بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حٰمٓۜ
حٰمٓۜ
حٰمٓ hurûf-u mukattaâ harfidir.
حٰمٓۜ
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ
“İndirilen”den maksat Kur’an-ı Kerîm veya özellikle bu sûredir. Muhataplara bu hatırlatmanın yapılmasının sebebi, okunanın ilâhî kelâm olduğunu bilerek onu lâyık olduğu şekilde derin bir saygıyla dinlemeleri gerektiğini onlara hissettirmektir. Ayrıca bu ifade, bilhassa Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen, onu Hz. Muhammed’in yakıştırdığını ileri süren inkârcılara cevap teşkil etmektedir. Bu cevapta Kur’an’ın başlıca şu özelliklerine dikkat çekildiği görülüyor:
a) Kur’an, Allah katından indirilmiştir, ilâhî vahiydir; onun Hz. Muhammed’in kendi sözü olduğu iddiası tamamen asılsızdır.
b) Kur’an, Allah’ın rahman ve rahîm isimlerinin tecellisidir, dolayısıyla insanlık için bir rahmet ve lutuftur.
c) O bir “kitap”tır, yani sadece söylenip geçen bir söz değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunması gereken ve korunan ölümsüz bir belgedir.
d) “Âyetleri açık açık ortaya konmuştur.” Râzî, bu kısmı açıklarken özetle şöyle der: Kur’an’ın âyetleri değişik konulara ayrılmıştır, farklı anlamlar taşımaktadır. Şöyle ki: Bazı âyetler Allah’ın zâtını tanıtmakta, sıfatlarını açıklamakta; ilim ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğini; göklerin, yerin ve yıldızların yaratılışındaki, geceyle gündüzün birbirini izlemesindeki sırları; bitkiler, hayvanlar ve insanlardaki hayranlık verici özellikleri anlatmaktadır. Bazı âyetler, ruhlara ve bedenlere ait yükümlülükler hakkında bilgi vermekte; bazıları âhiretle ilgili vaad ve uyarı, sevap ve ceza konularında, cennet ve cehennem ehlinin dereceleri hakkında açıklamalar içermektedir. Bazı âyetlerde öğüt ve uyarılar, bazılarında ahlâk güzelliğine ve ruh terbiyesine dair konular işlenir; bazıları da eski toplulukların tarihlerinden söz eder. Kısacası, insafla düşünen herkes kabul eder ki insanlığın elinde, çeşitli bilgilerin ve birbirinden çok farklı konuların yer aldığı Kur’an’ın benzeri başka bir kutsal kitap yoktur (XXVII, 94).
e) Kur’an’ın dili Arapça’dır; bunun da asıl sebebi, İslâm peygamberinin Arap asıllı, hitap ettiği ilk topluluğun da Araplar oluşudur. Nitekim “İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (gerçekleri) açık açık anlatsın” buyurulmuştur (İbrâhim 14/4; ayrıca bk. Zümer 39/28).
f) Kur’an, özünde kusursuz bir ilâhî hakikat, rahmet ve rehber olmakla birlikte ondan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olmak, samimi bir niyetle hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunmak gerekir. 4. âyette belirtildiği gibi “çokları” yani inkârcılar (Şevkânî, IV, 578-579), peşin bir hükümle Kur’an’a sırt çevirdikleri, onu dinlemedikleri, açıklama ve uyarılarını dikkate almadıkları için Kur’an’dan nasiplerini alamazlar; hatta “Kur’an zalimlerin (inancı, niyeti ve ahlâkı bozuk olanların) ancak hüsranını arttırır” (İsrâ 17/82).
g) Kur’an müjdeci ve uyarıcıdır; sadece bilgi vermez, sadece görev de yüklemez; aynı zamanda hakikati arayan, hak olana inanmaya ve hakka göre yaşamaya niyeti olanlara, aradığını bulduğunda da ona sımsıkı sarılanlara güzel bir âkıbet, mutluluklarla dolu ebedî bir hayat müjdeler; bâ-
tıla sapanları; inkâr, haksızlık ve ahlâksızlık peşinde olanları da acı bir âkıbetle ve ağır cezalara çarptırılmakla tehdit edip uyarır.
Bazı tefsirlerde 3. âyetteki “bilen bir topluluk” ifadesiyle Arapça bilen ilk Kur’an muhataplarının kastedildiği belirtilir (Taberî, XXIV, 91; İbn Atıyye, V, 4). Ancak bu ifadenin, “dinleyip anlamasını bilen, Kur’an’dan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olması yanında dürüstçe hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunan topluluk” şeklinde anlaşılması Kur’an-ı Kerîm’in ifade ve üslûp tarzına daha uygun düşmektedir.
Fesale فصل :
فَصْلٌ aralarında bir aralık ya da yarık oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden ayırmaktır. Bu anlamdan hareketle eklemlere de مَفصَلٌ denmiştir. Çoğulu ise مَفاصِيلٌ dur.
فِصالٌ kelimesi çocukla süt emmeyi birbirinden ayırmak yani çocuğu sütten kesmek demektir.
Bu kök hem fiiller hem de sözlerle ilgili kullanılır.
مُفَصَّلٌ sözcüğü Kur'an'la ilgili kullanıldığında Kur'an'ın son yedide birini ifade eder. Böyle adlandırılmasının nedeni kısa sureler vasıtasıyla kıssaların aralarının ayrılmış olmasıdır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı türevde 43 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri fasıl, fâsıla, tafsilat, mufassal, mafsal ve Faysal'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ
İsim cümlesidir. تَنْز۪يلٌ mübteda olup lafzen merfûdur. مِنَ الرَّحْمٰنِ car mecruru تَنْز۪يلٌ ‘e mütealliktir. الرَّح۪يم kelimesi الرَّحْمٰنِ ‘nın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ
Sûrenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. تَنْز۪يلٌ , sonraki ayetteki كِتَابٌ için haber, مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ car mecruru, تَنْز۪يلٌ ‘a mütealliktir.
Veya takdiri هذا القرآن olan mahzuf mübteda için haber, مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ car mecruru, تَنْز۪يلٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir.
Ya da تَنْز۪يلٌ mübteda, car mecrur mahzuf habere mütealliktir. (Âşûr)
تَنْز۪يلُ kelimesi, نزل fiilinin تفعيل babında masdarıdır. Bu masdarla ism-i mef’ûl kastedilmiştir. Mübalağalı ifade için ism-i mef’ûl yerine masdar kullanılmış, ism-i mef’ûl yerine masdara isnadla aklî mecaz yani mecazî isnad yapılmıştır.
تَنْز۪يلٌ kelimesinin sonundaki tenvinin ifade etmiş olduğu anlam, Yüce Allah'ın zatının azametini pekiştirmektir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
Bu surenin indirilmiş olması için kullanılan تَنْز۪يلُ kelimesiyle, ism-i mef'ûl (münezzel-indirilmiş) manası kastedilmiş olup, masdarla ism-i mef'ûl manasının kastedilmesi meşhur olan bir mecazdır. Bu surenin "indirilmiş" olması ile, Allah Teâlâ'nın onu, Levh-i Mahfûz'a yazması, Cibril (as)'e, o yazılan şeyleri hıfz edip ezberlemesini, daha sonra da onu, Hz Muhammed (sav)'e indirip ona tebliğ etmesini emretmesi kastedilmiştir. Binaenaleyh, bu kelimelerin Cebrail (as)'in indirmesi vasıtasıyla anlatılması tahakkuk edince, işte bu hadiseye تَنْز۪يلُ /tenzil ismi verilmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Allah Teâlâ’nın bu ayetlerde Kur'an'ı tavsif ettiği on sıfat şöyledir.
8-9) O'nun bir müjdeci ve uyarıcı olması
10) Onların Kur'an'dan yüz çevirip, dinlemeyip, iltifat etmeyişleri. (Fahreddin er-Râzî)
الرَّحْمٰنِ - الرَّح۪يمِ lafza-i celâlin iki sıfatıdır. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatı vardır. Aralarında و olmaması, mevsufta, bu iki vasfın birden mevcudiyetine işarettir.
Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
حٰمٓۜ ’i surenin ismi kabul edersen, mübteda olur; تَنْز۪يلٌ de onun haberi olur. Ama حٰمٓۜ ’i harf tâdadı kabul edersen تَنْز۪يلٌ mahzuf bir mübtedanın haberi olur; كِتَابٌ da تَنْز۪يلٌ ’den bedel yahut haberin peşine gelen başka bir haber yahut mahzuf bir mübtedanın haberi olur. Zeccac’a (v. 311/923) göre تَنْز۪يلٌ mübteda, كِتَابٌ da onun haberi olabilir ki bunun açıklaması şöyledir: تَنْز۪يلٌ kelimesi, sıfat (yani مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ) vasıtasıyla tahsis edilmiş; böylece mübteda olarak gelmesi mümkün olmuştur. (Keşşâf)
حٰمٓۜ ayetinin mübteda kabul edilmesi durumunda onun ya da mahzuf bir mübtedanın haberi olur.
