بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْحُبُكِۙ
Kâinattaki muhteşem düzenin bir parçası olan göğün bâriz bir özelliği üzerine yemin edilerek inkârcılar tutarlı düşünmeye davet edilmektedir. Ardından, evrenin bir yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri halde, sıra O’nun çağrısına uymaya gelince dürüst davranmayan, bunu geleneklerine ve çıkarlarına aykırı gördükleri için peygambere ve onun bildirimlerinde merkezî bir yere sahip olan hesap gününe inanmaya yanaşmayan yalancı ve gafillerin âhirette karşılaşacakları azabın ne kadar çetin olacağına dair bir tasvire yer verilmektedir.
Astronomi yazarları, gökyüzünü incelemek ve amatör bir astronom olmak için –genellikle sanılanın aksine– bir teleskopumuzun olması gerekmediğini hatırlatıp başlangıçta gereken tek şeyin gözlerimiz ve açık bir gökyüzü olduğunu belirtirler. Bu hususta özel bir konuma sahip olan Kur’an’ın ilk muhatapları için gökyüzünü gözlemek günlük hayatın tabii bir parçasını oluşturuyordu. Yılın büyük bir kısmında gökyüzünün berrak olması, güneş ve yağmur gibi etkenlerden korunma zamanları dışında hayatın genellikle açık mekânlarda geçmesi onları özellikle geceleri gökyüzünü ve gök cisimlerini dikkatle incelemeye yöneltiyordu. Nitekim Arap edebiyatında bu durumun etkileri açık biçimde görülmektedir. İşte Mekke döneminde inen birçok sûrede olduğu gibi burada da bazı önemli uyarılar yapılırken 7. âyette göğe yemin edilmiş ve muhatapların bunlar üzerinde daha bir dikkatli düşünmeleri gerektiği ima edilmiştir. Kuşkusuz bu imkân belirli bir dönemin ve coğrafyanın insanlarıyla sınırlı olmayıp Kur’an’ın verdiği ipuçlarından yola çıkacak herkes için ve özellikle bilimsel bilgiye erişme kolaylığına sahip olanlar için fazlasıyla mevcuttur.
7. âyette göğün sıfatı olarak geçen, “Alanları ayrılmış yıldız kümeleri ile dolu” diye tercüme ettiğimiz zâtü’l-hubük tamlaması değişik şekillerde açıklanmıştır. Bu tamlamada geçen hubük kelimesinin kök anlamı “sıkı bağlayıp sağlamlaştırmak; kumaşı sıkı, sağlam ve güzel bir biçimde dokumak”tır. Hubük, “habîke” veya “hıbâk”ın çoğuludur. Birincisi, “özenle ve sanatkârâne dokunmuş, yol yol, hâreli kumaş” demektir. Hıbâk da “rüzgârın tatlı esintisiyle denizde veya kumda meydana gelen dalga ve kıvrım” anlamına gelir. Saçların çok kıvırcık olması veya ondüle yapılması sebebiyle görülen dalgalanmalar için de (“hıbâk”ın çoğulu olan) “hubük” kelimesi kullanılır. Halkaları yol yol örüldüğünden dolayı zırh bu kökten gelen “mahbûke” sıfatıyla nitelenir. Çoğu müfessirler bu kelimenin “hâreli, yol yol, örgülü” anlamı içermesinden dolayı göğün sıfatı olan zâtü’l-hubük tamlamasına “düzgün yollara sahip” mânasını vermişlerdir. Bu gruptaki müfessirlerin bir kısmı bu ifadeyi yıldızların yörüngeleri, gökyüzünde yıldızlar sebebiyle oluşan şekiller veya galaksiler (gök adaları) şeklinde yorumlarken, bir kısmı da bununla irfana götüren; yüce yaratıcının birlik, kudret, ilim ve hikmetine delâlet eden yolların kastedildiği yorumunu yapmıştır. Sahâbe ve tâbiîn dönemi müfessirlerinin birçoğu ise bu tamlamaya, “düzgün ve güzel yaratılışlı” ve “sağlam yapılı” anlamlarını vermişlerdir. Bazıları da hubükten maksadın yıldızlar olduğu ve bunların göğü bir nakış gibi süslediğine işaret edildiği kanaatindedir. Bütün bu yorumlar dikkate alınarak 7 ve 8. âyetlerin içerdiği mesaj şöyle ifade edilebilir: Türlü gök cisimleri, sistemleri ve bunlara ait hareket düzenleriyle semâ çok sağlam, ince ve sanatkârane bir denge içermekte, akıl almaz bir âhenk içinde varlığını koruyan bu çeşitlilik ve güzellikler kuşkusuz tek bir kudreti işaretlemektedir. Şu halde insanlara yaraşan da farklılık ve çoklukların içinden birliğe ulaşabilmek, birbirini tutmayan söz ve davranışlardan kaçınmak, bunun tabii sonucu da yalnız ve yalnız tek Tanrı’ya kulluk etmektir. Dikkat edilmelidir ki 8. âyette tenkit edilen ve kınanan husus, farklı metotlar izlemek ve farklı görüşlere sahip olmak değil, müşriklerin bir yandan göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını söylerken diğer yandan putlara tapmaları, bir yandan öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederken diğer yandan putların ileride kendilerine şefaat edeceklerini umarak ölüm sonrası hayatı kabul anlamına gelen bazı tavır ve uygulamalar içinde olmaları, bir yandan Resûlullah’ın güvenilirliğini, erdemlerini kabul ederken diğer yandan onu vahiy alma konusunda yalancılıkla suçlamaları; üstelik bunu yaparken onun için şair, kâhin, sihirbaz ve mecnun gibi, Kur’an için de şiir, sihir ve eskilerin masalları gibi çelişkili iddialar ileri sürmeleridir. Bazı ilk dönem müfessirleri burada mümin olsun kâfir olsun bütün insanlara hitap edildiği ve bu ifadenin, “Kiminiz iman, kiminiz inkâr ediyor, kiminiz doğru buluyor, kiminiz yalan sayıyor” mânasına geldiği kanaatindedirler (Taberî, XXVI, 189-191; Zemahşerî, IV, 26-27; İbn Atıyye, V, 172-173; Râzî, XXVIII, 197-198; Elmalılı, VI, 4528-4529).
9. âyetin “doğru yoldan” şeklinde tercüme edilen ve lafzan “ondan” anlamına gelen “anhü” kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Genel kabule göre buradaki “o” zamiri, Kur’an, Hz. Peygamber veya onun haber verdiği kıyamet gününün yerini tutmaktadır. Bu takdirde âyetin açıklaması şöyle olur: Hidayet çağrısına kulak tıkayan ve gönlünü kapatanlar, ön yargılı düşünenler doğru yoldan yüz çevirirler, bu sebeple hidayete eremezler. Meâlde bu yorum esas alınarak, “Çarpık düşünceli olanlar doğru yoldan başkasına yönelirler” şeklinde bir tercüme yapılmıştır. Diğer bir anlayışa göre zamir önceki âyette eleştirilen çelişkili tutumu belirtmektedir. Bu durumda mâna şöyle olur: Gönlünü hidayet çağrısına kapatmayanlar o çelişkili tutumdan çevrilir, kendilerine iman nasip olur. İbn Atıyye bu yorumu güzel bulmakla beraber âyetteki “efeke” fiilinin daima iyiden kötüye dönmeyi belirtmek için kullanıldığını hatırlatarak bunun Arap dilindeki kullanıma uygun olmadığını ifade eder (Zemahşerî, IV, 27; İbn Atıyye, V, 172-173). Burada çelişkili söz ve tavırlardan yüz çeviren, onlara kulak asmayan müminler için bir övgü bulunduğu yorumu da yapılmıştır (Râzî, XXVIII, 198); ancak İbn Atıyye’nin uyarısı bu yorum açısından da geçerlidir.
وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْحُبُكِۙ
وَ harf-i cer olup, kasem harfidir. وَالسَّمَٓاءِ car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أقسم (Yemin ederim) ذَاتِ kelimesi, السَّمَٓاءِ ’in sıfatı olup kesra ile mecrurdur. الْحُبُكِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْحُبُكِۙ
İstînâfiyye olarak gelen ayette وَ , kasem harfidir. Cümlede, îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur وَالسَّمَٓاءِ , takdiri اقسم (Yemin ederim) olan mahzuf fiile mütealliktir.
Mahzuf kasem ve cevabıyla birlikte, kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır. ذَاتِ kelimesi, السَّمَٓاءِ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الْحُبُكِۙ sözünden murad edilen de ya görülen yollardır ki, onlar yıldızların yörüngeleridir ya da aklen düşünülen yollardır ki, onlar da görüş sahiplerinin gittiği ve marifetlere vasıl olduğu yollardır. Ya da yollardan maksat yıldızlardır, çünkü onların da yolları vardır ya da onlar kumaşın süsü gibi göğü süslerler. الْحُبُكِۙ kelimesi حبكة 'in çoğuludur, tıpkı طريقة ve طُرُق gibi ya da حِباك 'in çoğuludur, مثال ve مُثُل gibi. (Beyzâvî, Âşûr)
الْحُبُكِ ’den kasıt yollardır. Tıpkı rüzgâr vurduğunda kum ve su üzerinde oluşan, yolu andıran çizgiler gibi. Aynı şekilde الْحُبُكِۙ الشعر ‘da saçın kıvrılması ve kırılması sonucunda aldığı biçimdir. (Keşşâf)اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ
اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ
Cümle önceki ayetteki kasemin cevabıdır.
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
ف۪ي قَوْلٍ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. مُخْتَلِفٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مُخْتَلِفٍ kelimesi; sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan ifti’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Önceki ayetteki kasemin cevabıdır. اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي قَوْلٍ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
ف۪ي قَوْلٍ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. Hakiki manasında kullanılmamış olan ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla söz, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Çünkü قَوْلٍ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Sözlerinin mantıksız olduğu konusunda mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
Âşûr bu harfin mecazi zarfiye olduğunu söylemiştir. ويَمُدُّهم في طُغْيانِهِمْ يَعْمَهُونَ şeklindeki Bakara/15 ayetinde olduğu gibi ifadede zarf ile mazruf arasındaki şiddetli yakınlık kastedilmiştir.
قَوْلٍ ’in nekre gelişi tahkir ifade eder.
