ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | اسْتَوَىٰ | yöneldi |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | السَّمَاءِ | göğe |
|
5 | وَهِيَ | ve o |
|
6 | دُخَانٌ | duman halinde olan |
|
7 | فَقَالَ | sonra dedi |
|
8 | لَهَا | ona |
|
9 | وَلِلْأَرْضِ | ve arza |
|
10 | ائْتِيَا | gelin |
|
11 | طَوْعًا | isteyerek |
|
12 | أَوْ | veya |
|
13 | كَرْهًا | istemeyerek |
|
14 | قَالَتَا | dediler ki |
|
15 | أَتَيْنَا | geldik |
|
16 | طَائِعِينَ | isteyerek |
|
“Geliniz” anlamındaki i’tiyâ fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvîn) sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazi anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz konusu fiili “(varlık sahnesine) gelin” şeklinde çevirdik. Nitekim âyetteki duhân kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte “duman” anlamına gelen duhân kelimesi tefsirlerde “su buharı” olarak yorumlanmıştır (meselâ bk. Şevkânî, IV, 581). Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması (Esed, III, 972) bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.
Önceki iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz edilmişti. Ancak bu âyetteki, “Ardından ona (semaya) ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ dedi” cümlesi, arzın semadan önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki “sümme” edatı sözlükte “sonra” anlamına gelmekle birlikte –Şevkânî (IV, 582) ve İbn Âşûr’un da (XXIV, 245) haklı olarak belirttikleri gibi– bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semanın yaratılmasının, arzın yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden “sümme” kelimesini, “dahası” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Esasen yerin ve göklerin yaratılması aynı anda olmadığı için ikisine “gelin, buyurdu” cümlesini, her birini yaratmayı murat ettiğinde, “ol, varlığa gel” dedi, onlar da var oldular, şeklinde anlamak gerekir.
“Boyun eğerek geldik dediler” cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah’ın irade ve kudretinin mutlak sûrette geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun düşünülemeyeceğini ifade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, IV, 581).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 693-694
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَوٰٓى fiili ى üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اِلَى السَّمَٓاءِ car mecruru اسْتَوٰٓى fiiline mütealliktir. هِيَ دُخَانٌ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. دُخَانٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
قَالَ cümlesi atıf harfi فَ ile اسْتَوٰٓى fiiline matuftur . قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. لَهَا car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. لِلْاَرْضِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
Mekulü’l-kavli ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاً ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
ائْتِيَا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur.
طَوْعاً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur. كَرْهاً atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالَـتَٓا fetha üzere mebni mazi fiildir. Tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ ‘dir. قَالَـتَٓا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. طَٓائِع۪ينَ kelimesi اَتَيْنَا ‘deki failin hali olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanır.
اسْتَوٰٓى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
طَٓائِع۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan طوع fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ
Ayet tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
ثُمَّ , hem zaman açısından hem de rütbe açısından terahi ifade eder. (Aşûr)
اِلَى السَّمَٓاءِ car mecruru, اسْتَوٰٓى fiiline mütealliktir.
وَهِيَ دُخَانٌ hal cümlesi olup وَ ’la gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede tevriye vardır. Zira ayetteki bizce keyfiyeti meçhul olan اسْتَوٰٓى kelimesinin yakın anlamı ‘yerleşmek’ değil, Rahman olan Allah için kelimenin uzak anlamları olan ‘kuşatmak ve mülkü altında tutmak’ manası kastedilmiş, yakın ve uzak anlamlarından herhangi birine dair bir işaret de belirtilmemiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ ifadesindeki ثُمَّ ‘yi, Râzî ve Kādî Beyzâvî gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı zamanî değil, rütbî terahî (sonralık) ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, vücuda gelin (var olun) manasına gelen tekvinden ibarettir. دُخَانٌ /Duhan (buhar) da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için duhan denilmiştir. Bu güzel bir manadır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise ثُمَّ ‘nin terahisi (sonralığı) nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak ["Bundan sonra da yeri yayıp döşedi."] (Naziat, 79/30) ayetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir. (Elmalılı, Âşûr)
اسْتَوٰٓى , birisinin bir şeye, başka hiçbir şeye dönüp bakmaksızın yöneldiğinde söylenir. Ki bu durumda bu fiil, العوجاج (eğri büğrûlüğün) zıddı olan, istivâ-doğrulmak olur. (Fahreddin er-Râzî)
دُخَانٌ : Duman halindeki karanlık bir durum demektir. Belki de bundan onun maddesini ya da onu oluşturan küçük parçaları (atomları) kastetmiştir. (Beyzâvî)
فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ
Cümle atıf harfi فَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاً cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
طَوْعاً , كَرْهاً kelimeleri haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
طَوْعاً (isteyerek) ile كَرْهاً (istemeyerek) kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Yer ve gökyüzüne yapılan hitap, mecaz-ı aklîdir. Bu mecazdan murad, Allah'ın kudretini tasvir etmektir. Bu ifadenin meknî istiare babından olması da mümkündür. (https://tafsir.app/m-mawdou/41/6, Derviş)
Bu cümlede, istiare-i temsîliyye vardır. Yüce Allah gücünün göklerde ve yerdeki tesirini, sultanın, tebâsından veya kölelerinden birine herhangi bir konuda verdiği emre ve bu emre hemen uyulmasına benzetti. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
ائْتِيَا emri, takdir edilmelerinden sonra ilâhi iradenin, onların vücuda gelmesine bilfiil taalluk etmesinden ibarettir. Yoksa "ol!" emrinde olduğu, gibi, burada da aslında ne emir var, ne de memur vardır.