مِن ibtida (başlangıç) manası taşır, yani Rahman-Rahîm’den başlayan tenzîl demektir. Rahman kelimesi, delalet bakımından Rahîm kelimesinden daha kapsamlıdır. Çünkü Rahman ismindeki rahmet umumidir; müminleri, kâfirleri, insanları ve hayvanları kapsar. Rahîm ismi ise müminlere mahsustur, dolayısıyla bu çok yüce bir manadır. Bunda kitabın iman eden ve inkâr edenlere, hatta yaşayan her şeye rahmet olduğu manası vardır. Ama özellikle iman edenlere rahmettir ve “Ey mümin! Bu kitap sana O’nun rahmetinden iki cihetle hem umumi hem de hususi olarak gelmiştir” demektir. Bu kapsamlı rahmet, Peygamber Efendimiz’in (sav) rahmet getirmesine sebep olmuştur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.27)
Surenin bu ilk ayeti, kelama en güzel giriş şekillerinden biri olan konusuyla alakalı bir şeyle başlayarak berâat-i istihlâl sanatının ve güzel lafızlar kullanılıp ağır lafızlardan, tenâfür (kelime veya sözün fesahatini bozan ses uyuşmazlığı) ve ta’kîdden (ibareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma) uzak, sahih bir mana ifade ederek muktezâ-i hâlin gözetilmesiyle hüsn-i ibtida sanatının güzel bir örneğini teşkil etmiştir.
Rahman ve Rahîme, tenzilin nispet edilmesi, bize bildiriyor ki, Peygamberimize indirilmiş olan bu Kur’an, dinî ve dünyevî maslahatların temel sebebi olup rabbanî rahmetin gereği olarak insanlığa gelmiştir. Nitekim ["Ey Resûlüm! Biz seni ancak rahmet olarak indirdik."] (Enbiyâ: 107) ayeti de bu hakikati bildirmektedir. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰناً عَرَبِياًّ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَۙ
كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰناً عَرَبِياًّ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَۙ
كِتَابٌ ikinci ayette geçen تَنْز۪يلٌ ‘ ün haberi olup lafzen merfûdur.
فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ cümlesi كِتَابٌ ‘un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
فُصِّلَتْ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. اٰيَاتُهُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قُرْاٰناً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur. عَرَبِياًّ kelimesi قُرْاٰناً ‘ın sıfatı olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
لِقَوْمٍ car mecruru فُصِّلَتْ fiiline mütealliktir.
يَعْلَمُونَ fiil cümlesi لِقَوْمٍ ‘ın sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Nekre bir kelimeden sonra gelen cümle o kelimenin sıfatı olur.
يَعْلَمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فُصِّلَتْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi فصل ‘dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰناً عَرَبِياًّ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَۙ
كِتَابٌ önceki ayetteki تَنْز۪يلٌ ‘ün haberidir.
كِتَابٌ /kitap ismi, cem’ etmek anlamındaki bir kökten türemiş ve Kur'an'a, içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini bulundurduğu için kitap adı verilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ cümlesi كِتَابٌ için sıfattır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. لِقَوْمٍ car mecruru فُصِّلَتْ fiiline mütealliktir.
فُصِّلَتْ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ "Ayetlerinin ayrı ayrı açıklanmış" olması.. Ki, bu ifadeyle, ayetlerinin farklı farklı konularda olması ve çeşitli manaları tafsilatlı olarak ifade etmesi kastedilmiştir. Binaenaleyh bu ayetlerin bir kısmı, Allah'ın zatının vasfı, "tenzih" ve "takdis" sıfatlarının; ilim, kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğinin; göklerin, yerin, yıldızların yaratılmasındaki hallerin ilginçliğinin; gece ve gündüzün birbirini takip etmesinin ve bitkiler, hayvanlar ve insanların hallerinin ilginçliğinin izahı hakkındadır. Bir kısmı da, kalbe ve uzuvlara yönelik mükemmeliyetlerin halleri ve durumları hakkındadır. Diğer bir kısmı vaat ve vaîd; cennet ve cehennem ehlinin derecelerini belirleyen mükâfat ve cezalar hakkındadır. Bir kısmı vaaz ve nasihat, bir kısmı ahlâkı güzelleştirme, nefsi terbiye etme ve bir kısmı da evvelkilerin kıssaları, geçmişlerin tarihi hakkındadır. Velhasıl, kim (bu hususta) insaflı düşünürse, insanların elinde, Kur'an kadar, kendisinde farklı ilim ve konuların yer aldığı başka bir kitabın olmadığını anlar. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
قُرْاٰناً عَرَبِياًّ ifadesi, ihtisas ve medih üzere nasb konumundadır; yani bu tafsil edilmiş kitapla, şu özelliklere sahip Kur’an kastedilmektedir. قُرْاٰناً عَرَبِياًّ ifadesinin, ‘ayetleri Arapça bir Kur’an olarak açık seçik bildirilmiştir’ anlamında hal olmak üzere mansub olduğu da söylenmiştir. (Keşşâf, Fahreddin er-Râzî)
اٰيَاتُهُ izafeti, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اٰيَاتُ için tazim ve teşrif ifade eder.
يَعْلَمُونَ cümlesi لِقَوْمٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Burada bu kavim, ‘’bilenler’’ olarak vasıflanmış, böylece onlardaki ilim ve idrak kuvvetine işaret edilmiştir. Yani, bu kitabın yüce belâgatı ve ince detayları onların gözünden kaçmaz. Her ne kadar bu kitap onların kelamı cinsinden olmasa da, kitabın durumu böyle açıklandığı, onlar da ilim ve idrak ehli olduğu için ayet onları inat veya karşı çıkmak ile vasıflandırmamış; onun yerine يَعْلَمُونَ (bilirler) kelimesini tercih etmiştir. Böylece gizli bir delaletle onların hidayete erip iman edeceğine ve grup grup Allah'ın dinine gireceklerine işaret etmiştir. Bu da Peygamber Efendimiz’e (sav) üstü kapalı bir müjdedir. Zaten ardından da 4. ayette müjde بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۚ şeklinde açıkça gelmiştir. Bu da, Bikâî’nin işaret ettiği manadır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.18)بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۚ فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۚ
بَش۪يراً kelimesi قُرْاٰناً ‘ın ikinci sıfatı olup fetha ile mansubdur. نَذ۪يراً atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعْرَضَ fetha ile mebni mazi fiildir. اَكْثَرُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. لَا يَسْمَعُونَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْمَعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَعْرَضَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi عرض ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۚ فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ
بَش۪يراً - نَذ۪يراًۚ kelimeleri önceki ayetteki قُرْاٰناً için sıfattır. بَش۪يرا - نَذ۪يراً , öncesindeki كِتَابٌ kelimesinin sıfatı, yahut mahzuf bir mübtedanın haberi olarak بَش۪يرٌ - نَذ۪يرٌ şeklinde de okunmuştur. (Keşşâf)
Veya كِتَابٌ ‘un halidir. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade eden بَش۪يراً - نَذ۪يراً kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve muvazene sanatı vardır.
بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۚ ‘da teşbih-i beliğ vardır. Kur’an, salih müminleri müjdeleyen ve uyaran kimseye benzetilmiştir. (Âşûr)
Bu iki sıfatın وَ ile getirilişi, aynı kimseye hem müjde hem uyarı yapılmadığı içindir. Müjde, kendisine tabi olan salih müminlere, uyarı da yüz çevirenlere ayrı ayrı taifelere yapıldığını haber vermektedir. (Âşûr)
فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ cümlesi, atıf harfi فَ ile ibtidaiyye cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan اَكْثَرُهُمْ ‘un izafetle marife olması, az sözle çok anlam ifade eder.
فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Hükümde ortaklık nedeniyle atıf harfi فَ ile فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlenin müsnedi menfi muzari fiil sıygasında gelmiştir. Bu durum hükmü takviye, teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhatabın dikkatini tecessüm özelliğiyle uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ Burada müsnedün ileyhin takdimi hükmü takviye ve tekid içindir. (Âşûr)
Nefy harfinin müsnedün ileyhten sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَا يَسْمَعُونَ fiilinin mef’ûlunun zikredilmemesi, daha önceki ayetteki يَعْلَمُونَ fiilinin mef’ûlunun zikredilmemesi gibi değildir. Oradaki fiil lâzım menziline konmuştu, buradaki fiilin ise lâzım menziline konulma ihtimali yoktur. Çünkü burada işitilmeyen şey Kur’an’dır. Yani bu ayette يَسْمَعُونَ fiilinin mef‘ûlü vardır ancak hazf edilmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.33)وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ اِنَّـنَا عَامِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالُوا | ve dediler ki |
|
2 | قُلُوبُنَا | kalblerimiz |
|
3 | فِي | içinde var |
|
4 | أَكِنَّةٍ | kılıflar |
|
5 | مِمَّا | şeye karşı |
|
6 | تَدْعُونَا | bizi çağırdığın |
|
7 | إِلَيْهِ | kendisine |
|
8 | وَفِي | ve var |
|
9 | اذَانِنَا | kulaklarımızda |
|
10 | وَقْرٌ | bir ağırlık |
|
11 | وَمِنْ | ve |
|
12 | بَيْنِنَا | bizim aramızda var |
|
13 | وَبَيْنِكَ | ve senin aranda |
|
14 | حِجَابٌ | bir perde |
|
15 | فَاعْمَلْ | sen (istediğini) yap |
|
16 | إِنَّنَا | elbette biz de |
|
17 | عَامِلُونَ | yapıyoruz |
|
İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini “akıl” anlamında kullanırlardı; Kur’an-ı Kerîm’de de bu kelime ve çoğulu (kulûb) genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber Mekke putperestlerine Kur’an’ı tebliğ ederek onları Allah’ın birliğine inanmak, sadece O’na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira onlar, “Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz” demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavrıyla kendilerine okunan Kur’an’a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî’ye göre sûrenin asıl amacı, bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).