قَوْلٍ için sıfat olan مُخْتَلِفٍۙ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ [Çelişkili sözler sarf etmektesiniz!] sözüyle, Peygamber hakkında: sihirbaz, şair, cinli vs. demeleri; Kur’an hakkında da şiir, sihir, geçmişlerin masalları vb. tutarsız sözleri kastedilmiştir. Katâde de (v. 117/735) âyeti şöyle açıklamıştır: Bir kısmınız inanıyor, bir kısmınız yalanlıyor, bazılarınız iman ediyor, bazılarınız ise inkâr ediyor. (Keşşâf)
Allah Teâlâ, göğe yemin ettikten sonra insanların çelişkili bir iddia içinde olduklarını beyan etmiştir. Bundan maksat, insanların Kur'an hakkındaki ihtilaflarıdır. Bazıları Kur’an’ın hükümlerini aynen kabul ederken diğerleri kabul etmemektedir. (Taberî)
اِنَّكُمْ لَف۪ي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍۙ sözü ihtilafın lazımı olan imanda tereddütten kinayedir. Bu; onların beyanlarının geçersizliğini gerektirir ki, kasemle, اِنَّ ve لَ harfiyle tekidin sebebi budur. (Âşûr)يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ
يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ
يُؤْفَكُ عَنْهُ cümlesi قَوْلٍ ‘in ikinci sıfatı olup mahallen mecrurdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤْفَكُ damme ile merfû meçhul muzari fiildir. عَنْهُ car mecruru يُؤْفَكُ fiiline mütealliktir.
مَنْ müşterek ism-i mevsûl يُؤْفَكُ ‘nun naib-i faili olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اُفِكَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اُفِكَ fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ
Fasılla gelen ayet, önceki ayetteki قَوْلٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. يُؤْفَكُ fiiline müteallik olan عَنْهُ car mecruru siyaktaki önemine binaen naib-i faile takdim edilmiştir.
Naib-i fail konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan اُفِكَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُؤْفَكُ fiilinde irsâd sanatı vardır.
اُفِكَۜ - يُؤْفَكُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يُؤْفَكُ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilide bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَۜ [Döndürülen ondan döndürülür ] ibaresinde عَنْهُ zamiri Resule, Kur'an'a veya imana aittir. Çünkü ondan daha kötü bir dönme yoktur. Sanki ona nispetle hiçbir dönüş yoktur demektir. Ya da Allah'ın ilim ve kaderinde döndürülen ondan döner demektir. Zamirin قَوْلٍ ’e (söze) ait olması da caizdir, o zaman mana: Ondan çevrilen o değişik sözden ve o sebepten çevrilir demek olur, tıpkı ينهون عنْ أكلٍ و شُربٍ (yemekten ve içmekten böyle davul gibi şişmişlerdir) sözü gibi. Fetha ile أفَكَ de okunmuştur ki, mana insanları çeviren ondan çevrilir demektir. Onlar da Kureyş'tir, onlar insanları imandan çevirirlerdi. (Beyzâvî)قُتِلَ الْخَرَّاصُونَۙ
قُتِلَ الْخَرَّاصُونَۙ
Fiil cümlesidir. قُتِلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. الْخَرَّاصُونَ naib-i fail olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الْخَرَّاصُونَ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُتِلَ الْخَرَّاصُونَۙ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak beddua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
قُتِلَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
[O kahrolası yalancılar…] ifadesi onlar için bir bedduadır. قُتِلَ ’nin aslı, kişinin canının alınıp helak olmasına ilişkin bir beddua iken, daha sonra “Lanet olasıca!” ve “Yüzü kararasıca!” anlamında kullanılır olmuştur. (Keşşâf)
خَرص kelimesi aslında ölüm için beddua etmektir, sonra lanet manasında kullanılmıştır. (Beyzâvî)
اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَۙ
Seheve سهو :
سَهْوٌ bir gaflet, düşünce ve tedbir azlığı ya da dalgınlık neticesinde vuku bulan hatadır. Bu da iki kısma ayrılır: Birincisi: Bu tür bir hatayı işlemeye götüren sebepler insanın kendisinde bulunmaz. Örneğin birine söven bir deli gibi.. İkincisi: Onu doğuran sebepler insanın kendisinde bulunur. Örneğin şarap içip sonra da kendisinden herhangi bir kastı olmaksızın bir münkerin/kötülüğün sâdır olduğu kişi gibi.. Birinci hata affedilir fakat ikincisinde kişi cezalandırılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda sadece 2 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri sehven ve sehiv (secdesi)dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَۙ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ , önceki ayetteki الْخَرَّاصُونَ ’nin sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪ي غَمْرَةٍ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. سَاهُونَ ikinci haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
سَاهُونَ kelimesi, sülasi mücerredi ساه olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَۙ
Önceki ayetteki الْخَرَّاصُونَ için sıfat olan اَلَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan هُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ سَاهُونَ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. هُمْ mübteda, ف۪ي غَمْرَةٍ mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. سَاهُونَۙ ikinci haberdir.
ف۪ي غَمْرَةٍ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare vardır. ف۪ي harfi zarfiye ifade eder. Sapkınlık, içi olan bir nesneye benzetilmiştir. Câmi’ her ikisindeki mutlak irtibattır. Bu istiareyle şaşkın ve sapkın hallerinin ne kadar şiddetli olduğu vurgulanmıştır.
غَمْرَةٍ ’deki tenvin kesret ve tahkir ifade eder.
سَاهُونَۙ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafât, Tevbe Suresi, 120-12, s. 80)
İçerisinde bulundukları cehalet ve dalâlet onları ahiret işlerinden engeller. Onlar emrolundukları şeyden gaflettedirler. Bazı alimler burada cehalet diye tercüme ettiğimiz غَمْرَةٍ kelimesini, gafletin üstünde bir şey, سَاهُونَ ise gafletten daha aşağı olduğunu söylemişlerdir. (Rûhu’l Beyân)
Dua cümleleri, kendinden öncekilerle yakından bağlantılı olduğu için birbirine atfedilmez. Öncesinde gelen cümleleri takip etmesi de, onların bu duaların sebebi olmasıdır. Bu da îcâzın eşsiz bir örneğidir. (Âşûr)
يَسْـَٔلُونَ اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِۜ
يَسْـَٔلُونَ اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِۜ
يَسْـَٔلُونَ cümlesi الْخَرَّاصُونَ ‘nun hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْـَٔلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِ cümlesi يَسْـَٔلُونَ ‘nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَيَّانَ istifham ismi, zaman zarfı olarak mahzuf mukaddem habere mütealliktir. يَوْمُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
الدّ۪ينِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muzaf mahzuftur. Takdiri, متى مجيء يوم الدين .. (Din gününün gelişi ne zaman..) şeklindedir.يَسْـَٔلُونَ اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِۜ
Önceki ayetteki الْخَرَّاصُونَ ‘nin halidir. Hal cümleleri, anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiilin mef’ûlü konumundaki اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِ cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İstifham ismi اَيَّانَ , zaman zarfı olarak mahzuf mukaddem habere mütealliktir. يَوْمُ الدّ۪ينِ muahhar mübtedadır.
Bu cümle, mütekellimin cevap bekleme kastı olmaması, alay ve tehekküm anlamı içermesi sebebiyle vaz edildiği istifham üslubundan ayrılmıştır. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Az sözle çok anlam ifade etmek üzere izafet formunda gelen يَوْمُ الدّ۪ينِ (Din günü), karşılıkların verildiği gün, hesabın görüleceği gün, yani kıyamet günü anlamındadır.
‘’Ne zamandır?’’, diye sorarlar. Onlar bu sözü alay olsun, diye ve kıyamet hakkında şüphe ettiklerinden ötürü söylüyorlar. (Kurtubî)
يَسْـَٔلُونَ اَيَّانَ يَوْمُ الدّ۪ينِ [Din gününün ne zaman olduğunu soruyorlar.] Yani ”Ceza günü ne zaman?" derler. Ama bu soru, gerçek anlamda öğrenmek için değil, alay kabilinden bir an önce vukuunu istemek şeklindedir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ
يَوْمَ zaman zarfı mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, يأتي- أو يجيء (Gelir) şeklindedir. هُمْ عَلَى النَّارِ ile başlayan isim cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَوْمَ hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olan zarflardandır. Cümleye muzâf olduğunda, muzâfun ileyh cümlesinin başında اَنْ bulunmaz. Bu duruma pratikte çok rastlanılmaktadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَلَى النَّارِ car mecruru يُفْتَنُونَ fiiline mütealliktir. يُفْتَنُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُفْتَنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
يَوْمَ zaman zarfı, takdiri, يجيء veya يقع (gerçekleşir) olan fiile mütealliktir. Fiilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu takdire göre mahzufla birlikte cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَوْمَ ‘nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrur olan هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هُمْ mübteda, يُفْتَنُونَ haberdir. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَى النَّارِ car mecruru önemine binaen amili olan يُفْتَنُونَ ’ye takdim edilmiştir.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُفْتَنُونَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilide bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
يَوْمَ ’nin gizli bir fiille yani يقع (gerçekleşir) ile nasb konumunda olması mümkündür. Yine, gizli bir mübteda olan هو ’ye haber olarak merfû olması da caizdir; yani, هوَ يَوْمٌ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ (O gün, onların ateşin üzerinde azap çekecekleri gündür). (Keşşâf)
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ [O günde onlar ateş üzerinde yakılırlar.] cümlesi sorunun cevabıdır, yani ceza günü onlar ateşte yanarken olacaktır ya da o öyle bir gündür ki, onlar ateşin üzerinde yakılırlar demektir. يَوْمَ 'nin fetha ile okunması hareke almayan şeye muzâf olmasındandır. Ref ile يَوْمُ okunuşu da bunu gösterir. (Beyzâvî)
يُفْتَنُونَ ‘yakılırlar, azaba uğratılırlar’ demektir. “Siyah taşlık bölge” anlamındaki فتِين deyimi bu kullanımdandır; çünkü böyle bir yerin taşları yanmış gibi görünür. (Keşşâf)
Bu ayet, yukarıdaki soruya cevaptır. Onların ateşte yakılacakları ve altının ateşte eritildiği gibi azap edilecekleri anlamındadır. ‘Yakılacaklar’ diye tercüme edilen يُفْتَنُونَ kelimesinin aslı olan فَتَنَ fiili, bir şeyin aslını ortaya çıkarmak için, işe yaramaz maddelerin yakılması anlamındadır. Kâfirlerin zaten tamamı kötü, işe yaramaz olduğu için hepsi yakılır. (Rûhu’l Beyân)
Fitnenin asıl manası: Altın ve gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe atılmasıdır. Bundan: meşakkate sokmak, sınamak yani imtihan etmek, azdırmak, çok beğenip tutulmak gibi fitnenin sonucu, lazımı olan manalarda da kullanılır. (Elmalılı)
ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْۜ هٰذَا الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تَسْتَعْجِلُونَ
ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْۜ
Ayet, mukadder sözün mekulü’l kavli olarak mahallen mansubdur. Takdiri, يقال (Denilir) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. ذُوقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. فِتْنَتَكُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هٰذَا الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تَسْتَعْجِلُونَ
İsim cümlesidir. İşaret ismi هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كُنْتُمْ بِه۪ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
بِه۪ car mecruru تَسْتَعْجِلُونَ fiiline mütealliktir. تَسْتَعْجِلُونَ fiili كان ’nin haberi olarak mahallen mansubdur.
تَسْتَعْجِلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
تَسْتَعْجِلُونَ fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi عجل ‘dir.
Bu bab fiile talep, tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْۜ
Ayet, takdiri…يقال (denir) olan mukadder sözün mekulü’l-kavlidir.
Bu takdire göre mahzufla birlikte cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l-kavl cümlesi ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen vaz edildiği anlamın dışına çıkarak tahakküm ve alay ifade ettiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
ذُوقُوا (Tadın!) emrinde istiare vardır. فِتْنَ kelimesiyle ifade edilen azabı hissetmek, zahiren zikredilmemiş mef’ûl olan, yemekten zevk almaya benzetilmiştir.
Zevk almak, tadılan şeyin künhünü anlamak bakımından hissetmenin en son noktasıdır.
Çünkü dil; duyuyu en hassas şekilde hisseden azadır. (Âşûr)
‘’Azabı tatmak’’ şeklinde Kur’an'da çok kullanılmıştır. Aslında Kur’an'da, ذُقْۙ ۚ ذُقُوا , فذُوقُوا ُkelimeleri sadece azap kastedildiğinde kullanılmıştır. Kur’ân'da müfred olarak ذُقْۙ sözü ise, sadece bu ayette gelmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 5, s.162)
Önceki gaib sıygadan ذُوقُوا kelimesinde muhatap sıygaya iltifat vardır.
ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْۜ [Tadın fitnenizi! ] ifadesi hal konumundadır; yani o gün onlara böyle denilerek [ateşin üzerinde azap çekecekleri gündür.] (Keşşâf)
هٰذَا الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تَسْتَعْجِلُونَ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هٰذَا müsnedün ileyh, الَّذ۪ي müsneddir.
Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenleri tazim ifade eder. İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterip uzağı işaret eden özelliğiyle işaret edilenin önemini vurgular.
Cehennemdeki azaba işaret eden هٰذَا ‘da istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’ her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Haber konumunda olan müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası olan كُنْتُمْ بِه۪ تَسْتَعْجِلُونَ cümlesi, nakıs fiil كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, bahsedilen konunun muhatap tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında sıladaki habere dikkat çekme kastına matuftur.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِه۪ , konunun onunla ilgili olduğunu vurgulamak için amiline takdim edilmiştir.
كَان ’nin haberi olan تَسْتَعْجِلُونَ ‘nin, muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.103)
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
هٰذَا (Bu) diye buyurup -müennes kipi olan هذه diye buyurmayışının sebebi burada fitnenin (kendisi müennes bir kelime olmakla birlikte, müzekker bir kelime olan): العذاب /azap anlamında oluşundan dolayıdır. (Kurtubî)
اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ
Takvâ sahiplerinin âhirette erişecekleri mutlulukların kısa tasvirine yer verilmekte ve onların bu güzelliklere lâyık görülmelerinde etkili olan bazı özelliklerine değinilmektedir.
16. âyetin, “rablerinin kendilerine verdiklerini alarak” diye çevrilen kısmı genellikle, “âhirette Allah Teâlâ’nın kendilerine lutfedeceği mükâfat ve nimetlerden memnun ve mutlu olarak” mânasıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 27-28). Bu kısım için “dünyadayken rablerinin buyruk ve yasaklarına uyarak” yorumu da yapılmıştır; fakat bu yorum sözün akışına uygun değildir (İbn Atıyye, V, 174; başka yorumlar için bk. Râzî, XXVIII, 200-201).
17-18. âyetlerde geceleri ibadetle geçirmenin değeri üzerinde durulmaktadır. Bazı âyetlerde belirtildiği üzere, vücudun dinlenmesini sağlayan uyku, yüce Allah’ın insanlara bir lutfudur ve O’nun kudretini gösteren kanıtlardandır (bk. Furkān 25/47; Rûm 30/23; Nebe’ 78/9). Buna karşılık Hz. Peygamber, aşırı uykuyu, buna yol açan sebepler ve vakit israfı olması dolayısıyla hoş karşılamamıştır. Aşırı uyku getiren sebeplerden biri de çok yemektir ki bunun sağlık açısından ne kadar zararlı olduğu açıktır. Öte yandan Resûl-i Ekrem kendini ibadete verme adına sağlığını tehlikeye atanları ve başkalarına, özellikle ailelerine karşı görevlerini ihmal edenleri de uyarmıştır (Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Sıyâm”, 177). Bu hususlar göz önüne alındığında 17. âyetten uykunun yerildiği anlamı çıkmaz. Burada, kulluk şuurunu açık tutma ve vakitlerini olabildiğince tefekkür ve ibadetle değerlendirme gayreti içinde olan müminlerin övüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu sûrenin indiği sıkıntılı dönemde müslümanlar için cemaatle düzenli ibadet imkânı bulunmuyor, daha çok geceleri huzur içinde kendilerini ibadet ve tefekküre verebiliyorlardı. Önceki yaşantılarına göre yepyeni birer kimlik kazanan bu dönemdeki müminler için, hem Resûlullah’ın en yakın dava arkadaşları olmaları hem de çevrelerinden gelen baskı ve eziyetler karşısında mânevî dirençlerini koruyabilmeleri açısından geceleri olabildiğince ibadetle ve yeni dinin duyurulmasını sağlayacak hazırlık çalışmalarıyla geçirmek özel bir önem taşıyordu. Nitekim Hz. Peygamber’in –yukarıda işaret edilen– gece ibadetinde normal sınırın aşılmamasıyla ilgili ikazları Medine dönemine rastlamaktadır (seher vaktinin özelliği hakkında bk. Âl-i İmrân 3/17).
19. âyette, Kur’an’ın Allah’a kulluğun, O’nu tâzim etmenin yanında yarattıklarına da şefkat gösterme şeklinde anlaşılması gerektiği yönündeki ısrarlı tavrının bir örneği görülmekte; övgüye lâyık müminlerin, Allah’ın yüceliğini hiç hatırdan çıkarmaksızın O’ndan bağışlanmayı dileme özelliklerinin hemen ardından yardımseverliklerine değinilmektedir. “Yardım isteyen” ve “yoksul” diye çevirdiğimiz sâil ve mahrûm kelimelerinin anlamı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Yaygın yoruma göre sâil ihtiyacını belli eden hatta yardım talebinde bulunan, mahrûm ise ihtiyaç içinde olduğu halde istemekten çekinen ve ar duygusu, halini belli etmesine engel olan kimsedir. Birinci kelimeyle insanların, ikincisiyle ise can taşıyan diğer varlıkların kastedildiği tarzında bir yorum da vardır ki bu yorum, insanların yanı sıra diğer canlıların haklarına, özellikle hayvan haklarına dikkat çekmesi açısından ilginçtir (başka izahlarla birlikte bk. Râzî, XXVIII, 205-207; Şevkânî, V, 98). Burada müminleri, Medine döneminde konacak malî vecîbe hükümlerine hazırlayıcı gönüllü bir ödeme söz konusu olmakla beraber, malî gücü yerinde olanların, bu yardımları kendilerinin bir lutfu olarak görmemeleri için yapılacak yardımın muhtaçlara ödenmesi gereken bir “hak” olduğunu belirten bir ifade kullanılmıştır. Hatta bazı âlimler burada da zekât vecîbesini yerine getirenlerin övüldüğü kanaatindedirler. Şu var ki bu yorumda “zekât” kelimesi, nisabı, nisbeti ve harcama yerleri dinen belirlenmiş bir malî yükümlülük anlamında kullanılmamıştır; zira bu anlamıyla zekât Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/59-60, özellikle 103). Öte yandan Medine döneminde zekâtla ilgili olarak yapılan miktar belirlemelerinin normal durumlarda geçerli olduğuna, miktarlardan söz etmeksizin “zenginin, fazlası olanın malında yoksulun hakkı bulunduğu”nu ifade eden âyetlerin, kıtlık, kriz, felâket gibi olağan üstü durumlarda zekâtın belirlenmiş miktarlarını ödemenin kişiyi sorumluluktan kurtaramayacağına işaret ettiğine de dikkat edilmelidir.
اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الْمُتَّق۪ينَ kelimesi اِنَّ ‘nin ismi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
ف۪ي جَنَّاتٍ car mecruru اِنَّ ‘nin mahzuf haberine mütealliktir. عُيُونٍۙ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
مُتَّق۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan ifti’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي جَنَّاتٍ car mecruru, اِنَّ ‘nin mahzuf haberine müteallıktır.
اِنَّ ’nin ismi olan الْمُتَّق۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Tevbe Suresi, 120-121) (Halidî, Vakafât, s. 80)
İsim cümleleri zamandan bağımsız sübut ifade ederler. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
جَنَّاتٍ ‘e matuf olan عُيُونٍ ’in atıf sebebi temâsüldür. Bu kelimelerdeki tenvin nev, kesret ve tazim ifade eder.
ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla bahçe ve pınar, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü pınar hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak bu nimetlerin güzelliklerini etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’ her ikisindeki mutlak irtibattır.
Pınar başlarında ve bahçelerde olmaları aslında her türlü sıkıntı ve zorluktan uzak olmaları demektir. Bu ifadede idmâc sanatı vardır.
