلِص۪ينَ hal konumundadır.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُخْلِص۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ hal cümlesidir. وَ haliyyedir. لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir.
كَرِهَ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْكَافِرُونَ fail olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
الْكَافِرُونَ kelimesi, sülasi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَادْعُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ
Rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Bu cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Takdiri إن أردتم رضا الله (Allah'ın rızasını isterseniz.) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebi inşâî isnaddır.
مُخْلِص۪ينَ kelimesi, ادْعُوا fiilinin failinden haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُ , ihtimam için mef'ûl olan الدّ۪ينَۚ ’ye takdim edilmiştir.
ادْعُوا fiilinin failinden hal olan مُخْلِص۪ينَ , ism-i fail kalıbındadır. الدّ۪ينَ ’yi mef'ûl, لَهُ ’yu harf-i cer olarak alabilmesi bu sayededir.
İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiillerin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd. Doç. Dr. M. Akif Özdoğan, KSÜ, İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (2007), s. 55 - 90, Arapçada İsm-i Fail ve İşlevleri)
Fiil cümlesinde yer alan ism-i fail, hudûs ve yenilenme anlamı ifade eder. (Muhammed Rızk, Dr. Öğr. Üyesi, Kur'an-ı Kerim’de İsm-i Fail’in İfade Göstergesi (Manaya Delaleti), Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi)
فَادْعُوا - مُخْلِص۪ينَ - الدّ۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Buradaki فَ ’nin fesahat ve inanç bakımından çok önemli bir yeri vardır, çünkü üç sıla cümlesinden sonra bu dua emri gelmiştir. Allah’ın ayetlerini gösterdiği ve onları gören kişi, hemen bu ayetlerin arkasında yatan asıl unsuru, yani Allah’ı görür. Yağmurun nasıl rızka dönüştüğünü anlar, bunun üzerinde düşünür ve O’na yönelir; düşünür, delil çıkarır, yakînen inanır; hiç vakit geçirmeden dini sadece O’na has kılarak Rabbine yönelir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 104)
En mühim olan şey, dinlerin ve bedenlerin faydasına olan şeyi görüp gözetmektir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini ve ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de, rızıklarını gökten indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve delillerin konumu; bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler dinlerin hayatiyeti; rızıklar da, bedenlerin hayatiyeti için vazgeçilmezdir. Bu iki şey tahakkuk ettiği an, nimet verme işi en mükemmel ve tam bir biçimde tahakkuk etmiş olur. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
وَ haliyyedir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet mazi fiil sıygasındaki كَرِهَ الْكَافِرُونَ cümlesi şarttır.
Cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Cevabın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlamaktadır.
لَوْ harfinin geldiği cümlelerde hem şart hem de ceza fiili mazi olur. Ancak bir nükte için muzariye de dahil olabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَوْ şart edatı; şart ilişkisi kurar. Bu edat, gerçekleşmeyen iki fiil arasındaki ayrılmazlık ilişkisini ifade eder. Nahivciler ِ لَوْ edatını “şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır” diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. Bu tanıma göre cevabın gerçekleşmediğine açık bir şekilde delalet eder. Yani şartın imkânsızlığında cevabın da imkânsızlığını ifade eden bir edat olmaktadır. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
كَافِرُونَ - مُخْلِص۪ينَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.