Özetle, ilk âyetlerde ifade buyurulduğu üzere Kur’an Allah’ın rahman ve rahîm isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; “onun âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla açıklanmıştır.” Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek, dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde aklî değerlendirmeler yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke putperestleri ve Kur’an’a karşı tavır alan bütün inkârcıların temel yanlışı ise bu şarta uymamalarıdır.
“Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!” şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde açıklanmaktadır: a) Sen kendi dininin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız (Râzî, XXVII, 98). Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin karakterlerine daha uygun görünmektedir.
وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mekulü’l-kavli قُلُوبُنَا ‘dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
قُلُوبُنَا kelimesi mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ٓي اَكِنَّةٍ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
مَا müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle birlikte اَكِنَّةٍ ‘e mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَدْعُونَٓا ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
تَدْعُونَٓا fiili و üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘ dir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. اِلَيْهِ car mecruru تَدْعُونَٓا fiiline mütealliktir.
ف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ cümlesi atıf harfi و ‘la mekulü’l-kavl cümlesine matuftur.
ف۪ٓي اٰذَانِنَا car mecruru muahhar mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. وَقْرٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. مِنْ بَيْنِنَا car mecruru mahzuf mukaddem mübtedanın haberine mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَيْنِكَ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. حِجَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
فَاعْمَلْ اِنَّـنَا عَامِلُونَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن أردت الاستمرار في الدعوة (Davete devam etmek istersen) şeklindedir.
اعْمَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. عَامِلُونَ fiili اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
عَامِلُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan عمل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan قُلُوبُنَا ’nın haberi mahzuftur. ف۪ٓي اَكِنَّةٍ bu mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mecrur mahaldeki مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harfiyle birlikte اَكِنَّةٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sılası olan تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ cümlesinde istiare-i temsiliyye sanatı vardır. Anlayışsızlık ve idraksizlik manasınadır.
Müftî Sa'dî der ki: ”Bu ayet-i kerimede ف۪ٓي gelirken, (Kehf: 57) suresinde على kullanılmıştır. Çünkü bu ayet-i kerimede maksat, onların kabul etmeyişleri noktasında mübalağa yapmaktır. اَكِنَّةٍ 'Ekinne' öyle bir örtüdür ki, kalbin üzerini kuşatıp örttüğü zaman tıpkı bir zarfın, içindeki nesneyi kuşatması gibi sarar ve artık o nesneye herhangi bir şeyin ulaşması mümkün olmaz. İşte bu mübalağa على’ da yoktur. Sonra Kehf Suresindeki ifade, azameti vurgulamak için sevk edilmiştir. Buna uygun olan da isti'lâ edatı olan على harfinin getirilmesidir.” (Rûhu’l Beyân)
ف۪ٓي اَكِنَّةٍ ifadesindeki zarfiye manasındaki ف۪ٓي harfi, idraklerinin kapalı olduğunu ifade eder. (Âşûr)
اَكِنَّةً kelimesi, كِنَانْ kelimesinin çoğuludur ki ‘kat kat örtüler’ demektir. Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler demektir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Âşûr)
Ancak burada çağrıldıkları şeyin ismini veya sıfatını zikretmemişlerdir, yani sözleri ‘’Kalplerimiz senin dinine karşı kılıflar içindedir’’ veya ‘’Sana indirilen şeye karşı’’ şeklinde gelmemiştir. Bunun yerine ‘’sadece kendisine davet edegeldiğin şeyden’’ demişlerdir. Bu sözde, kendilerini temize çıkarma isteği vardır. Onlar batılda olmalarına rağmen, manaların inceliklerinin son derece farkında olarak konuşuyorlardı. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s. 34)
وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ
ف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ cümlesi atıf harfi وَ ‘la mekulü’l-kavl cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatı vardır. ف۪ٓي اٰذَانِنَا mahzuf mukaddem habere muteallıktır. وَقْرٌ ise muahhar mübtedadır.
Cümlede müsnedün ileyh olan وَقْرٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade etmiştir.
Burada istiare-i tasrîhiyye vardır. Zira, burada hakiki olarak, onların söylediklerinden herhangi bir şey yoktur. Onlar bu sözü, işittikleri Kur'an'ın uyarıları ve kapsamlı açıklamalarını ağır bulduklarını gösterme makamında söylemişlerdir. Kur'an'a karşı aşırı nefretlerinden, sanki onların kulakları anlamalarına engel olacak şekilde sağır olmuş, kalpleri de ilme engel olacak şekilde kapanmıştır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ
Cümle atıf harfi وَ ‘la öncesindeki mekulü’l-kavl cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatı vardır. مِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ mahzuf mukaddem habere mutealliktir. حِجَابٌ ise muahhar mübtedadır.
بَيْنِكَ izafeti بَيْنِنَا ‘ya matuftur. بَيْنِنَا ‘ya dahil olan مِنْ ibtidaiyye manasındadır.
Bu terkibe مِنْ harfi ilave edilince kastedilen örtü, ‘bizimle senin arandaki bütün mesafeyi kaplayan bir örtü, öyle ki bu örtü bizim yanımızdan başlar ve senin yanında biter’ manasını taşır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.35)
Onlar, "Bizimle senin aranda bir perde vardır" demişlerdir. Hicâb (perde) kişinin görmesine mani olan şey demektir. Buradaki مِنْ edatının kullanılış hikmeti şudur: Eğer, burada مِنْ kullanılmamış olsaydı, o zaman, bu perdenin iki tarafın tam ortasında olduğu manası çıkardı. Ama bu harf-i cer kullanılınca, mana, ‘Bu perde hem bizim hem de senin tarafında oluşmaya başladı’ şeklinde olur. Bu da, ‘Bizim ile senin arandaki bütün mesafe perde ile kaplıdır. O mesafenin hiçbir yeri perdesiz değildir’ demektir. Binaenaleyh bu مِنْ lafzı o, perdenin son derece kuvvetli olduğuna delalet eder." Bu izahları Keşşâf sahibi yapmış olup, bunlar son derece güzel izahlardır. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
حِجَابٌ - اَكِنَّةٍ ve قُلُوبُنَا - اٰذَانِنَا gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı, بَيْنِ ‘nin tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette istidrâc sanatı yapılmıştır. Önce işitmemeleri, sonra kalplerindeki kılıflar, sonra kulaklarındaki sağırlık daha sonra da aralarındaki hicab zikredilmiştir.
Cümlede temsîli istiare vardır.
فَاعْمَلْ
Rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Bu cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Takdiri إن أردت الاستمرار في الدعوة (Davete devam etmek istersen) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اعْمَلْ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
اِنَّـنَا عَامِلُونَ
Beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Ta’lil cümleleri anlamı pekiştirmek ve kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan عَامِلُونَ , ism-i fail vezninde gelerek durumun devam ve sübutuna işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَاعْمَلْ - عَامِلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنَّـنَا عَامِلُونَ cümlesinde başka bir delalet vardır. Çünkü bu, اِنَّ ve isim cümlesi olarak gelmek sureti ile iki kere tekid edilmiştir. İsim cümlesi, فَاعْمَلْ fiil cümlesindeki teceddüt ve hudûsun mukabili olarak sübut ve devam ifade eder. O halde bu cümledeki yeni mana şöyledir: Onlar Peygamber Efendimiz’in (sav) davetini her yönden kuşatarak engelleme konusunda tüm azimlerini, çabalarını, cesaretlerini toplayıp biriktirdiklerini tekidli olarak ifade etmişlerdir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.36)
Burada üç uzvu zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü kalp, marifetullahın yeri ve bedenin sultanıdır. Kulak ile göz, marifet (bilgi) elde etmek için, kalbi destekleyen ve ona yardımcı olan iki alet (vasıtadırlar). Binaenaleyh bu üç uzvun da kapalı olduğu beyan edilince, bu, kabul etmeme hususunda söylenebilecek en ileri ve tekidli bir söz olmuş olur. Bir şeye karşı nefret gerçekleşince bu nefret kalbe iyice yerleşir. Binaenaleyh kişi, karşı taraftan manasını gerektiği şekilde anlamadığı bir söz dinleyip duyduğunda, bu duyma, duyulup görülen o şeyin inceliklerine vâkıf olmak için bir sebep olmaz. Bu idrak eden ve algılayan nefistir (ruhtur). Nefsin bir şeyden alabildiğine nefret etmesi ise, onun, o şeyi düşünmesine ve o şeyin inceliklerine vakıf olmasına mani olur. Durum böyle olunca da onların, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı, kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" şeklindeki sözleri, kastedilen manayı ifade etmede, tam ve mükemmel bir istiare (teşbih) olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُـكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُۜ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِك۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | إِنَّمَا | elbette |
|
3 | أَنَا | ben |
|
4 | بَشَرٌ | bir insanım |
|
5 | مِثْلُكُمْ | sizin gibi |
|
6 | يُوحَىٰ | vahyediliyor |
|
7 | إِلَيَّ | bana |
|
8 | أَنَّمَا | elbette |
|
9 | إِلَٰهُكُمْ | tanrınızın |
|
10 | إِلَٰهٌ | tanrı olduğu |
|
11 | وَاحِدٌ | bir tek |
|
12 | فَاسْتَقِيمُوا | artık doğrulun |
|
13 | إِلَيْهِ | O’na |
|
14 | وَاسْتَغْفِرُوهُ | ve O’ndan mağfiret dileyin |
|
15 | وَوَيْلٌ | vay haline |
|
16 | لِلْمُشْرِكِينَ | ortak koşanların |
|
Yukarıdaki tutumu sergileyenleri Kur’an’ın gerçeklerine inandırıp gereğince davranmalarını sağlamak için yapılacak bir şey olmadığına işaret edilmekte; Kur’an’ın Allah kelâmı, dolayısıyla Hz. Muhammed’in de peygamber olduğunu kesinlikle reddeden putperest Araplar’a cevap verilmektedir. Buna göre –yukarıdaki âyetler de dikkate alındığında– Resûlullah’ın onlara şu gerçeği bildirmesi istenmektedir: İnanıp kabul etmenin temel şartı, kulağıyla dinleyip aklıyla değerlendirmektir; bu olmadan inanma gerçekleşmez, inanmayana Hz. Peygamber’in dahi yapabileceği bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber bir beşer olup inanmayanları zorla inandıracak bir güce sahip değildir, böyle bir görevi de yoktur. Ona sadece vahiy gelmekte, doğrular ve yanlışlar, iyilikler ve kötülükler hakkında bilgiler verilmekte; muhataplarını Allah’a yönelmeye ve kötülükleri için O’ndan bağış dilemeye davet etmektedir; insanların bunları kabul veya reddetmeleri ise kendi isteklerine ve gereken şartları yerine getirmelerine bağlıdır. Son noktada hidayeti nasip etmek de ondan mahrum bırakmak da Allah’a aittir. İbn Âşûr’a göre burada, “Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!” diyerek Resûlullah’a meydan okuyan putperestlere karşı, “Ben size karşı ne yapabilirim; ben Allah’ın bir elçisiyim, sizin hesabınızı görecek olan ise Allah’tır” şeklinde dolaylı bir uyarı, ayrıca “İnsandan peygamber mi olurmuş?” şeklindeki itirazlarına da bir cevap vardır (XXIV, 236-237).