جَنَّاتٍ ve عُيُونٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ
اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ
اٰخِذ۪ينَ önceki ayetteki اِنَّ ‘nin haberindeki zamirin hali olup nasb alameti ي ‘dir.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid) 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَٓا müşterek ism-i mevsûl amili اٰخِذ۪ينَ ‘nin faili olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰتٰيهُمْ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur. Aid zamiri mahzuftur. Takdiri, آتاهم إيّاه ربّهم (Rabbi sadece onlara verdi) şeklindedir.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ismi fail kendisinden sonra fail ve meful alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰتٰيهُمْ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. رَبُّهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اٰتٰيهُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أتي ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اٰخِذ۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
كَانُوا ile başlayan isim cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.
قَبْلَ zaman zarfı مُحْسِن۪ينَ ‘ye mütealliktir. İşaret ismi ذٰلِكَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مُحْسِن۪ينَ kelimesi كَانُوا ’nun haberi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مُحْسِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ
اٰخِذ۪ينَ , önceki ayetteki اِنَّ ’nin haberindeki zamirin halidir. Hal, anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
اٰخِذ۪ينَ kelimesi أخذ fiilinin ism-i failidir. Fiil gibi amel eden اٰخِذ۪ينَ ‘nin mef’ûlu konumundaki müşterek ism-i mevsul مَٓا ’nın sılası olan اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
هُمْ zamirinin tekrarı cennettekilerin önemini vurgulamak için yapılan ıtnâbdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبِّهِمْۜ izafetinde Rabb isminin cennetliklere ait zamire muzâf olmasıyla onlar, şan ve şeref kazanmıştır.
اٰتٰيهُمْ - اٰخِذ۪ينَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
[Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak…] Rablerinin, kendilerine ihsan ettiği her şeyi elde ederek ve ondan memnun kalarak… Yani Rablerinin kendilerine sunduğu mükafatlar içerisinde kabulle karşılanmayacak, memnun ve razı olunmayacak hiçbir şey yoktur; çünkü tamamı güzel, hoş nimetlerdir. (Keşşâf)
اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi ile tekid edilen bu ve benzeri cümleler muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ cümlesi, كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şeklinde gelmiştir. مُحْسِن۪ينَ , nakıs fiil كَانَ ’nin haberidir.
كَان ’nin haberi, isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Suresi s.124)
مُحْسِن۪ينَۜ ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafât, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı قَبْلَ , önemini vurgulamak için amili olan مُحْسِن۪ينَۜ ‘ye takdim edilmiştir.
Cennetliklerin o anki durumuna işaret eden muzâfun ileyh konumundaki ذٰلِكَ ‘de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’ her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Şüphesiz onlar bundan önce iyilik edenler idiler, amellerini güzel yaptılar. Bu da rızayı hak etmelerinin gerekçesidir. (Beyzâvî)
كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ
كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ
İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.
قَل۪يلاً mukadder zarftan naib mansub isimdir. Takdiri, زمناً قليلاً (Az bir zaman) şeklindedir.
مِنَ الَّيْلِ car mecruru قَل۪يلاً ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir. مَا kılleti te’kid için zaiddir. يَهْجَعُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَهْجَعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ
Beyanî istînaf olarak gelen ayetin fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. يَهْجَعُونَ fiiline müteallik zaman zarfı قَل۪يلاً , mef’ûl-i fih olarak, mukadder zaman zarfından naibdir. Takdiri; زمناً قليلاً (Az bir zaman) dir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. قَل۪يلاً ‘in mahzuf sıfatına müteallik olan car mecrur مِنَ الَّيْلِ , ihtimam için كان ’nin haberine takdim edilmiştir. Sıfatın ve zaman zarfının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
كان ’nin haberi مَا يَهْجَعُونَ ‘ye dahil olan مَا , tekid ifade eden zaid harftir.
مِنَ الَّيْلِ teb’iz ifade eder. (Âşûr)
كان ’nin haberinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
Gece pek az uyurlardı, bu güzel yapmalarının açıklamasıdır. مَا edatı zaittir, yani gecenin bir kısmında ya da az uyurlardı demektir. Ya da mastariye yahut mevsûledir, yani uyumaları yahut uyudukları şey gecenin az bir kısmında olurdu demektir. مَا edatının nafiye olması câiz değildir, çünkü onun mabadi makablinde amel edemez. Bunda az uyuma ve istirahatlerinin azlığı için mübalağalar vardır: Az kelimesinin, dinlenme vakti olan gecenin, az uyku demek olan هُجُع 'un zikri ve مَا edatının zaid olması gibi. (Beyzâvî)
هجع, az uyku, ve özellikle gece uykusu demektir. Ayet metnindeki مَا ziyade veya mevsûl ya da masdariyedir. Olumsuzluk bildiren bir harf olarak şöyle de mana verilmiştir: "Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi." Bir rivayette de "Az idiler, geceden uyumazlardı." diye iki cümle olarak mana verilmişse de ağır basan şık birincisidir. (Elmalılı)
وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِالْاَسْحَارِ car mecruru يَسْتَغْفِرُونَ fiiline mütealliktir. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَسْتَغْفِرُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَسْتَغْفِرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يَسْتَغْفِرُونَ fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi غفر‘dır.
Bu bab fiile talep, tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
وَ , atıf harfidir. Hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki كان ’nin haberi olan يَهْجَعُونَ ‘ye atfedilmiştir.
Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. هُمْ müsnedün ileyh, يَسْتَغْفِرُونَ cümlesi müsneddir.
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. يَسْتَغْفِرُونَ ‘ye müteallik olan car mecrur بِالْاَسْحَارِ , ihtimam için, amiline takdim edilmiştir.
Car mecrurun amili olan يَسْتَغْفِرُونَ ‘ye takdimi ihtimam içindir. (Âşûr)
İsim cümlesinde müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ [Seher vakitlerinde bağışlanmak için dua ederlerdi.] ifadesinde şu mesaj vardır: Gerçek anlamda bağışlanma dileyenler, yani “istiğfar edici” vasfına layık olanlar sadece bunlardır; günahta ısrar edenler değil. Böylece sanki istiğfar etmek onlara özgü kılınmıştır; çünkü bunu sürekli ve uzun uzadıya yapmaktadırlar. (Keşşâf)
Ayette zikredilen, وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ [seher vakitlerinde istiğfar] ifadesinden maksat, Dehhak, Mücahid ve Abdullah b. Ömer'e göre "Namaz kılarlar" demektir. Allah Teâlâ bir kısım müslümanların Resulullah ile birlikte gecenin üçte ikisini, bazen yarısını bazen de üçte birini ibadetle geçirdiklerini Müzzemmil Suresinde zikretmiş ve müminlere, bunu yapmaya mecbur olmadıklarını beyan etmiştir. Bu da müminlerin, seher vakitlerinde namaz kıldıklarını göstermektedir. (Taberî)
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la ikinci كَانُوا ‘ya matuftur. ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَقٌّ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. لِلسَّٓائِلِ car mecruru حَقٌّ veya حَقٌّ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. الْمَحْرُوم atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
سَّٓائِلِ kelimesi, sülasi mücerredi سأل olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَحْرُومِ kelimesi, sülasi mücerredi حرم olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ
وَ atıf harfidir. Önceki ayete hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ car mecruru, mahzuf mukaddem habere mütealliktir. حَقٌّ , muahhar mübtedadır. لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ mahzuf sıfata mütealliktir.
لِلسَّٓائِلِ ve ona matuf olan الْمَحْرُومِ car mecrurları, حَقٌّ ’nun mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsnedün ileyh olan حَقٌّ kelimesinin tenkiri, taklil ve tazim ifade eder.
الْمَحْرُومِ - لِلسَّٓائِلِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Son üç ayette cennette olanların yaptıkları güzel ameller sayılmaktadır. مُحْسِن۪ينَ ’de cem’, gece az uyumak, seher vaktinde istiğfar etmek, isteyene ve yoksula malından vermek şeklinde sayılan özelliklerde taksim sanatı vardır.
Onların mallarında bir hak vardır. Allah'a yaklaşmak ve insanlara acımak için kendilerine vâcip kıldıkları bir hisse vardır. Dilenci ve yoksul için, yani herkese avuç açan için ve onurunu muhafaza ettiği için zengin sanılıp da sadakadan mahrum kalan için demektir. (Beyzâvî)
وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ (Onların mallarında dilenci ve yoksulun hakkı vardır.) ayetinde tıbâk vardır. Çünkü سَّٓائِلِ isteyen, مَحْرُومِ ise iffetinden dolayı istemeyendir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
الْمَحْرُومِ ; insanlardan dilenmekten çekinen, bu yüzden onların zengin sanıp sadaka vermedikleri kişilerdir. الْمَحْرُومِ Kamusta: Hayırdan men edilen, kendisine mal verilmeyen kişi olarak açıklanır. Müfredatta ise: Başkaları gibi rızkı bollaştırılmayan, ikram açısından ihmal edilen kişi, diye tarif edilir. (Ruhu’l Beyân)
Bahru'l-Ulûm'de şöyle denilmektedir: ”Ayette, başka hak sahiplerinin anılmayıp, sadece dilenen ve mahrumun söz konusu edilmesi, bu hakkın farz olan zekattan başkası olmasından dolayıdır. Hazret-i Peygamber'in; ”Şüphesiz malda zekattan başka da hak vardır. ”hadisi de buna işaret eder. (Ruhu’l Beyân)
Burada zikredilen "yoksul" ifadesinden maksat, muhtaç olan ve rızıktan mahrum kılınandır. Bu yoksulluğu, mahsullerinin ve malının yok olmasıyla da olabilir, insanlardan dilenmeyip iffetli olmasından da olabilir. (Taberî)
وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِن۪ينَۙ
Kur’an-ı Kerîm insanın kendi varlık sebebi üzerinde düşünmesi için bazan ayrıntılara inerek bazan da genel bakış sağlayarak onu ilâhî kudretin evrendeki işaretlerine dikkatle bakmaya davet eder. Bu işaretleri iki ana grupta toplamak mümkündür: İnsanın kendi varlığındakiler ve dış âlemdekiler (özellikle bk. Fussılet 41/53). Cenâb-ı Allah’ın şuurlu varlıkları yaratmasındaki temel gayenin kendisine kulluk etmeleri olduğuna dair kapsamlı bir açıklamaya yer verilen bu sûrede de (bk. 56. âyet), aklını vicdanının kontrolü altında çalıştırabilen, muhâkeme gücünü iyi niyetle kullanabilen insanlar hem kendilerindeki hem de yeryüzündeki sayısız kanıtlar üzerinde düşünmeye çağırılmaktadır. 20. âyette geçen ve “sağlam düşünce ve inanç sahipleri” diye çevirdiğimiz mûkınîn kelimesini müfessirler genellikle “ibret gözüyle bakıp sağlam bir düşünce ile kesin bir inanca ulaşanlar yahut bu yolla inançlarını pekiştirenler” şeklinde anlamışlardır. Zemahşerî bu bakışla iman arasındaki ilişkiyi özetle şöyle açıklar: Bunlar, kesin delile dayalı ve gerçeğe ulaştıran doğru yolu izleyen muvahhidlerdir (Allah’ın birliğine inananlar). Çünkü onlar basiret sahibidirler, ibret gözüyle ve derinlere nüfuz eden bir anlayışla bakarlar; bir kanıt gördüklerinde onun üzerinde nasıl fikir yürütüleceğini bilirler ve imanlarına iman katarlar (Taberî, XXVI, 204; Zemahşerî, IV, 28; İbn Atıyye, V, 175).
وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِن۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. فِي الْاَرْضِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
اٰيَاتٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. لِلْمُوقِن۪ينَ car mecruru اٰيَاتٌ ‘ün mahzuf sıfatına mütealliktir.
مُوقِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِن۪ينَۙ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. فِي الْاَرْضِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. اٰيَاتٌ , muahhar mübtedadır.
لِلْمُوقِن۪ينَ car mecruru, اٰيَاتٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
فِي الْاَرْضِ şeklindeki haberin mübtedaya takdimi, müsnedün ileyhin zikrine teşvik ve ihtimam içindir.(Âşûr)
Müsnedün ileyhin tenkiri, kesret, nev ve tazim ifade eder.
لِلْمُوقِن۪ينَ (Yakînen inananlar için…), yani Allah’a ulaştırıcı, delile dayalı, dosdoğru yolu tutan tevhit ehli için; çünkü gören gözlerle ve ibret alan anlayışlarla bakanlar bunlardır. Bunlar her bir delili gördüklerinde üzerinde nasıl düşüneceklerini bilirler. Dolayısıyla imanlarına iman, teslimiyetlerine teslimiyet katarlar. (Keşşâf)
وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِن۪ينَ [Yakînleri olanlar için yeryüzünde ayetler vardır"] ayeti ile yeryüzünde öldükten sonra diriltmeye ve mükellefleri hesaba çekmeye kadir oluşuna delalet eden alametlerin bulunduğunu açıklamaktadır. Çerçöp oluşundan sonra tekrar bitkinin yeşermesi, canlıların varlıklarını sürdürebilmeleri için bu bitkilerde gıda unsurunu takdir buyurması, yalanlayıcı ümmetlerin başına inen helakin etkilerini görebildikleri ülkelerde, topraklarda gezip dolaşmaları hep bu ayetler (delil ve belgeler) arasındadır. (Kurtubî)
وَف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ اَفَلَا تُبْصِرُونَ
وَف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ
ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ atıf harfi وَ ‘la önceki ayete matuftur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَفَلَا تُبْصِرُونَ
Hemze istifham harfidir. فَ atıf harfi ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أغفلتم (Gafil mi oldunuz) şeklindedir.
Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُبْصِرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
تُبْصِرُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi بصر ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ
ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ , önceki ayeteki فِي الْاَرْضِ ’ye atfedilmiştir.
Önceki ayetteki لِلْمُوقِن۪ينَ ifadesindeki gaib konuşmadan bu ayette اَنْفُسِكُمْ muhatap zamire iltifat edilmiştir.
Ayetlerin yerde ve nefiste olmak üzere ayrıntılanması taksim sanatıdır.
ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ car mecrurunun müteallikına takdim edilmesi kendi yaratılışınız üzerinde düşünmenin önemi sebebiyle ve fasılaya riayet içindir. (Âşûr)
اَفَلَا تُبْصِرُونَ
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümle, takdiri أغفلتم (Gafil mi oldunuz) olan mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir.
Hemze, inkârî istifham harfidir. Cümle, istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, kınama ve azarlama anlamı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Menfî muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَفَلَا تُبْصِرُونَ [Artık görmez misiniz?] Bununla kudretinin kemalini bilmeleri için kalbin görmesi (basireti)ni kastetmektedir. Bunun aciz kimsenin başarılı olması, kararlı kimsenin ise mahrum bırakılması anlamında olduğu da söylenmiştir. (Kurtubî)
وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
“Gökteki rızık” konusunda ilk hatıra gelen şey, yağışların ve güneş ışığının dünyadaki hayatiyetin sürdürülmesine etkileridir. Müfessirler daha çok yağışın önemi üzerinde durmuşlardır. Bazıları bunu kazâ ve kader şeklinde de yorumlamıştır. Âyetin “size vaad edilenler” diye çevirdiğimiz kısmı Kur’an’ın kendine özgü ifade özelliklerinden olup hem “müjdelendikleriniz” hem de “tehdit edilip uyarıldıklarınız” anlamıyla açıklanabilir. Birinci izah insanlar için göklerde birçok imkân ve nimet bulunduğu sonucuna götürür; ikinci izah ise nimet ve rızkın yanında birçok cezanın da göklerden geldiğini ve gelebileceğini gösterir. Bu ifade “cennet ve cehennem”, “hayır ve şer” ve “kıyametin kopması” gibi mânalarla da açıklanmıştır (Taberî, XXVI, 205-206; İbn Atıyye, V, 176; İbn Âşûr, XXVI, 354-355; bu konudaki âyetlere toplu bir bakış için bk. Celâl Yeniçeri, s. 406-416).
وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la فِي الْاَرْضِ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي السَّمَٓاءِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. رِزْقُكُمْ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl atıf harfi وَ ‘la makabline matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası تُوعَدُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. Aid zamir mahzuftur.
تُوعَدُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
20. Ayete matuf olan ayetin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. فِي السَّمَٓاءِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. رِزْقُكُمْ , muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyhin izafetle gelmesi az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur.
Car mecrurun müteallika takdim edilmesi teşvik, mekana ihtimam ve fasılaya riayet içindir. (Âşûr)
رِزْقُكُمْ ’a matuf olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan تُوعَدُونَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesi harekete geçer.
تُوعَدُونَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
‘’Size vaat edilenler’’ sözünden maksat cennettir. Cennet, yedinci kat semada, Arş’ın altındadır. Ya da şöyle demek istenmiştir: Dünyada size rızık olarak verilenler de, size ahirette verileceği vadedilenler de hep semada takdir edilmiş ve kesin karara bağlanmıştır. (Keşşâf, Ebüssuûd)
Meânî alimleri dedi ki: وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ [Rızkınız... semadadır.] ayeti rızkınız yağmurdadır, demektir. Yağmura sema denilmesinin sebebi onun semadan (yüksek yerden) inmesinden dolayıdır. (Kurtubî) Yani aklî mecaz vardır.
فَوَرَبِّ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَٓا اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟
Yüce Allah vahiy ile bildirilenlerin ne kadar gerçek olduğuna yemin ederken, insanların bunu iyice kavramaları için en yakınlarındaki bir hakikati, onların temel özelliklerinden olan konuşma yeteneğini örnek göstermiştir. Âyetin sonunda fiil halinde geçen “nutk” kavramı, “konuşma” yanında “düşünme” anlamını da içermekte olup doğru düşünmenin yöntemlerini gösteren mantık terimi de bu kökten gelmektedir. Şu halde buradaki yemin ifadesinin, konuşan varlık olmanın aynı zamanda muhakeme eden ve gözlemlediklerinden sonuçlar çıkaran varlık anlamına geldiği bilincini taşıyan ve bunun gereğini yerine getiren insanların onuruna onur kattığı söylenebilir. Nitekim Resûlullah’tan rivayet edilen bir hadiste, âyetteki yemine rağmen konumunun ve kendisine verilen değerin şuuruna varamayan ve O’nu inkârda direnen kimseler ağır bir dille eleştirilmiştir (bk. Taberî, XXVI, 206-207; İbn Atıyye, V, 176-177, bu söz Arap diline yapılmış bir atıf gibi de düşünülmüştür).
فَوَرَبِّ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ
Ayet, atıf harfi فَ ile önceki ayete matuftur. وَ harf-i cer olup kasem harfidir. وَرَبِّ car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أقسم (Yemin ederim) şeklindedir. السَّمَٓاءِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
اِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَٓا اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. حَقٌّ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
مِثْلَ kelimesi حَقٌّ ‘daki zamirin hali olarak fetha ile mansubdur. مَٓا nekre-i mevsufe olup muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟ cümlesi mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, هو ‘dir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel مَٓا ‘nın sıfatı olarak mahallen mecrurdur. أَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir. كُمْ muttasıl zamiri اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. تَنْطِقُونَ۟ fiili اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تَنْطِقُونَ۟ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَوَرَبِّ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَٓا اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟
فَ istînâfiyye, وَ kasem harfidir. Car mecrur رَبِّ السَّمَٓاءِ , mahzuf kasem fiiline mütealliktir. Takdiri, أقسم (yemin ederim) olan kasem fiilinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Veciz anlatım kastıyla gelen رَبِّ السَّمَٓاءِ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan السَّمَٓاءِ , şan ve şeref kazanmıştır.
الْاَرْضِ - السَّمَٓاءِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
Kasemin cevabı olan اِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَٓا اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟ cümle, اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مِثْلَ , müsneddeki zamirden haldir. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Nekre-i mevsûfe olan مَا , hal konumundaki مِثْلَ ’nin muzâfun ileyhidir.
Sılası olan اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟ , takdiri هو olan mukadder bir mübtedanın haberidir. Cümlede icâz-ı hazif sanatı vardır.