طَوْعاً اَوْ كَرْهاً "isteyerek veya istemeyerek..." denilmesi, bu emirle gök ile yerkürede hasıl olan ilâhi kudretinin tesirinin kesinliğinin ve onların bundan imtina etmelerinin imkansız olmasının temsili ifadesidir. Yoksa onların isteyip istememelerinin ispatı için değildir. (Ebüssuûd, Âşûr)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَـتَٓا fiilinin mekulü’l-kavli olan اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
طَوْعاً - طَٓائِع۪ينَ ve اَتَيْنَا - ائْتِيَا ve قَالَ - قَالَـتَٓا gruplarındaki kelimeler arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ائْتِيَا - اَتَيْنَا fiilleri arasında güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ Bu ayette hayvan ve ölü (cansız) varlıkların, insanlar gibi konuşturulması şeklinde bir anlatım (mecaz) söz konusudur. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ ifadesi, onların ilâhi kudretten son derece etkilendiklerinin, emrolundukları gibi hasıl olmalarının temsili ve bu şekilde var olmalarının, Allah'ın üstün hikmetinin gereği olduğunun tasviridir. (Ebüssuûd, Âşûr)
et-Te'vîlât en-Necmiyye'de şu ifadeler yer alır: ”İsteyerek veya istemeyerek gelin" şeklindeki hitabını onlara işittirdikten sonra kendilerine ”İsteyerek geldik," cevabını verdirmiştir. Bu kelimelerin başta müennes lafzıyla zikredilmeleri müennes ve mâdûm (yok) oluşlarından, sonunda da müzekker lafzıyla ifade edilmeleri Yüce Allah'ın kendilerini diriltmesinden, onlara yok oldukları halde akıl vermesinden ve tıpkı akıllılar gibi ”İsteyerek geldik," sözleriyle cevap verdirmesinden dolayıdır." (Ruhu’l Beyan)
Allah Teâlâ, göklerden ve yerden bahsederken لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ önce göğü, daha sonra da yeri zikretmiş, bunun peşinden de, önce طَوْعاً /istemeyi sonra da, كَرْهاًۜ /istememeyi zikretmiştir. Binaenaleyh itaat halini, göğe; istememeyi de, yere hamletmek gerekir. İtaati, semaya tahsis etmenin sebepleri ise şunlardır:
1) Sema, hareketini, değişmez bir tarzda, aynı metod üzere devam ettirdiği için, Allah'a itaat eden bir canlıya benzemiş olur. Yer ise böyle değildir. Çünkü yerin halleri değişik değişiktir. Bazan sükunet içinde, bazan da birbirine girmiş hareketler içinde olur.
2) Gökteki varlıklar, sadece taat içindedirler. Nitekim Cenab-ı Hak, ["Kendilerine her surette kāhir ve hakim olan Rablerinden korkarak ne emirolunurlarsa onu yaparlar.."] (Nahl, 50) buyurmuştur. Yerdekilere gelince, onlar hakkında durum, hiç böyle değildir.
3) Sema, her şeyinde mükemmellikle vasfedilmiştir. Çünkü sema renklerin en güzelini taşımaktadır ki, bu, aydınlık olmasıdır. Onun sebebi, yine en üstün şekildir ki, bu da yuvarlak oluşlarıdır. Onun yeri, yerlerin en üstünüdür ki bu da yüksekte ve yüce olmasıdır. Kütleleri de kütlelerin en üstünüdür ki, bu da onların inciler kakılmış yıldızlar olmalarıdır. Ama yeryüzü böyle değildir çünkü yer, karanlıklar ve yoğunluklar mekânıdır. Halleri farklı farklıdır. Zatları ve sıfatları başka başkadır. İşte bu sebeple hiç şüphesiz semanın itaat içinde olduğu, yerin ise bu işe istemeyerek boyun eğdiği ifade edilmiştir. Yerin yaratılmasının illeti onun isteksiz olmasına varıp dayanınca; yerdekiler de hep isteksizliği, sıkıntıyı, kahr ve adaletsizliği gerektiren şeyler ile tavsif edilmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)