Şevkânî’ye göre 6. âyet, Hz. Peygamber’in söylediklerine karşı akıllarının örtülü, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen inkârcılara, “Bana vahiy gelmesi dışında ben de sizden biriyim; sizden farklı bir türden gelmiyorum (dolayısıyla farklı bir dil konuşmuyorum) ki söylediklerime karşı akıllarınız örtülü, kulaklarınız tıkalı olsun, aramızda beni anlamanızı engelleyen perdeler bulunsun. Sizi akla sığmayan şeylere çağırmıyorum, sadece tevhide davet ediyorum” şeklinde bir cevap anlamı taşımaktadır (IV, 579).
7. âyetin metnindeki “zekât” kelimesini farz olan zekât olarak anlayanlar olmuşsa da (meselâ bk. Taberî, XXIV, 93), müfessirlerin çoğu, zekâtın Medine’de farz kılındığını hatırlatarak Mekke’de inen bu sûrede ondan söz edilmiş olamayacağını belirtirler. Bazı müfessirler, zekât kelimesinin “arınma” anlamına geldiğini dikkate alarak âyetin bu kısmını, “Nefislerini arındırmayanlar” şeklinde açıklamışlar, bu arındırmanın da öncelikle “lâ ilâhe illallâh” diyerek müslüman olmak, böylece şirk ve inkâr kirinden temizlenmekle gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. İbn Atıyye bu hususta şöyle der: “İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğu (cumhur), bu âyetteki zekât kelimesinin ‘lâ ilâhe illallâh’ cümlesini söylemek olduğunu belirtirler... Bu yorum, âyetin Mekke’de indiği, zekâtın ise Medine’de farz kılındığı bilgisine dayanır. Bu durumda âyetteki zekât, kalbin ve bedenin şirk ve günahlardan arındırılmasıdır. Mücâhid ve Rebî bu görüştedirler. Dahhâk ve Mukatil’e göre ise burada zekâtın anlamı, ihtiyaç sahiplerine ibadet maksadıyla malî yardımda bulunmaktır” (V, 5). Bize göre de en isabetli yorum bu sonuncusudur.
Müşriklerin pek çok kötü özellikleri varken âyetin, mal yardımından kaçınmalarını özellikle zikretmesinin sebebini Zemahşerî şöyle açıklar: “Çünkü insanın en çok sevdiği şey malıdır; mal canın yongasıdır. İnsan onu Allah rızası için harcayabiliyorsa bu onun, (inancındaki) kararlılığının, istikamet sahibi oluşunun, iyi niyetinin ve içtenliğinin en güçlü delilidir. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali, tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir’ (Bakara 2/265) buyurmuştur. Âyette bu kişilerin inançlarında kararlılık gösterdikleri ve bunu mallarını infak ederek kanıtladıkları anlatılmaktadır. Vaktiyle müslüman olmakla birlikte henüz kalpleri İslâm’a ısınmamış olanlardan (müellefe-i kulûb) bir kısmı daha sonra önemsiz maddî menfaatlerle kandırıldılar, böylece dine bağlılıklarını kaybettiler; kezâ Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm’dan dönenler de (ehl-i ridde) önce zekât vermemek için birlik oluşturdular ve bu yüzden onlara karşı savaş açıldı, çarpışıldı. Ayrıca zekât toplamak üzere müslümanlara görevliler gönderildi, zekât vermekten kaçınmaya kalkışanlar şiddetle uyarıldı, öyle ki zekât vermemek müşriklerin özelliklerinden biri olarak kabul edildi (konumuz olan âyette de zekât vermemek) âhireti inkâr etmekle birlikte anıldı” (III, 383).
Kureyş kabilesi hacılara yemek yedirirlerdi; fakat Hz. Muhammed’e inananları bundan mahrum bırakmaya kalkıştılar. Âyetin bu davranışı eleştirdiği de söylenmektedir (Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 99).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 688-690
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُـكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Mekulü’l-kavli اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ ‘dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّـمَٓا , kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
Mütekellim zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur. بَشَرٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
مِثْلُكُمْ kelimesi بَشَرٌ ‘un ikinci sıfatı olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُوحٰٓى اِلَيَّ cümlesi mübteda بَشَرٌ ‘nun sıfatı olarak mahallen merfûdur. يُوحٰٓى elif üzere damme ile merfû, meçhul muzari fiildir.
اَنَّـمَٓا ve masdar-ı müevvel naib-i fail olarak mahallen merfûdur. اِلَيَّ car mecruru يُوحٰٓى fiiline mütealliktir.
اَنَّـمَٓا , kâffe ve mekfufedir. اِلٰهُكُمْ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اِلٰهٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. وَاحِدٌ kelimesi اِلٰهٌ ‘nin sıfatı olup lafzen merfûdur.
يوحى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi وحى ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُۜ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَق۪يمُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اِلَيْهِ car mecruru اسْتَق۪يمُوا fiiline mütealliktir. وَ atıf harfidir.
اسْتَغْفِرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
اسْتَقَامُوا fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi قوم ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِك۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. وَيْلٌ mübteda olup lafzen merfûdur.
لِلْمُشْرِك۪ينَ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. لِلْمُشْرِك۪ينَ ‘nin cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
لِلْمُشْرِك۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُـكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayet emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ cümlesi, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle اِنَّـمَٓا kasr edatıyla tekid edilmiştir. اَنَا۬ mübteda, بَشَرٌ haberdir. مِثْلُكُمْ izafeti بَشَرٌ kelimesinin sıfatıdır. Sıfat, mevsufunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. اَنَا۬ maksûr/mevsûf, بَشَرٌ maksurun aleyh/sıfattır. Ben sadece sizin gibi bir beşerim anlamındadır.
إنَّما أنا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ şeklindeki hasr, kasr-ı izafîdir. Yani “Ben sadece insanların kalplerindekine göre hareket etmeyen bir beşerim” demektir. (Âşûr)
Bu ayette de murad اَنَا۬ ile kastedilen Resul’ün, cümlenin kalan kısmına tahsis edilmesidir. Yani; onlar gibi beşer olmasına rağmen ona, ilâhlarının tek bir ilâh olduğunun vahyedildiğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُوحٰٓى اِلَيَّ cümlesi بَشَرٌ için ikinci sıfattır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil sıygası cümleye teceddüt ve tecessüm anlamları katmıştır.
يُوحٰٓى fiili meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Kasr edatı اَنَّـمَٓا ’nın dahil olduğu اَنَّـمَٓا اِلٰهُـكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ cümlesi, masdar teviliyle يُوحٰٓى fiilinin naib-i failidir. Mübteda ve haberden müteşekkil masdar-ı müevvel, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
وَاحِدٌ kelimesi اِلٰهٌ için sıfattır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّـمَٓا , kaffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki مَا i kâffeden kasıt ise, إِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
Müsnedün ileyhin izafetle marife olması kısa yoldan izah içindir. وَاحِدٌ sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.
Zemahşerî, Beyzâvî gibi bazı alimlere göre اَنَّـمَٓا da اِنًَـمَٓا gibi kasr ifade eder. Çünkü onun benzeridir.