Bu takdire göre mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ve akabindeki اَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ۟ cümlesi, masdar teviliyle اَنَّ ‘nin haberi konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesinde اَنَّ ‘nin haberinin تَنْطِقُونَ۟ şeklinde, muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مِثْلَ مَٓا ifadesi, حَقٌّ kelimesinin sıfatı olmak üzere مِثْلُ مَٓا şeklinde merfû da okunmuştur; yani tıpkı konuşmanız gibi gerçektir. اِنَّهُ لَحَقٌّ حقًا مِثْلَ نطقكم (O, konuşmanızın gerçek olduğu kadar gerçektir.) açılımı üzere mansub olarak da okunmuştur. Îrab almaya elverişli olmayan bir şeye (yani cümleye) muzâf oluşundan dolayı fethalı okunması da mümkündür. مَٓا ise Halil b. Ahmed’in (v. 175/791) açıkça belirttiği üzere zaittir. (Keşşâf)
Gökten murad edilen bulut, rızıktan murad edilen de yağmurdur. Çünkü o, gıdaların sebebidir. (Beyzâvî)
هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ ضَيْفِ اِبْرٰه۪يمَ الْمُكْرَم۪ينَۢ
Daha önce nâzil olan Hûd ve Hicr sûrelerinde, Hz. İbrâhim’e insan kılığında meleklerin gelmesi, kendisi ve hanımı çok yaşlı oldukları halde, onlara bir oğul müjdelemeleri, ardından da Hz. Lût’un kavmini cezalandırmak üzere gönderildiklerini açıklamaları olayı; yine bu sûrelerde ve A‘râf sûresinde Lût kavminin acı âkıbeti anlatılmıştı (bk. A‘râf 7/80-84; Hûd 11/69-83; Hicr 15/51-77). Bu âyetlerde bazı detay farklarıyla aynı konuya yer verilmesi, 38-40. âyetlerde Firavun ve adamlarının, 41-46. âyetlerde de başka bazı kavimlerin başına gelenlere kısa kısa değinilmesi, bir taraftan gösterilen açık kanıtlara rağmen taşkınlıklarını ve müslümanlara eziyetlerini gittikçe arttıran müşrikler için bir uyarı, diğer taraftan da Resûl-i Ekrem ve ona gönülden bağlanan müminler için bir teselli anlamı taşımaktadır. Burada kıssanın misafir ağırlama bölümü, Allah Teâlâ’nın umulmadık bir anda ve biçimde, dilediği kullarını sıkıntıdan kurtarabileceğinin, bağnaz inkârcıları da kötü âkıbete çarptırabileceğinin anlaşılmasına ışık tutmaktadır (Râzî, XXVIII, 210). Kur’an’ın bir kıssaya “Sana ulaştı mı?” şeklinde bir soruyla başlaması, o olayın önemine dikkat çektiğini ve Resûlullah’ın onu ancak vahiy yoluyla bilebildiğini gösteren bir anlatım üslûbudur (Zemahşerî, IV, 28; İbn Âşûr, XXVI, 357).
Misafirlerin melek oluşu ve kelimenin kök anlamları dikkate alınarak 24. âyette geçen mükremîn kelimesi “değerli” diye çevrilmiştir. Bu kelimenin “ikram edilenler” anlamını esas alan müfessirler bununla, bizzat Hz. İbrâhim ve eşinin misafirlere ikramda bulunup hizmet ettiklerine işaret edildiğini belirtirler (Taberî, XXVI, 207); fakat Allah Teâlâ katında ikrama mazhar oldukları için böyle nitelenmiş de olabilirler (İbn Atıyye, V, 177). 25. âyetin “(İçinden) ‘bunlar hiç de tanıdık kimseler değil’ demişti” diye tercüme edilen kısmı “(Onlara) ‘sizi tanımıyoruz, yabancısınız herhalde?’ demişti” şeklinde de anlaşılmıştır (başka yorumlarla birlikte bk. Taberî, XXVI, 208; Zemahşerî, IV, 29-30). 26. âyette kullanılan râğa fiili daha çok, “sözünü bitirir bitirmez, etrafındakilere belli etmeden bulunduğu yerden acele ayrılma”yı ifade eder (İbn Atıyye, V, 177). Olayın akışı dikkate alındığında Hz. İbrâhim farkına varılmayacak şekilde oradan ayrılması değil, gidiş sebebini belli etmeden yani onlara ikram hazırlığı gerekçesini açıklamadan müsaade almış olması muhtemeldir. Bu sebeple meâlde “belli etmeden ... gitti” denmiştir. Hûd sûresinin 69. âyetinde belirtildiği üzere, getirdiği buzağı kızartılmıştı.
27 ve 28. âyetlerde elçilerin yemeğe el sürmemeleri sebebiyle Hz. İbrâhim’in endişelenmeye başladığı belirtilmektedir. Hûd sûresinin 70. âyetinde bu husus daha açık biçimde ifade edilmiştir. Bu sebeple müfessirlerin bir kısmı, “Buyurmaz mısınız?” diye çevrilen cümleyi de onların yemediklerini farketmesi üzerine söylediğini düşünmüşler ve “Niçin yemiyorsunuz ki?” şeklinde anlamışlardır. Kitâb-ı Mukaddes’te ise onların kendileri için hazırlanan yemeği yedikleri yazılıdır (bk. Tekvin, 18/8). Geleneğe göre misafirin kendisine ikram edilen yemeği yememesi hasmâne düşünceler taşıdığının işareti sayılıyordu. Bazı müfessirler Hz. İbrâhim’in endişesinin bu sebebe dayandığı kanaatindedir (İbn Atıyye, V, 178); İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre ise Hz. İbrâhim’in endişesi onların melek olduğunu sezmiş ve azap ile görevli olarak geldiklerini düşünmüş olmasından kaynaklanmıştı (Zemahşerî, IV, 30).
29. âyette Hz. İbrâhim’in eşinin verilen haber (çocuk müjdesi) karşısındaki tepkisi tasvir edilirken kullanılan kelimelerle ilgili değişik açıklamalar yapılmıştır; bunlar, şaşkınlığını ifade eden bir ses çıkarması ve mahcubiyet içinde yahut hayretinden dolayı elleriyle yüzünü kapatmaya çalışması veya yüzüne vurması şeklinde özetlenebilir. Âyetin “heyecanla bağırarak” diye çevrilen kısmına, “Nazik bir edâ ile oraya geldi, yaklaştı” mânasını verenler de olmuştur (Zemahşerî, IV, 30; İbn Atıyye, V, 178; Şevkânî, V, 102). Lafzan “Yaşlı ve kısır bir kadın!” anlamına gelen hayret ifadesinin ögeleri iki türlü tamamlanarak açıklanmıştır: a) “Ben yaşlı ve kısır bir kadınım!”, b) “Yaşlı ve kısır bir kadın nasıl doğurabilir ki!” (İbn Atıyye, V, 178).
Bir kısım müfessirler bu âyetlerdeki anlatım tarzıyla, misafire hemen geliş sebebini sormayıp önce ikramda bulunma, ikram hazırlığını belli etmeden yapma, olabildiğince en iyi ikramda bulunma, nezaketle buyur etme gibi misafir ağırlama âdâbı ile ilgili bazı kurallara işaret edildiği kanaatine ulaşmışlardır (Zemahşerî, IV, 30; Râzî, XXVIII, 213-214).
35-37. âyetler meleklerin Hz. İbrâhim’le konuşmalarının devamı olmayıp burada olayla ilgili ek bir bilgi verilmektedir. 35. âyetin başında yer alan ve meâlde “derken” şeklinde karşılık verdiğimiz “fâ” harfi, meleklerin Hz. İbrâhim’le yapılan konuşmadan sonra burada belirtilen noktaya kadar geçen ve Hûd sûresinde anlatılan gelişmelere gönderme yapma anlamı içerir (İbn Âşûr, XXVII, 7).
هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ ضَيْفِ اِبْرٰه۪يمَ الْمُكْرَم۪ينَۢ
هَلْ istifham harfidir. Fiil cümlesidir. اَتٰيكَ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. حَد۪يثُ fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. ضَيْفِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِبْرٰه۪يمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için fetha ile mecrurdur.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُكْرَم۪ينَ kelimesi ضَيْفِ ‘in sıfatı olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُكْرَم۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûlüdür.هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ ضَيْفِ اِبْرٰه۪يمَ الْمُكْرَم۪ينَۢ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda olmasına rağmen soru manası taşımayıp muhatabın dikkatini celbetmek amacıyla geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Istifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade eden cümlede müsnedün ileyh olan حَد۪يثُ ضَيْفِ اِبْرٰه۪يمَ , tazim kastıyla izafet formunda gelmiştir.
اَتٰي fiilinin حَد۪يثُ ’ya isnadı mecaz-ı aklîdir. Haber bir şahıs yerine konularak önemi vurgulanmıştır.
الْمُكْرَم۪ينَ kelimesi ضَيْفِ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
‘’Gelmiş miydi sana?’’ sorusu, verilecek haberin azametini ve bunun Peygamber’in (sav) bilgisi dahilinde olmayıp, ancak vahiy yoluyla öğreneceği bir şey olduğunu bildiren bir ifadedir. ضَيْفِ (misafir) kelimesi tıpkı زوْر (ziyaretçi) ve صوم (oruç) gibi hem tekil hem çoğul olarak kullanılır; çünkü kelime aslında ضافهُ (birini ağırladı) fiilinin masdarıdır. (Keşşâf, Ebüssuûd)
Bu ayette teşvik ve saygı üslubu vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Bu ifade tarzı, hadisenin önemini belirtmek ve bunun, Resulullah'ın, vahyin dışında başka bir yol ile öğrenebileceği bir şey olmadığına dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)
الْمُكْرَم۪ينَۢ (İkram edilen)‘den maksat, Allah katında günahsızlık, destek, temizlik, yakınlık ve peygamberler arasında elçilik ile ikram edilen meleklerdir.
Hazret-i İbrahim'in ikramının, onları güler yüzle karşılaması, ziyafette acele etmesi ve bizzat kendisinin hizmet etmesi olduğu da söylenmiştir. Ayetteki soru, sözün önemini belirtmek için getirilmiştir. Çünkü bu sual, hayret uyandırarak dinlemeye teşvik anlamında kullanılmıştır. Bu gibi sorular da ancak şanı yüce ve önemli şeylerde kullanılır. (Rûhu’l Beyân)اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَاماًۜ قَالَ سَلَامٌۚ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ
اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَاماًۜ
اِذْ zaman zarfı, حَد۪يثُ ‘ye müteallik olup mahallen mansubdur. دَخَلُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذْ) : Yalnız Cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.
b) (إِذْ) den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا) dan sonra gelirse müfacee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d) Sükûn üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
دَخَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَلَيْهِ car mecruru دَخَلُوا fiiline mütealliktir. قَالُوا atıf harfi وَ ‘la دَخَلُوا ‘ya matuftur.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli سَلَاماًۜ ‘dir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
سَلَاماً mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakı olup fetha ile mansubdur. Takdiri, نُسلِّمُ سلاماً (Bir selamla selamlarız.) şeklindedir.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ سَلَامٌۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
Mekulü’l-kavli سَلَامٌ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
سَلَامٌ mübteda olup lafzen merfûdur. Haber mahzuftur. Takdiri, عليكم سلام (Size de selam olsun!) şeklindedir.
قَوْمٌ مُنْكَرُونَ
İsim cümlesidir. قَوْمٌ mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri, أنتم أو هؤلاء..(Siz veya onlar) şeklindedir.
مُنْكَرُونَ kelimesi قَوْمٌ ‘nün sıfatı olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُنْكَرُونَ kelimesi, sülasi mücerredi نكر olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَاماًۜ
Zaman zarfı اِذْ , önceki ayetteki حَد۪يثُ ‘ye mütealliktir. حَد۪يثُ ‘nun masdar vezninde olması müteallik almasına olanak sağlamıştır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan دَخَلُوا عَلَيْهِ cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Zaman ismi olan اِذْ 'in masdara değil de fiil cümlesine muzâf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. (Âşûr, Hac/26)
Aynı üsluptaki قَالُوا سَلَاماً cümlesi, فَ harfiyle muzâfun ileyhe atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan سَلَاماً , mahzuf fiilin mef’ûlün mutlakıdır. Takdiri; نسلّم سلاما (Bir selamla selamlarız.)’dır. Mef’ûlu mutlakın amilinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzufla birlikte cümle faide-i haber talebî kelamdır. Haber üslubunda gelmesine rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
قَالَ سَلَامٌۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. سَلَامٌ kelimesi takdiri عليكم سلام (Size de selam olsun!) olan mahzuf mübtedanın haberidir. Bu takdire göre cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber üslubunda gelmesine rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Mübtedanın nekre gelmesi umum ve medih içindir.
Hz. İbrahim’in cevabı olan ٌسَلَامٌ (Selam!) kelimesi ise, mübteda olmak üzere merfû kılınmıştır. Haberi mahzuf olup عليكم سلام (Size de selam olsun!) anlamındadır. Bu şekilde isim cümlesi olarak getirilmesi, selam ve esenliğin sürekliliğini dilemek içindir. Böylece, İbrahim (as) adeta Allah’ın öğrettiği edebi gözetmek için onlara kendi selamlarından daha güzeliyle karşılık vermek istemiştir. (Keşşâf)
سَلَامٌ kelimesi ayette önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَالَ - قَالُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
سَلَامٌ (selam) demişlerdi. Yani نسلم عليك سلاما (seni selamlarız) demişlerdi. Bu kelimenin başına bir şeyin, öbürünün hemen peşinde olduğunu ifadede kullanılan fâ-i takibiye getirilmiştir. Cenabı Allah böylece, meleklerin girer girmez selâm verme edebine riayet ettiklerine işaret etmiştir. (Rûhu’l Beyân)
قَوْمٌ مُنْكَرُونَ
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mekulü’l-kavle dahildir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. قَوْمٌ , takdiri أنتم (siz) olan mahzuf mübtedanın haberidir. Bu takdire göre cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مُنْكَرُونَ kelimesi قَوْمٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
قَالُوا - قَالَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
‘’Yabancı bir kavim! diyen’’ Hz. İbrahim, İslam’ın nişanesi olan selamı verdiklerinden dolayı onları yadırgadı. Yahut bu sözüyle onların kendisinin tanıdığı kimselere veya o güne kadar bildiği insanlara benzemediğini belirtmek istiyordu. Tıpkı Arapların çekik gözlü bir topluluğu görmesi gibi. Veya onlarda normal insanların haline ve şekline benzemeyen bir hal ve tavır gördüğü için. Yahut bu, o meleklere yönelttiği bir sorudur. Sanki şöyle demiştir: “Siz yabancı insanlar mısınız? Kendinizi bana tanıtın.” (Keşşâf)
فَرَاغَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍۙ
فَرَاغَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍۙ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. رَاغَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اِلٰٓى اَهْلِه۪ car mecruru رَاغَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ atıf harfi فَ ile رَاغَ ‘ya matuftur. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. بِعِجْلٍ car mecruru جَٓاءَ ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. سَم۪ينٍ kelimesi عِجْلٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَرَاغَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍۙ
Hükümde ortaklık nedeniyle ayet فَ ile önceki ayetteki … قال cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.107)
اِلٰٓى اَهْلِه۪ car mecruru رَاغَ fiiline mütealliktir.
Misafirlere fark ettirmeden “ev halkının yanına gitti.” Ev sahibinin adabı, işini gizli yapması ve engel olup alıkoymasınlar diye ikramını misafirlerine sezdirmeksizin bir an evvel hazırlamasıdır. (Keşşâf)
Aynı üsluptaki فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍ cümlesi, فَ harfiyle makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. فَ harfi aradan çok zaman geçmediğine işarettir. Matufla matufun aleyh arasında meskutun anh mevcuttur.
Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِعِجْلٍ car mecruru جَٓاءَ fiilindeki failin mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi, îcâzı hazif sanatıdır.
عِجْلٍ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder.
سَم۪ينٍ kelimesi عِجْلٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فَجَٓاءَ بِعِجْلٍ سَم۪ينٍ [Semiz bir buzağı getirdi] ifadesinde evveliyet alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Getirdiği buzağı değil, buzağıdan yapılmış yemektir.
Katâde (v. 117/735) demiştir ki: “ İbrahim’in serveti genelde büyükbaş hayvanlardan oluşuyordu. Bunun için [Semiz bir buzağı -kebabı- getirdi.] denilmiştir.” (Keşşâf)
فَقَرَّبَهُٓ اِلَيْهِمْ قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ
فَقَرَّبَهُٓ اِلَيْهِمْ
Ayet, atıf harfi فَ ile önceki ayetteki جَٓاءَ ‘ye matuftur. Fiil cümlesidir. قَرَّبَهُٓ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اِلَيْهِمْ car mecruru قَرَّبَ fiiline mütealliktir.
قَرَّبَهُٓ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi قرب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ
قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ cümlesi قَدْ takdiriyle hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
Mekulü’l kavli اَلَا تَأْكُلُونَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Hemze istifham harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
اَلَا : konuşmacı dinleyicilerin dikkatini çekmek, onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır. Onun için bu edata istiftah ve tembih edatı denilmiştir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
تَأْكُلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَقَرَّبَهُٓ اِلَيْهِمْ قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ
Ayet, atıf harfi فَ ile önceki ayetteki جَٓاءَ fiiline atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.107)
اِلَيْهِمْ car mecruru قَرَّبَ fiiline mütealliktir.
قَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۘ cümlesi قَدْ takdiriyle haldir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَلَا تَأْكُلُونَ cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümlede hemze istifham, لَا nefy harfidir. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb veya arz amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
اَلَا تَأْكُلُونَۘ ’deki hemze yadırgama için olup İbrahim’in (as) misafirlerin yemek yememelerini yadırgadığını ifade etmektedir. Yahut ‘buyrun, yiyin’ anlamında teşviktir. (Keşşâf)
Adet olduğu üzere, yemeleri için onu önlerine koyup onların yemediklerini görünce: اَلَا تَأْكُلُونَ [Yemez misiniz?] dedi. Bu söz onların yemekten çekinmelerini hoş görmediğini ifade ve onları yemeye teşvik içindir. (Rûhu’l Beyân)
فَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خ۪يفَةًۜ قَالُوا لَا تَخَفْۜ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ
فَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خ۪يفَةًۜ
Ayet, atıf harfi فَ ile mukadder söze matuftur. Takdiri, فلم يتقدّموا فأوجس (Yaklaşmadılar ve o korktu) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. اَوْجَسَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنْهُمْ car mecruru خ۪يفَةً ‘in mahzuf haline mütealliktir. خ۪يفَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَوْجَسَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi وجس ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
قَالُوا لَا تَخَفْۜ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli لَا تَخَفْ ‘dir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَخَفْ sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ
بَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ cümlesi قَدْ takdiriyle hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. وَ haliyyedir. بَشَّرُوهُ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
بِغُلَامٍ car mecruru بَشَّرُوهُ fiiline mütealliktir. عَل۪يمٍ kelimesi غُلَامٍ ‘ın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَشَّرُوهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi بشر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خ۪يفَةًۜ
Cümle atıf harfi فَ ile takdiri فلم يتقدّموا (Yaklaşmadılar) olan mukadder söze matuftur. Ayetler arasında meskutun anh mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.107)
مِنْهُمْ car mecruru, mef’ûl olan خ۪يفَةًۜ ‘in mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. خ۪يفَةً ‘deki tenvin kesret ve nev ifade eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْهُمْ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
خٖيفَةً - اَوْجَسَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَوْجَسَ (İçini kapladı) demektir. Korkmasının sebebi, yemeğe el sürmemeleriydi. Kendisine karşı bir kötülük tasarladıklarını sanmıştı. İbn Abbas’tan (v. 68/688) nakledildiğine göre, azap için gönderilmiş melekler oldukları içine doğmuştu. (Keşşâf)
قَالُوا لَا تَخَفْۜ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ
Ayetin ikinci cümlesi beyânî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan لَا تَخَفْ cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
تَخَفْۜ - خ۪يفَةً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خٖيفَةً - لَا تَخَفْ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ cümlesi قَدْ takdiriyle haldir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
بِغُلَامٍ car mecruru بَشَّرُوهُ fiiline mütealliktir. Kelimedeki tenvin tazim ve teşrif ifade eder.
عَل۪يمٍ kelimesi غُلَامٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Bu iki kelime arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَل۪يمٍ , mübalağalı ism-i fail kalıbı ve sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
بِغُلَامٍ عَل۪يمٍ (Bilgin bir oğulla) ifadesi kevniyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Bilgin, yani buluğ çağına erip bilgin olacak bir oğulla… manasındadır.
بَشَّرُوهُ - تَخَفْۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.فَاَقْبَلَتِ امْرَاَتُهُ ف۪ي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَق۪يمٌ
فَاَقْبَلَتِ امْرَاَتُهُ ف۪ي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. اَقْبَلَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. امْرَاَتُهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ي صَرَّةٍ car mecruru امْرَاَتُ ‘nün mahzuf haline mütealliktir.
صَكَّتْ atıf harfi فَ ile اَقْبَلَتِ ‘e matuftur.
صَكَّتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ‘dir. وَجْهَهَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَقْبَلَتِ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi قبل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَق۪يمٌ
Cümle, atıf harfi وَ ile صَكَّتْ ‘e matuftur. Fiil cümlesidir. قَالَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ‘dir.
Mekulü’l-kavli عَجُوزٌ عَق۪يمٌ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
عَجُوزٌ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri, أنا (ben) şeklindedir.
عَق۪يمٌ kelimesi عَجُوزٌ ‘un sıfatı olup damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاَقْبَلَتِ امْرَاَتُهُ ف۪ي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَق۪يمٌ
Cümle atıf harfi فَ ile önceki ayetteki قَالُوا cümlesine atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
ف۪ي صَرَّةٍ car mecruru, امْرَاَتُ ’nun mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. صَرَّةٍ ’deki tenvin kesret ifade eder.
ف۪ي صَرَّةٍ ibaresinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan ف۪ي harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. Çığlık, içine girilme özelliği olan bir şey değildir. Fakat şaşkınlığı mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere çığlık, bir şeyi muhafaza eden kap menziline konulmuştur. Câmi; temekkün (yerleşme, sabit olma)’dür.
ف۪ي صَرَّةٍ ; ifadesi hal olmak üzere mansubdur; yani فجاءتْ صَرَّةً (Çığlık atarak geldi.) demektir. (Keşşâf)
Aynı üsluptaki فَصَكَّتْ وَجْهَهَا cümlesi فَ harfiyle makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi, hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilen وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَق۪يمٌ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan عَجُوزٌ عَق۪يمٌ cümlesinde, îcâz-ı hazif sanatı vardır. عَجُوزٌ kelimesi takdiri أنا (Ben) olan mahzuf mübtedanın haberidir. Bu takdire göre cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
عَق۪يمٌ kelimesi عَجُوزٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فَاَقْبَلَتِ امْرَاَتُهُ (Karısı yöneldi.) Sara odasına döndü, bir köşede onlara bakıyordu. ف۪ي صَرَّةٍ çığlık içinde ki الصرير kökünden gelir, hal olarak mahallen mansubdur ya da mef'ûldur, eğer فأقبلت بأخذت ile tevil edilirse: yüzünü tokatladı, parmaklarının ucuyla alnına vurdu, şaşırmış gibi bu hareketi yaptı anlamında olur. Şöyle de denilmiştir: hayız kanının hararetini hissetti, hayasından yüzünü tokatladı. (Beyzâvî)
قَالُوا كَذٰلِكِۙ قَالَ رَبُّكِۜ اِنَّهُ هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ
قَالُوا كَذٰلِكِۙ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَ harf-i cerdir. مثل ‘gibi’ demektir. Bu ibare, sonrasındaki amili قَالَ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
قَالَ رَبُّكِۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. رَبُّكِ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. قَالَ ‘nin mekulü’l-kavli olan mef’ûlün bihi mahzuftur.
اِنَّهُ هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
هُوَ fasıl zamiridir. Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْحَك۪يمُ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. الْعَل۪يمُ kelimesi اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.
حَك۪يمُ - الْعَل۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا كَذٰلِكِۙ قَالَ رَبُّكِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâli ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan كَذٰلِكِۙ قَالَ رَبُّكِۜ cümlesinde takdim-tehir sanatı vardır. كَذٰلِكَ , amili قَالَ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir. Takdiri قولا olan mef’ûlu mutlakın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu takdire göre cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
قَالَ fiilinin faili olan رَبُّكَ veciz ifade için izafetle gelmiştir. Rabb ismine muzâfun ileyh olan muhatap zamiri dolayısıyla Hz. İbrahim, şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca bu izafet Allah’ın rububiyet vasfıyla ona destek olduğunun işaretidir.
Ayetin başındaki كذلك sözü son derece kısa ve müstakil bir cümledir. Manası başka bir manaya sürükler. Ancak öncesinde bunu açıkça ifade edecek müstakil bir lafız yoktur. Öyle ki bu bir şeye benzetmek istenirse bundan daha kâmil olan bir başka şekil bulunamaz. Bu cümle Kur’an-ı Kerîm'de gerçekten çok geçer, en güzel geldiği yer de burada görüldüğü gibi farklı konuların arasında ve kelamın mafsalında tek bir hakikat için gelmesidir. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Suresi 28, s. 101)
Bu ifadedeki ك harfi ‘misil’ manasındadır ancak neyin misli olduğu açık değildir. İşaret ismi ise bir merci gerektirir. İşaret ismi ك ile birleşmiştir ve bunlarda bir kapalılık söz konusudur. Çünkü muşârun ileyh bilinmedikçe bir şey ifade etmeyen, işaret ismi ile ك ‘ten oluşmuştur. Bu bina önemli mafsallarda gelen kapalı bir terkiptir. Bize ‘’arkadan gelecek olan şeyler şu anda bulunduğunuzdan daha yüce bir makamdır’’ der. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhân/54, s. 177, 205)
قَالَ - قَالُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنَّهُ هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ
Fasılla gelen ayetin son cümlesi ta’lil hükmünde istînâfiyyedir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ cümlesi, اِنَّ ‘nin haberidir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve haberdeki munfasıl zamirle mübtedanın tekidi sebebiyle çok sayıda tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
هُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ cümlesinde haberin marife oluşu, bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmiştir.
İki vasfın aralarında وَ olmadan gelmesi her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder.
الْحَك۪يمُ - الْعَل۪يمُ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Bu iki sıfatın ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı ve sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
[O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir; (her şeyi) hakkıyla bilendir.] cümlesi ise semada ve arzdaki uluhiyetin delilidir, çünkü hikmet ve ilim uluhiyetin burhanlarıdır. Fasılalar en kapalı konulardır. Çünkü alimlerimizin zikrettiği üzere hepsi de teşâbühe'l-etraf konusu üzere tesis edilmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 4, s. 365)
İmdi eğer, "Niçin Cenab-ı Hak burada, الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ buyurmuş da, Hud Sûresi'nde (Hûd/73) حميد مجيد buyurmuştur? denilirse biz deriz ki: Biz daha önce de, ilgili kıssanın, Hûd Suresinde genişçe ele alındığını anlatmıştık. Böylece o melekler, "Allah'ın emrinden dolayı hayrete mi düşüyorsun?" demek suretiyle, Sâre'nin hayretini gidermişlerdi. Sâre bunu kabullenince, melekler o aileyi, Allah'ın nimetlerinin şükrünü ifâya sevk etmişler ve onlara, حميد مجيد ifadeleriyle, Allah'ın nimetlerini hatırlatmışlardır. Çünkü "Hamîd" kendisinden güzel fiillerin südur ettiği kimsedir. Mecîd ise âlicenap, himmeti yüce kimselerin güzel fiilinden dolayı değil, O'nun zatından dolayı, O'na hamd edip O'nu takdis edeceklerine bir işarettir. Burada onlar, "Hayret mi ediyorsun?" demeyince, onun taaccübünü giderecek şeye işaret etmişlerdir. Yani Allah'ın hükmüne ve ilmine dikkat çekmişlerdir.
Burada şöyle bir incelik vardır: Bu tertip her iki surede de gözetilmiştir. Çünkü Hamîd fiil ile; Mecîd de sözle alakalı olan ifadelerdir. Aynen bunun gibi Hakîm de yaptığı işi, ilminin gerektirdiği gibi yapan ve onu, bizzat kastederek yapan kimsedir. Ama, tesadüfen bir iş yapıp da, o işi tesadüfen maksada uygun olan kimse böyle değildir. Bu mesela, uyurken yanını değiştirip de, bu orada bir yılanı öldürmüş olan kimsenin hali gibidir. Çünkü böylesi kimseye hakim denilmez. Ama, onun sokmasından uzak bulunmak için, onu öldürmeye niyetlenip de bu işi yapan kimseye ancak hakim denebilir. Alîm ise, Cenâb-ı Hakk'ın zatıyla alakalı bir sıfat olup, bu Allah'ın şerefinden dolayı hamde müstahak oluşuna bir işarettir.. Velev ki Cenab-ı Hak, bildiği için onu yapmayı kastederek bir fiil yapmasa ve o fiili, kasteden bir kimsenin kasdına uygun olarak yapmasa bile...(Fahreddin er-Râzî)Şehir hayatını bırakıp dağlara kaçan bir adam vardı. Bulunduğu yerlerde dolaşan herkes, onun şarkı gibi söylediği sözlerini işitirdi:
Dünya nimetlerine kapıldı nefsim. Rahatlık bataklığında boğuldu kalbim. Allah için yaşamak gerekirken, kendisini dünyalık huzura göre ayarladı benliğim. Bunların sonunda huzur bağımlısı oldum çıktım.
Huzurlu hissetmek, elbet güzeldi. Yanlış olan, onu dünyalıklarda aramaktı. Geçici huzurların, son kullanma tarihi vardı. Pil ömrü çok kısa olan bir cihaz gibiydi. Bu yüzden nefsim hep yeni arayışlardaydı.
Dünya düzeni hırslı yarışlarla doluydu. İsteklerine göre yaşamayanın ayağını kaydırırdı. Bu da, ne yazık ki, birçok nefse ağır gelirdi. Allah için dünyadan taviz küçümsenirken, dünya için tavizler havada uçuşuyordu.
Ey Allahım! Bizi; Sana itaatsizlikten sakınanlardan, Senin rızan için yaşayanlardan ve bunları yapmayı bize kolaylaştırdıklarından eyle. Cennetliklerin dünya davranışları ile halimizi süsle: geceleri Sana ibadet ve tevbe etmek niyetiyle uyanık kalanlardan; Senin rızan için malından harcayanlardan; sağlam düşünce ve inanç sahiplerinden eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji