وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Takvâ sahiplerinin âhirette erişecekleri mutlulukların kısa tasvirine yer verilmekte ve onların bu güzelliklere lâyık görülmelerinde etkili olan bazı özelliklerine değinilmektedir.
16. âyetin, “rablerinin kendilerine verdiklerini alarak” diye çevrilen kısmı genellikle, “âhirette Allah Teâlâ’nın kendilerine lutfedeceği mükâfat ve nimetlerden memnun ve mutlu olarak” mânasıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 27-28). Bu kısım için “dünyadayken rablerinin buyruk ve yasaklarına uyarak” yorumu da yapılmıştır; fakat bu yorum sözün akışına uygun değildir (İbn Atıyye, V, 174; başka yorumlar için bk. Râzî, XXVIII, 200-201).
17-18. âyetlerde geceleri ibadetle geçirmenin değeri üzerinde durulmaktadır. Bazı âyetlerde belirtildiği üzere, vücudun dinlenmesini sağlayan uyku, yüce Allah’ın insanlara bir lutfudur ve O’nun kudretini gösteren kanıtlardandır (bk. Furkān 25/47; Rûm 30/23; Nebe’ 78/9). Buna karşılık Hz. Peygamber, aşırı uykuyu, buna yol açan sebepler ve vakit israfı olması dolayısıyla hoş karşılamamıştır. Aşırı uyku getiren sebeplerden biri de çok yemektir ki bunun sağlık açısından ne kadar zararlı olduğu açıktır. Öte yandan Resûl-i Ekrem kendini ibadete verme adına sağlığını tehlikeye atanları ve başkalarına, özellikle ailelerine karşı görevlerini ihmal edenleri de uyarmıştır (Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Sıyâm”, 177). Bu hususlar göz önüne alındığında 17. âyetten uykunun yerildiği anlamı çıkmaz. Burada, kulluk şuurunu açık tutma ve vakitlerini olabildiğince tefekkür ve ibadetle değerlendirme gayreti içinde olan müminlerin övüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu sûrenin indiği sıkıntılı dönemde müslümanlar için cemaatle düzenli ibadet imkânı bulunmuyor, daha çok geceleri huzur içinde kendilerini ibadet ve tefekküre verebiliyorlardı. Önceki yaşantılarına göre yepyeni birer kimlik kazanan bu dönemdeki müminler için, hem Resûlullah’ın en yakın dava arkadaşları olmaları hem de çevrelerinden gelen baskı ve eziyetler karşısında mânevî dirençlerini koruyabilmeleri açısından geceleri olabildiğince ibadetle ve yeni dinin duyurulmasını sağlayacak hazırlık çalışmalarıyla geçirmek özel bir önem taşıyordu. Nitekim Hz. Peygamber’in –yukarıda işaret edilen– gece ibadetinde normal sınırın aşılmamasıyla ilgili ikazları Medine dönemine rastlamaktadır (seher vaktinin özelliği hakkında bk. Âl-i İmrân 3/17).
19. âyette, Kur’an’ın Allah’a kulluğun, O’nu tâzim etmenin yanında yarattıklarına da şefkat gösterme şeklinde anlaşılması gerektiği yönündeki ısrarlı tavrının bir örneği görülmekte; övgüye lâyık müminlerin, Allah’ın yüceliğini hiç hatırdan çıkarmaksızın O’ndan bağışlanmayı dileme özelliklerinin hemen ardından yardımseverliklerine değinilmektedir. “Yardım isteyen” ve “yoksul” diye çevirdiğimiz sâil ve mahrûm kelimelerinin anlamı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Yaygın yoruma göre sâil ihtiyacını belli eden hatta yardım talebinde bulunan, mahrûm ise ihtiyaç içinde olduğu halde istemekten çekinen ve ar duygusu, halini belli etmesine engel olan kimsedir. Birinci kelimeyle insanların, ikincisiyle ise can taşıyan diğer varlıkların kastedildiği tarzında bir yorum da vardır ki bu yorum, insanların yanı sıra diğer canlıların haklarına, özellikle hayvan haklarına dikkat çekmesi açısından ilginçtir (başka izahlarla birlikte bk. Râzî, XXVIII, 205-207; Şevkânî, V, 98). Burada müminleri, Medine döneminde konacak malî vecîbe hükümlerine hazırlayıcı gönüllü bir ödeme söz konusu olmakla beraber, malî gücü yerinde olanların, bu yardımları kendilerinin bir lutfu olarak görmemeleri için yapılacak yardımın muhtaçlara ödenmesi gereken bir “hak” olduğunu belirten bir ifade kullanılmıştır. Hatta bazı âlimler burada da zekât vecîbesini yerine getirenlerin övüldüğü kanaatindedirler. Şu var ki bu yorumda “zekât” kelimesi, nisabı, nisbeti ve harcama yerleri dinen belirlenmiş bir malî yükümlülük anlamında kullanılmamıştır; zira bu anlamıyla zekât Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/59-60, özellikle 103). Öte yandan Medine döneminde zekâtla ilgili olarak yapılan miktar belirlemelerinin normal durumlarda geçerli olduğuna, miktarlardan söz etmeksizin “zenginin, fazlası olanın malında yoksulun hakkı bulunduğu”nu ifade eden âyetlerin, kıtlık, kriz, felâket gibi olağan üstü durumlarda zekâtın belirlenmiş miktarlarını ödemenin kişiyi sorumluluktan kurtaramayacağına işaret ettiğine de dikkat edilmelidir.
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la ikinci كَانُوا ‘ya matuftur. ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَقٌّ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. لِلسَّٓائِلِ car mecruru حَقٌّ veya حَقٌّ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. الْمَحْرُوم atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
سَّٓائِلِ kelimesi, sülasi mücerredi سأل olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَحْرُومِ kelimesi, sülasi mücerredi حرم olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
وَ atıf harfidir. Önceki ayete hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ car mecruru, mahzuf mukaddem habere mütealliktir. حَقٌّ , muahhar mübtedadır. لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ mahzuf sıfata mütealliktir.
لِلسَّٓائِلِ ve ona matuf olan الْمَحْرُومِ car mecrurları, حَقٌّ ’nun mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsnedün ileyh olan حَقٌّ kelimesinin tenkiri, taklil ve tazim ifade eder.
الْمَحْرُومِ - لِلسَّٓائِلِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Son üç ayette cennette olanların yaptıkları güzel ameller sayılmaktadır. مُحْسِن۪ينَ ’de cem’, gece az uyumak, seher vaktinde istiğfar etmek, isteyene ve yoksula malından vermek şeklinde sayılan özelliklerde taksim sanatı vardır.
Onların mallarında bir hak vardır. Allah'a yaklaşmak ve insanlara acımak için kendilerine vâcip kıldıkları bir hisse vardır. Dilenci ve yoksul için, yani herkese avuç açan için ve onurunu muhafaza ettiği için zengin sanılıp da sadakadan mahrum kalan için demektir. (Beyzâvî)
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ (Onların mallarında dilenci ve yoksulun hakkı vardır.) ayetinde tıbâk vardır. Çünkü سَّٓائِلِ isteyen, مَحْرُومِ ise iffetinden dolayı istemeyendir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
الْمَحْرُومِ ; insanlardan dilenmekten çekinen, bu yüzden onların zengin sanıp sadaka vermedikleri kişilerdir. الْمَحْرُومِ Kamusta: Hayırdan men edilen, kendisine mal verilmeyen kişi olarak açıklanır. Müfredatta ise: Başkaları gibi rızkı bollaştırılmayan, ikram açısından ihmal edilen kişi, diye tarif edilir. (Ruhu’l Beyân)
Bahru'l-Ulûm'de şöyle denilmektedir: ”Ayette, başka hak sahiplerinin anılmayıp, sadece dilenen ve mahrumun söz konusu edilmesi, bu hakkın farz olan zekattan başkası olmasından dolayıdır. Hazret-i Peygamber'in; ”Şüphesiz malda zekattan başka da hak vardır. ”hadisi de buna işaret eder. (Ruhu’l Beyân)
Burada zikredilen "yoksul" ifadesinden maksat, muhtaç olan ve rızıktan mahrum kılınandır. Bu yoksulluğu, mahsullerinin ve malının yok olmasıyla da olabilir, insanlardan dilenmeyip iffetli olmasından da olabilir. (Taberî)