اَنَّـمَٓا daki مَا harfi, tekid için gelmiş zâid bir harftir. Bu ayetten maksat bana vahyedileni, ‘sizin ilâhınız sadece tek bir ilâhtır’ manasına tahsis etmektir. Mana da şöyledir: İlâhi emirde bana emredilen şey; O’nun vahdaniyetinden başka birşey değildir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah Teâlâ onların şüphelerini nakledince, Hz Muhammed (sav)'e, onların bu şüphelerine karşı, "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana şu vahyolunuyor" demesini emretmiştir. Hz Peygamber (sav) sanki şöyle demekle emrolunmuştur: "Ben sizi zorla imana sevk edecek değilim, böyle bir gücüm yok. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Benim ile sizin aranızdaki fark, Allah'ın bana vahyedip size vahyetmemiş olmasıdır. Ben sadece bu vahyi size tebliğ ediyorum. Bundan sonra eğer Allah size tevhit ve muvaffakiyet nasip etmiş, sizi bununla şereflendirmek istemiş ise, onu kabul edersiniz. Yok eğer sizi bundan mahrum edip, kendi başınıza bırakmak istemişse, bunu kabul etmezsiniz. Bunun, benim peygamberliğimle ve görevimle bir ilgisi yoktur." (Fahreddin er-Râzî)
فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُۜ
Cümle atıf harfi فَ ile قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ cümlesine atfedilmiştir. Ayet emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayetteki اِلَيْ harf-i ceri (Onun için) لِ manasınadır ve ayet, "Onun için dosdoğru olun" demektir. Harf-i cerler birbirlerinin yerini tutabilirler. Tazmin sanatı vardır. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Aynı üslupta gelen وَاسْتَغْفِرُوهُ cümlesi makabline atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اِلٰهٌ ’nun tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şeriatte bulunan her şeyi vahdaniyet, istikamet ve istiğfar şeklindeki üç hakikate bağlamak mümkündür. Buradaki فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ sözündeki harf-i cer, istikamet kelimesine yönelmek, teveccüh manasını kazandırmak için lâm harfinden bedel olarak gelmiştir. Yani, istikamet üzere olma emriyle tevhit kelimesi olan لا إله إلّا الله sözü kastedilmiştir. Bu söz, Peygamber Efendimiz’in (sav) ve ondan önceki peygamberlerin söylediği en faziletli kelimedir ki aynı zamanda da takva kelimesidir. لا إله إلّا الله diyen kişinin artık başka birine yönelmesi yakışık almaz, bu kişi sadece Allah'a (cc) yönelir. Bu sözü söyleyen kişinin gerek ilim gerekse amel bakımından bütün hareket ve davranışlarında gözünün önünde Allah olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.45)
İnanç hususunda, baş ve temel olan, Allah'ın birliğine imandır. Allah Teâlâ bu imanı emredince, ikinci temel taş olan amele (ibadete) geçmiştir. Bunda da başı çeken, istiğfardır. İşte bundan ötürü, "O’ndan mağfiret isteyin" buyurmuştur. Bu ayette geçen istiğfar ile, küfürden ötürü yapılan istiğfar kastedilmemiştir. Aksine bununla, önce bir işin yapılması, sonra da yapılan o işte kusur olduğu endişesi duyularak, bundan dolayı istiğfarda bulunma kastedilmiştir. Nitekim Hz Peygamber (sav), "Şüphesiz benim kalbim de bulanır ve ben her gece ve gündüz Allah'a yetmiş kez istiğfar ederim" buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِك۪ينَۙ
وَ , istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan وَيْلٌ ’nun haberi mahzuftur. لِلْمُشْرِك۪ينَ bu mahzuf habere mütealliktir.
وَيْلٌ mübtedadır. Zem manasındaki mübtedanın tenkiri caizdir.
Müsnedün ileyh olan وَيْلٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade etmiştir.
Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak beddua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
لِلْمُشْرِك۪ينَۙ , kişinin elinde olan fiillerden yapılan ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَيْلٌ cehennemde bir vadi olarak bilinen yerdir. Azap manasında beddua olarak kullanılır. Beddua manasında olduğunda mübtedanın nekre gelmesi caizdir. وَيْلٌ , kafirlere aittir. Çünkü şiddet ifade eden bir kelimedir. Zira و - يْ - لٌ harflerinin meydana getirdiği terkip, hemen hemen daima şiddet manasını ifade eder. (Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, Bakara/79)
اَلَّذ۪ينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
اَلَّذ۪ينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ
الَّذ۪ينَ , cemi müzekker has ism-i mevsûl önceki ayette geçen لِلْمُشْرِك۪ينَ ‘nin sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يُؤْتُونَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْتُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. الزَّكٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
يُؤْتُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أتى ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِالْاٰخِرَةِ car mecruru كَافِرُونَ ’ye mütealliktir. Munfasıl zamir هُمْ birinciyi tekid etmek içindir.
Tekid, tabi olduğu kelimenin veya cümlenin manasını kuvvetlendiren, pekiştiren, manasındaki kapalılığı gideren ve aynı îrabı alan sözdür. Tekide “tevkid” de denilir. Tekid eden kelimeye veya cümleye “tekid (müekkid- ٌمُؤَكِّد)”, tekid edilen kelime veya cümleye de “müekked (مُؤَكَّدٌ)” denir. Tekid, çoğunlukla muhatabın zihninde iyice yerleşmesi veya onun tereddütünü gidermek için yapılan vurguya denir. Tekid, lafzi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Lafzi Tekid: Harfin, fiilin, ismin hatta cümlenin tekrarı ile olur. Zamirler zamir ile tekid edilebilirler. Bu durumda sayı ve cinsiyet yönünden tekid müekkede uyar.
2. Manevi Tekid: Manevi tekid marifeyi tekid eder, belirli kelimelerle yapılır. Burada lafzi tekid olmuştur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَافِرُونَ haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. كَافِرُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ
Önceki ayetteki لِلْمُشْرِك۪ينَ için sıfat olan اَلَّذ۪ينَ , bahsi geçenleri tahkir ve sonraki habere dikkat çekmek için gelmiştir.
İsm-i mevsûlun sılası olan لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ cümlesi, menfî muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, tecessüm ve teceddüt ifade etmiştir.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Onların zekat vermemekle vasıflandırılmaları, zekatı vermemekten sakındırmak ve korkutmak içindir. Nitekim bu vasıf, müşriklerin vasıflarından sayılmış ve ahireti inkâr etmekle beraber zikredilmiştir. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ müşriklerin sıfatları arasında ahireti inkâra ilave olarak neden özellikle zekat vermeyi reddetmelerini zikretmiş?” dersen şöyle derim: Çünkü insanın en çok sevdiği şey malıdır ve mal canın yongasıdır. İnsan malını Allah yolunda harcarsa, bu onun sağlamlığının, istikamet üzere oluşunun, halis niyetinin ve kalp temizliğinin en güçlü delili olur. (Keşşâf)
وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
Ayetin son cümlesi olan وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ , sıla cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümledeki ikinci munfasıl zamir هُمْ , hükmü tekid için gelmiştir. (Âşûr)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. بِالْاٰخِرَةِ , önemine binaen amili olan كَافِرُونَ ’ye, takdim edilmiştir. (Âşûr)
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfret ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Tekid amacıyla tekrarlanan هُمْ ‘larda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كَافِرُونَ , kişinin elinde olan fiillerden yapılan ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Burada car ve mecrur takdim edilmiştir. Çünkü önemli olan ahirettir, bu ayette de bu kastedilmektedir. İkinci هُمْ , fasl zamiridir, birincisi mübtedadır, كَافِرُونَ sözü de haberdir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.44, Âşûr)اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlü اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlün sılası آمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesi atıf harfi وَ ’la sılaya matuftur.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّالِحَاتِ mef’ûlün bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَهُمْ car mecrur mübtedanın mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. اَجْرٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. غَيْرُ kelimesi اَجْرٌ ‘un sıfat olup lafzen merfûdur. مَمْنُونٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
مَمْنُونٍ kelimesi, sülasi mücerredi منن olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
الصَّالِحَاتِ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilen cümle, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi formunda geldiği için sübut ve istimrar ifade eder.
İsm-i mevsûl اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tazim ve teşvik içindir.
Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
اٰمَنُو önemine binaen takdim edilmiştir. (Âşûr)
Aynı üslupta gelen وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle mevsûlün sılası olan اٰمَنُوا ’ya atfedilmiştir.
Buradaki عملوا الصالحات ibaresinin aslı عَمِلُوا الأعمال الصالحات şeklindedir. Mevsuf hazf edilmiş, sıfat söylenmiştir. Bu da onların (ve amellerinin) bu sıfatla ne kadar özdeşleştiklerini, kuvvetle vasıflandıklarını gösterir. Îcâz-ı hazif sanatıdır.
اِنَّ ’nin haberi olan لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. اَجْرٌ muahhar mübtedadır. Takdim ihtimam içindir.
Müsnedün ileyh olan اَجْرٌ kelimesinin nekre gelmesi tazim, kesret ve nev içindir.
غَيْرُ kelimesi اَجْرٌ ’un sıfatıdır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
مَمْنُونٍ۟ ‘daki tenvin kesret ve غَيْرُ ile birlikte umum ifade eder.
Buradaki مَمْنُونٍ۟ kelimesi, ‘bitmez tükenmez, ardı arkası kesilmez’ demektir. Bu, önceki ayetin sonundaki “zekat vermeyen müşriklere veyl olsun” sözünün mukabilidir. Tek bir Allah’a iman etmek şirkin, salih ameller yapmak da, onlar zekat vermezler sözünün mukabilidir. Kesilmeyen mükâfat da ahirete küfretmenin mukabilidir. Her ne kadar bu mukabele sarih olmasa da açıktır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.47)
Cenab-ı Allah, kâfirlerle ilgili vaîdi (tehdidi) tamamlayınca, peşi sıra müminlerle ilgili vaadi getirerek ["İman edip de iyi İyi amel ve hareketlerde bulunanlar yok mu, onlar için başa kakılmayan bir mükâfat vardır"] buyurmuştur. غَيْرُ مَمْنُونٍ۟ ifadesi, kesilmeyen, sona ermeyen ve "onların başına kakılmayan bir ücret-mükâfat" manası da verilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, buna "ücret" adını verince, ücret başa kakmayı gerektirmez. Bu ayetin, hasta ve kötürüm kimseler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü bunlar Allah'a taattan aciz olunca, bunlar için, sağlıklı hallerinde, işledikleri amellerin en güzeline verilen ücret gibi ücret yazılır. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداًۜ ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | أَئِنَّكُمْ | siz mi? |
|
3 | لَتَكْفُرُونَ | inkar ediyorsunuz |
|
4 | بِالَّذِي |
|
|
5 | خَلَقَ | yaratanı |
|
6 | الْأَرْضَ | arzı |
|
7 | فِي | içinde |
|
8 | يَوْمَيْنِ | iki gün |
|
9 | وَتَجْعَلُونَ | ve koşuyorsunuz |
|
10 | لَهُ | O’na |
|
11 | أَنْدَادًا | eşler |
|
12 | ذَٰلِكَ | O |
|
13 | رَبُّ | Rabbidir |
|
14 | الْعَالَمِينَ | alemlerin |
|
Ayet metnindeki yevmeyn kelimesinin sözlük anlamı “iki gün”dür. Ancak, henüz dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kur’an’da, “Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın binyılı gibidir” (Hac 22/47) buyurularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek devirleri gösterdiğine işaret eder (bilgi için bk. A‘râf 7/54).
Taberî âyetin son cümlesini şöyle açıklar: “Arzı iki evrede yaratan güç, insü cinnin ve diğer varlık türlerinin mâliki, kendisinden başka bütün varlıklar da onun memlûküdür. Bu durumda O’nun nasıl dengi bulunabilir? Hiçbir şeye muktedir olmayan âciz memlûk, kendisi üzerinde mâlik ve kadir olana denk olabilir mi?” (XXIV, 95). Râzî’nin de belirttiği gibi (XXVII, 102) Araplar, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak Tevrat’ın başlarında (Tekvin, 1/1-31, 2/1-3) verilen bilgilerden haberdar olup orada anlatılanların gerçek olduğuna inanıyorlardı. Âyette onların bildikleri ve kabul ettikleri gibi arzı belirtilen sürede yaratan güce denk tutulmaya değer hiçbir varlık olamayacağı ifade edilmekte, dolayısıyla putperest Araplar’ın Allah’a ortak koşmakla içine düştükleri çelişki ortaya konmaktadır.
Aslında putperest Araplar Allah’ın varlığına inandıklarını söylüyorlardı. Ancak onlar bazı alelâde varlıklara da tanrılık işlev ve nitelikleri yüklüyor, Allah’tan beklemeleri gereken yardımı onlardan bekliyor ve bunun için de onlara tapıyorlardı. Ayrıca insanların yeniden yaratılıp bu dünyadaki inanç ve davranışları konusunda yargılanmalarını ve diğer âhiret hallerini kabul etmemekle Allah’ın bütün bunları gerçekleştirmeye muktedir olduğunu inkâr etmiş; dolayısıyla Allah’ın insanları bazı ödevlerle yükümlü kıldığına ve sorumlu tutacağına da inanmamış oluyorlardı. İşte bütün bu telakkiler, her yönden eşsiz, benzersiz olan, dengi ve ortağı bulunmayan gerçek Tanrı inancıyla çeliştiği için âyette putperest Araplar’ın bu telakkileri bir tür inkâr olarak değerlendirilmiş; bu ve bundan sonraki âyetlerde kendisine inanılması gereken Allah’ın azametine, üstün ilim, irade ve kudretine delâlet eden bazı örnekler verilmiştir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 691-692
قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداًۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت'dir. Mekulü’l-kavli اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ ‘dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Hemze istifham harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كُمْ muttasıl zamiri, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. تَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ fiil cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تَكْفُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الَّذ۪ي müşterek ism-i mevsûl بِ harf-i ceriyle birlikte تَكْفُرُونَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ الْاَرْض ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الْاَرْضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
ف۪ي يَوْمَيْنِ car mecruru خَلَقَ fiiline mütealliktir. Müsenna olduğu için cer alameti يْ ’dir. Tesniye kelimeler harfle îrablanırlar.
تَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداً cümlesi atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
تَجْعَلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
لَـهُٓ car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlun bihe mütealliktir. اَنْدَاداً birinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ
İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
رَبُّ haber olup lafzen merfûdur. الْعَالَم۪ينَ , muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle Îrablanır.
قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ emrinin muhatabı Hz. Peygamberdir.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ cümlesi, إنّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olsa da gerçek manada soru olmayıp kınama ve taaccüp manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. (Âşûr)
Hemze inkârî istifham harfidir. Soru mütekellimin bilmediği veya cevap istediği bir konu olmadığı için cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ cümlesi إِنًّ ’nin haberidir. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiil gelerek, azgınların şeytanlara tabi oluşlarının zihinde canlanması sağlanmıştır.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mecrur mahaldeki الَّذ۪ي müfred has ism-i mevsûlu, başındaki بِ harf-i ceriyle birlikte تَكْفُرُونَ fiiline mütealliktir. Sılası olan خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ , temekkün ve istikrar ifade eden müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.107)
Burada daha korkutucu ve daha yüce olmasına rağmen lafz-ı celâl yerine ism-i mevsûl tercih edilmiştir. Çünkü ism-i mevsul zorunlu olarak sıla cümlesiyle delile bağlıdır. Bu ism-i mevsul, onların arzı yaratanın Allah Teâlâ olduğunu bildiklerini gösterir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.50)
وَتَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداًۜ cümlesi, atıf harfi وَ ‘la sıla cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Car mecrur olan لَـهُٓ , fiilin mahzuf ikinci mef’ûlüne mütealliktir. اَنْدَاداً birinci mef’ûldür.
Cümlede asıl amaç Allah’ın yüce kudretini muhataba göstermektir. Kevnî ayetlerin sayılmasının altında bu yüceliği vurgulama amacı vardır. Bu idmâc sanatıdır.
Ayette geçen اَنْدَاداً kelimesi, ند kelimesinin çoğulu olup ‘denk, benzer’ manasına gelir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.51)
Fiilin, failin ya da mef‘ûlun başına istifham hemzesinin geldiği durumlarda maksadın, arkadan zikredilen şeyler olduğu herkes tarafından bilinen bir şeydir. Bu durumlarda sorulan şey, nispeti sormaktır. Ancak tekid edilmiş bir cümleye istifham hemzesinin dahil olmasının sebebi araştırılmalıdır. Zira istifham harfinden murad, anlamak istemektir. Azîz Kitap’ta mahlukatın dilinden benzeri çok söz vardır.
Burada تَكْفُرُونَ fiili muzari olarak gelmiştir. Bu da inkârı, uygunsuzluğu, yakışık olmama manasını artıran bir unsurdur. Çünkü muzari fiildeki teceddüt manası dolayısıyla onların bu küfrünün tekrarlandığı ve batılda olduklarına delalet eden kesin delillerin gözlerinin önünde olduğu anlaşılır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.50)
وَتَجْعَلُونَ لَـهُٓ اَنْدَاداً sözündeki وَ harfi aslı üzere gelmiştir. Çünkü ikinci cümle önceki cümlenin tefsiridir. Buradaki kullanımı, korkutmak ve çirkin göstermek amaçlıdır. Sanki onlar ayrı ayrı iki kötü iş yapmışlardır: Küfür ve bir çok eş koşmak. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.52)
Bu kelam, onların küfrünü inkâr ve takbih etmektedir. (Ebüssuûd)
ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ذٰلِكَ mübteda, رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ haberdir.
ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)
Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Duhan/57, c. 5, s. 190)
Müsnedün ileyh işaret ismiyle marife olmuştur. İşaret ismi işaret edileni kâmil bir şekilde tarif edip ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinden bahsedilen şey çok net olarak ortaya çıkar. Ayrıca bahsedilen şeyin açıklanmasının çok önemli olduğuna delalet eder.
رَبُّ الْعَالَم۪ينَ izafeti, az lafızla çok mana ifade eden veciz ibaredir. Ayrıca alemlerin şanı içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Burada رَبُّ kelimesinin zikredilmesinde, Allah’ın akıllıları gözettiğine, kuşattığına, rızıklandırdığına ve Rahmân Rahîm olduğuna işaret vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.52)وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَجَعَلَ | ve yaptı |
|
2 | فِيهَا | orada (arzda) |
|
3 | رَوَاسِيَ | ağır baskılar |
|
4 | مِنْ |
|
|
5 | فَوْقِهَا | üstünden |
|
6 | وَبَارَكَ | ve bereketler |
|
7 | فِيهَا | orada |
|
8 | وَقَدَّرَ | ve takdir etti |
|
9 | فِيهَا | orada |
|
10 | أَقْوَاتَهَا | gıdalarını |
|
11 | فِي | içinde |
|
12 | أَرْبَعَةِ | dört |
|
13 | أَيَّامٍ | gün |
|
14 | سَوَاءً | eşit olarak |
|
15 | لِلسَّائِلِينَ | arayıp soranlar için |
|
“Arzın bereketli hale getirilmesi”, özetle hayatın devamı için gerekli olan hava, su, besin vb. imkânlara elverişli şartların oluşturulmasıdır. İbn Abbas’a nisbet edilen bir yorumda buradaki bereket, “nehirlerin açılması, dağların, ağaçların, meyvelerin yaratılması, çeşitli hayvan türlerinin geliştirilmesi, yaşayanların ihtiyaç duyduğu bütün imkânların oluşturulması” şeklinde açıklanmıştır (Râzî, XXVII, 102). Esasen âyetin devamı da bu anlamı vermektedir.
Bir yoruma göre âyetteki besinlerden maksat, arz üzerindeki dağlar, nehirler, ağaçlar, kayalar, madenler gibi arzın yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler; diğer bir yoruma göre de özellikle insanlar için gerekli olan gıdalardır. Âyet metninde besinlerin arza izâfe edilmesinin sebebi ise bunların arzda bulunması, oradan elde edilmesidir (İbn Atıyye, V, 6).
Şevkânî’ye dayanarak (IV, 581) “bunlara ihtiyacı olan varlıklar” diye çevirdiğimiz sâilîn kelimesi, varlığını sürdürmek için besin vb. maddelere muhtaç olan yer yüzü varlıkları; “eşit derecede” diye çevirdiğimiz sevâen kelimesi ise “eksiksiz fazlasız, tam yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde” şeklinde açıklanmıştır. Bir yoruma göre sevâen kelimesi “dört gün”ün sıfatıdır. Buna göre âyetin ilgili kısmı “tamı tamına dört gün” anlamına gelir (Taberî, XXIV, 98; İbn Âşûr, XXIV, 245). “Uygun ölçülerle yarattı” diye çevirdiğimiz kaddere fiilinin asıl anlamı “ölçme, takdir etme”dir; tefsirlerde bu bağlamda “belirledi, yarattı, elverişli hale getirdi, –İbn Mes‘ûd mushafındaki kasseme okunuşu da dikkate alınarak– “paylaştırdı” gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Taberî’nin de bu açıklamaları aktardıktan sonra belirttiği gibi (XXIV, 97) âyet, Allah Teâlâ’nın, bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı olan besinleri lutfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçlı işler, ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delâlet eder; O var olduğu, bir olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır.
Allah’ın, bütün yarattıklarının ihtiyacını karşılayacak ölçülerde var ettiği nesneleri, bazı fert ve grupların tekellerine almaları veya israf ve zayi etmeleri, diğerlerinin haklarına tecavüzdür. Bu sebeple israf ve ihtikâr yasaklanmış, infak emredilmiştir.
Tefsirlerde âyetteki “dört devir”in, 9. âyette geçen iki devri de kapsadığına dikkat çekilir. Bu sebeple ilgili bölümü, “(Bütün bunlar) dört devirde oldu” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Sonuçta yer dört günde, gökler de iki günde olmak üzere hepsi altı günde (devirde) yaratılmış olmaktadır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 692-693وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
ف۪يهَا car mecruru جَعَلَ fiiline mütealliktir. رَوَاسِيَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibarıyla onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller ‘etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi’ gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamulü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette جَعَلَ fiili değiştirme manasına gelen fiillerdendir.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “bir şeyden başka bir şey meydana getirmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ فَوْقِهَا car mecruru رَوَاسِيَ ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَارَكَ ف۪يهَا atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
بَارَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. ف۪يهَا car mecruru بَارَكَ fiiline mütealliktir.
و atıf harfidir. قَدَّرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
ف۪يهَا car mecruru قَدَّرَ fiiline mütealliktir. اَقْوَاتَهَا mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ٓي اَرْبَعَةِ car mecruru قَدَّرَ fiilin mütealliktir. اَيَّامٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
رَوَاسِيَ kelimesi sülâsî mücerred olan رسو fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَارَكَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. babındadır. Sülâsîsi برك ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
قَدَّرَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi قدر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ
سَوَٓاءً mahzuf fiilin mef’ûlun mutlakıdır. لِلسَّٓائِل۪ينَ car mecruru mahzuf fiilie mütealliktir.
لِلسَّٓائِل۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan سئل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ
Ayet atıf harfi وَ ‘la خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
ف۪يهَا car mecruru جَعَلَ fiiline, مِنْ فَوْقِهَا ise رَوَاسِيَ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir.
Aynı üslupta gelen وَبَارَكَ ف۪يهَا ve وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا cümleleri خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Her ikisi de müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Fiillerin mazi sıygada gelmesi sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
ف۪يهَٓا car mecruru قَدَّرَ fiiline mütealliktir. ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍ car mecruru قَدَّرَ fiiline mütealliktir.
Allah Teâlâ’nın insanlara lütfettiği bir kısım nimetlerin zikredilmesiyle Allah'ın yaratıcı kudretinin yüceliği sergilenmektedir. Asıl amaç yüce kudretini muhataba göstermektir.
Kevnî ayetlerin sayılmasının altında bu yüceliği vurgulama amacı vardır. Bu idmâc sanatıdır.
سَوَٓاءً mahzuf bir fiilin mef’ûlu olarak mansubdur. Veya اَقْوَاتَهَا ’dan haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. لِلسَّٓائِل۪ينَ car mecrur mahzuf bir fiile mütealliktir.
Şayet لِلسَّٓائِل۪ينَ kelimesinin müteallakı nedir?” dersen şöyle derim: Müteallak mahzuftur; adeta “Bu kelimedeki hasır anlamı yeryüzünün ve içindekilerin ne kadar zamanda yaratıldığını soranlar içindir.” buyrulmaktadır. Yahut müteallak, öncesindeki قَدَّرَ fiilidir; yani Allah yeryüzünde azıkları azıklananlar arasında isteyenler ve muhtaçlar için programlamıştır. Bu son izah, sadece Zeccac’ın tefsirine göre doğru olur. (Keşşâf)
Burada yer alan اَقْوَاتَ kelimesi, قوتَ kelimesinin çoğuludur. قوتَ , insanı ölmekten koruyan ve vücudunu hayatta tutan rızık anlamındadır. Bu kelimeden türeme مقيت herkese rızkını verebilecek güçte olan demektir. (Ruhu’l Beyân)
Cemi olarak اَقْوَاتَ gelmesi umum ifade etmiştir. Her tür ve cinsten mahlukat demektir. İnsanlar için kuşlar, dâbbeler, vahşi hayvanlar, haşereler hepsi ekvâttır yani rızıktır. (Âşûr)
Meanî alimleri derler ki: سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ “İsteyenler için müsavi olarak" ayeti, istemeyenler (bu konuda soru sormayanlar) için de böyledir, demektir. Yani yeri ve içinde bulunanları isteyenler için de istemeyenler için de yaratmıştır, O, dilekte bulunana da bulunmayana da verir. (Kurtubî)
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | اسْتَوَىٰ | yöneldi |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | السَّمَاءِ | göğe |
|
5 | وَهِيَ | ve o |
|
6 | دُخَانٌ | duman halinde olan |
|
7 | فَقَالَ | sonra dedi |
|
8 | لَهَا | ona |
|
9 | وَلِلْأَرْضِ | ve arza |
|
10 | ائْتِيَا | gelin |
|
11 | طَوْعًا | isteyerek |
|
12 | أَوْ | veya |
|
13 | كَرْهًا | istemeyerek |
|
14 | قَالَتَا | dediler ki |
|
15 | أَتَيْنَا | geldik |
|
16 | طَائِعِينَ | isteyerek |
|
“Geliniz” anlamındaki i’tiyâ fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvîn) sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazi anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz konusu fiili “(varlık sahnesine) gelin” şeklinde çevirdik. Nitekim âyetteki duhân kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte “duman” anlamına gelen duhân kelimesi tefsirlerde “su buharı” olarak yorumlanmıştır (meselâ bk. Şevkânî, IV, 581). Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması (Esed, III, 972) bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.
Önceki iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz edilmişti. Ancak bu âyetteki, “Ardından ona (semaya) ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ dedi” cümlesi, arzın semadan önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki “sümme” edatı sözlükte “sonra” anlamına gelmekle birlikte –Şevkânî (IV, 582) ve İbn Âşûr’un da (XXIV, 245) haklı olarak belirttikleri gibi– bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semanın yaratılmasının, arzın yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden “sümme” kelimesini, “dahası” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Esasen yerin ve göklerin yaratılması aynı anda olmadığı için ikisine “gelin, buyurdu” cümlesini, her birini yaratmayı murat ettiğinde, “ol, varlığa gel” dedi, onlar da var oldular, şeklinde anlamak gerekir.
“Boyun eğerek geldik dediler” cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah’ın irade ve kudretinin mutlak sûrette geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun düşünülemeyeceğini ifade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, IV, 581).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 693-694
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَوٰٓى fiili ى üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اِلَى السَّمَٓاءِ car mecruru اسْتَوٰٓى fiiline mütealliktir. هِيَ دُخَانٌ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. دُخَانٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
قَالَ cümlesi atıf harfi فَ ile اسْتَوٰٓى fiiline matuftur . قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. لَهَا car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. لِلْاَرْضِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
Mekulü’l-kavli ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاً ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
ائْتِيَا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur.
طَوْعاً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur. كَرْهاً atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالَـتَٓا fetha üzere mebni mazi fiildir. Tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ ‘dir. قَالَـتَٓا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. طَٓائِع۪ينَ kelimesi اَتَيْنَا ‘deki failin hali olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanır.
اسْتَوٰٓى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
طَٓائِع۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan طوع fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ
Ayet tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
ثُمَّ , hem zaman açısından hem de rütbe açısından terahi ifade eder. (Aşûr)
اِلَى السَّمَٓاءِ car mecruru, اسْتَوٰٓى fiiline mütealliktir.
وَهِيَ دُخَانٌ hal cümlesi olup وَ ’la gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede tevriye vardır. Zira ayetteki bizce keyfiyeti meçhul olan اسْتَوٰٓى kelimesinin yakın anlamı ‘yerleşmek’ değil, Rahman olan Allah için kelimenin uzak anlamları olan ‘kuşatmak ve mülkü altında tutmak’ manası kastedilmiş, yakın ve uzak anlamlarından herhangi birine dair bir işaret de belirtilmemiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ ifadesindeki ثُمَّ ‘yi, Râzî ve Kādî Beyzâvî gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı zamanî değil, rütbî terahî (sonralık) ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, vücuda gelin (var olun) manasına gelen tekvinden ibarettir. دُخَانٌ /Duhan (buhar) da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için duhan denilmiştir. Bu güzel bir manadır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise ثُمَّ ‘nin terahisi (sonralığı) nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak ["Bundan sonra da yeri yayıp döşedi."] (Naziat, 79/30) ayetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir. (Elmalılı, Âşûr)
اسْتَوٰٓى , birisinin bir şeye, başka hiçbir şeye dönüp bakmaksızın yöneldiğinde söylenir. Ki bu durumda bu fiil, العوجاج (eğri büğrûlüğün) zıddı olan, istivâ-doğrulmak olur. (Fahreddin er-Râzî)
دُخَانٌ : Duman halindeki karanlık bir durum demektir. Belki de bundan onun maddesini ya da onu oluşturan küçük parçaları (atomları) kastetmiştir. (Beyzâvî)
فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ
Cümle atıf harfi فَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاً cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
طَوْعاً , كَرْهاً kelimeleri haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
طَوْعاً (isteyerek) ile كَرْهاً (istemeyerek) kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Yer ve gökyüzüne yapılan hitap, mecaz-ı aklîdir. Bu mecazdan murad, Allah'ın kudretini tasvir etmektir. Bu ifadenin meknî istiare babından olması da mümkündür. (https://tafsir.app/m-mawdou/41/6, Derviş)
Bu cümlede, istiare-i temsîliyye vardır. Yüce Allah gücünün göklerde ve yerdeki tesirini, sultanın, tebâsından veya kölelerinden birine herhangi bir konuda verdiği emre ve bu emre hemen uyulmasına benzetti. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
ائْتِيَا emri, takdir edilmelerinden sonra ilâhi iradenin, onların vücuda gelmesine bilfiil taalluk etmesinden ibarettir. Yoksa "ol!" emrinde olduğu, gibi, burada da aslında ne emir var, ne de memur vardır.
طَوْعاً اَوْ كَرْهاً "isteyerek veya istemeyerek..." denilmesi, bu emirle gök ile yerkürede hasıl olan ilâhi kudretinin tesirinin kesinliğinin ve onların bundan imtina etmelerinin imkansız olmasının temsili ifadesidir. Yoksa onların isteyip istememelerinin ispatı için değildir. (Ebüssuûd, Âşûr)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَـتَٓا fiilinin mekulü’l-kavli olan اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
طَوْعاً - طَٓائِع۪ينَ ve اَتَيْنَا - ائْتِيَا ve قَالَ - قَالَـتَٓا gruplarındaki kelimeler arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ائْتِيَا - اَتَيْنَا fiilleri arasında güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ Bu ayette hayvan ve ölü (cansız) varlıkların, insanlar gibi konuşturulması şeklinde bir anlatım (mecaz) söz konusudur. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)
قَالَـتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ ifadesi, onların ilâhi kudretten son derece etkilendiklerinin, emrolundukları gibi hasıl olmalarının temsili ve bu şekilde var olmalarının, Allah'ın üstün hikmetinin gereği olduğunun tasviridir. (Ebüssuûd, Âşûr)
et-Te'vîlât en-Necmiyye'de şu ifadeler yer alır: ”İsteyerek veya istemeyerek gelin" şeklindeki hitabını onlara işittirdikten sonra kendilerine ”İsteyerek geldik," cevabını verdirmiştir. Bu kelimelerin başta müennes lafzıyla zikredilmeleri müennes ve mâdûm (yok) oluşlarından, sonunda da müzekker lafzıyla ifade edilmeleri Yüce Allah'ın kendilerini diriltmesinden, onlara yok oldukları halde akıl vermesinden ve tıpkı akıllılar gibi ”İsteyerek geldik," sözleriyle cevap verdirmesinden dolayıdır." (Ruhu’l Beyan)
Allah Teâlâ, göklerden ve yerden bahsederken لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاًۜ önce göğü, daha sonra da yeri zikretmiş, bunun peşinden de, önce طَوْعاً /istemeyi sonra da, كَرْهاًۜ /istememeyi zikretmiştir. Binaenaleyh itaat halini, göğe; istememeyi de, yere hamletmek gerekir. İtaati, semaya tahsis etmenin sebepleri ise şunlardır:
1) Sema, hareketini, değişmez bir tarzda, aynı metod üzere devam ettirdiği için, Allah'a itaat eden bir canlıya benzemiş olur. Yer ise böyle değildir. Çünkü yerin halleri değişik değişiktir. Bazan sükunet içinde, bazan da birbirine girmiş hareketler içinde olur.
2) Gökteki varlıklar, sadece taat içindedirler. Nitekim Cenab-ı Hak, ["Kendilerine her surette kāhir ve hakim olan Rablerinden korkarak ne emirolunurlarsa onu yaparlar.."] (Nahl, 50) buyurmuştur. Yerdekilere gelince, onlar hakkında durum, hiç böyle değildir.
3) Sema, her şeyinde mükemmellikle vasfedilmiştir. Çünkü sema renklerin en güzelini taşımaktadır ki, bu, aydınlık olmasıdır. Onun sebebi, yine en üstün şekildir ki, bu da yuvarlak oluşlarıdır. Onun yeri, yerlerin en üstünüdür ki bu da yüksekte ve yüce olmasıdır. Kütleleri de kütlelerin en üstünüdür ki, bu da onların inciler kakılmış yıldızlar olmalarıdır. Ama yeryüzü böyle değildir çünkü yer, karanlıklar ve yoğunluklar mekânıdır. Halleri farklı farklıdır. Zatları ve sıfatları başka başkadır. İşte bu sebeple hiç şüphesiz semanın itaat içinde olduğu, yerin ise bu işe istemeyerek boyun eğdiği ifade edilmiştir. Yerin yaratılmasının illeti onun isteksiz olmasına varıp dayanınca; yerdekiler de hep isteksizliği, sıkıntıyı, kahr ve adaletsizliği gerektiren şeyler ile tavsif edilmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)
Kalbini nefsinin kölesi kılanın, yeryüzündekileri algıladığı kulak ve gözlerinin önüne nefsani bir perde çekilir. Sadece dünyalıkların peşinden koştukça ve batıl amelleriyle Allah’ın rızasından uzaklaştıkça; bu perde kalınlaşır. Böylece kişiye, yaptıklarıyla nefsinin istedikleri hoş görünür ve hakikat ile batılın arasındaki çizgi kaybolur. Hakikat hatırlatıldığında sıkılır, batıl konuşulduğunda ise sevinir. Gönlünün meyil ettiği batılları, sözleri ile hakikat çerçevesine oturtmak için ve başkalarını da ikna etmek için uğraştıkça uğraşır. Duymak ya da görmek istediklerini seçerek, hakikat cümlelerini parçalayarak batıl amellerini haklı çıkarmaya çalışır.
Davet rüzgarlarıyla dalgalanan perdeden gelen hakikat pırıltılarından dolayı gözleri kamaşır ve kalbindeki bazı duygular uyanır. Hemen nefsiyle üzerini örter çünkü açılsın istemez. Anlık mutluluklarla oyalanmak ve keyfine göre seçimler yapmak daha kolayına gelir. Kalbini rahatlatmak için de belli bir disiplini seçip hayatına yerleştirir ve ona göre yaşar. Kulaktan dolma bilgilerle: onların hakikat diye anlattıklarına ihtiyacım yok der. Ölümle beraber perde yırtılır ve dünya hayatı boyunca kaçtığı ya da görmezden geldiği hakikat ile yapayalnız kalır. Gördüm ve işittim der ama faydası yoktur. İtaat etmek ve gelmek istiyorum diye seslenir ama artık bekleyeni yoktur.
Rahman ve Rahim olan Allahım indirdiğin kitap için elhamdulillah. Gönüllere müjde, nefislere uyarıcı olan kelamını işittirdiğin için elhamdulillah. Kalplerimizi imanın ile, kulaklarımızı kelamın ile ve gözlerimizi nurun ile aydınlattığın için elhamdulillah.
Bizi, hakikati görmekten ve işitmekten alıkoyacak dünyalık perdelerden muhafaza buyur. İnkarcılara ve şirk koşanlara ve onların amellerine meyil etmekten ve onlara benzemekten muhafaza buyur.
Alemlerin rabbi olan Allahım! Sana geldik ve Sana teslim olduk. Rahmetin ile kolaylaştır ve kabul buyur. Sana yöneldik ve Senden affını istedik. Merhametin ile af eyle ve bizden razı ol.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji