وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ve yoktur |
|
2 | لَهُمْ | onların |
|
3 | بِهِ | bu hususta |
|
4 | مِنْ | hiçbir |
|
5 | عِلْمٍ | bilgileri |
|
6 | إِنْ | hayır |
|
7 | يَتَّبِعُونَ | onlar uyuyorlar |
|
8 | إِلَّا | sadece |
|
9 | الظَّنَّ | zanna |
|
10 | وَإِنَّ | ve elbette |
|
11 | الظَّنَّ | zan |
|
12 | لَا |
|
|
13 | يُغْنِي | kazandırmaz |
|
14 | مِنَ | yana |
|
15 | الْحَقِّ | hak(tan) |
|
16 | شَيْئًا | hiçbir şey |
|
Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).
19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).
Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52).
23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
Aleme علم :
İlim عِلمٌ bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir. Bu iki şekilde olur: 1- Bir şeyin zâtını/kendisini idrak etmek. 2- Bir şeyle ilgili kendisinde mevcut olan başka bir şeyin, kendisinde mevcut olduğuna hükmetmek ya da kendisinde olmayan bir şeyin kendisinde olmadığına hükmetmek. Birinci durumda عَلِمَ fiili bir fiille müteaddi/geçişli olurken ikinci durumda iki mefulle müteaddi/geçişli olur.
Başka bir açıdan da ilim iki kısma ayrılır: Nazari ve amelî. Nazari ilim: Bilindiği zaman kişinin kendisiyle kemale erdiği ilim/bilgidir. Âlemdeki varlıkları bilmek gibi. Ameli ilim: Yerine getirilmediği sürece tamamlanmayan ilim/bilgidir. İbadetlerle ilgili ilim gibi.
Diğer bir açıdan da ilim ikiye ayrılır: Akli ve sem'i (vahye dayalı) ilim.
أعْلَمَ ve عَلَّمَ fiilleri temelde aynıdır. Fakat i'lâm إعْلامٌ-أعْلَمَ formu süratli bir şekilde haber verme yoluyla gerçekleşen bilgi anlamında kullanılırken ta'lim تَعْلِيمٌ-عَلَّمَ sözcüğü özellikle öğrenenin nefsinde, aklında etkisi oluşuncaya kadar defalarca tekrarlanan bilgi anlamındadır.
Bazı alimler şöyle demişlerdir: Tâlim تَعْلِيمٌ manaları/kavramları tasavvur etmek için nefsi uyandırmaktır; تَعَلُّمٌ ise nefsin manaları/kavramları tasavvur etmek için uyanmasıdır. Kimi zaman tekrarlama manası bulunduğunda i'lâm إعْلامٌ anlamında da kullanılır. Örneğin Hucurat, 49/16 ayetinde olduğu gibi.
Allah'ın sıfatı olan Âlim عالِمٌ kendisine hiçbir şey gizli kalmayan demektir ki bununla sadece Allah nitelendirilebilir.
Aleme gelince عَلَمٌ bir şeyin kendisiyle bilindiği işarettir. Çoğulu أعْلامٌ şeklinde gelir.
Âleme (عالَمٌ) ise bir felekle onun içerdiği cevher ve arazların adıdır. Yani kendisiyle bilgi sahibi olunan şeyin adıdır. Bir alet gibi olması sebebiyle kelime bu sigada oluşturulmuştur. Âlem kendisini yaratana delalet noktasında bir alettir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda toplam 854 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri âlim, ilim, ulum, ulemâ, muallim, allâme, âlem, alamet, mâlum, mâlumat, tâlim, i'lâm ve ilmi(hal)dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
مِنْ harfi zaiddir. عِلْمٍ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَتَّبِعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. الظَّنَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
يَتَّبِعُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dır.
Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الظَّنَّ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
لَا يُغْن۪ي fiili, اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُغْنِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنَ الْحَقِّ car mecruru شَيْـٔاً ’in mahzuf haline mütealliktir. شَيْـٔاً mef’ûlu mutlaktan naibdir. Takdiri, إغناء لا قليلا ولا كثيرا (Ne az ne de çok hiç bir fayda) şeklindedir.
وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍۜ
Hal وَ ’ıyla gelen وَمَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Menfi siyaktaki cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Lafzen mecrur mahallen merfû olan عِلْمٍ , muahhar mübtedadır. Müsnedün ileyhe dahil olan مِنْ , tekid ifade eden zaid harftir.
عِلْمٍ ‘deki nekrelik nev ve kıllet ifade eder. Zaid مِنْ harfi sebebiyle kelime ‘hiçbir ilim’ anlamı kazanmıştır. Olumsuz siyakta nekre, umum ve şümule işaret eder.
“Bu hususta” yani söylediklerine ilişkin “hiçbir bilgileri” -Übeyy b. Kâ‘b’ın kıraatinde bi-hî yerine bi-hâ şeklindedir; yani ‘meleklere veya adlandırmaya dair bilgileri yok’ demektir. (Keşşâf)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelam olan cümle kasr üslubuyla tekid edilmiştir. اِنْ ve اِلَّا ’nın oluşturduğu kasr, fiille mef’ûlü arasındadır. يَتَّبِعُونَ maksûr/sıfat, الظَّنَّۚ maksûrun aleyh/mevsuf olmak üzere, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الظَّنَّ , zannetmek ve kesin bilmek olmak üzere zıt iki mana taşıyan fiildir. Burada “zannetmek” manasındadır. (Âşûr)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ [Zanna tabi oluyorlar] ifadesinde istiare vardır. يَتَّبِعُونَ fiili, aslında izlemek arkasından gitmek demektir. Burada zannın takip edilip izlenecek birine benzetilmesi, kafirlerin yargılarındaki yanlışlığı mübalağa içindir. (Âşûr)
Bu cümle 23. ayetteki cümlenin tekrarıdır. Tekrarlanan cümleler arasında ıtnâb, tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ
Hal وَ ’ıyla gelen cümle, اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi olan لَا يُغْن۪ي مِنَ الْحَقِّ شَيْـٔاًۚ , menfî muzari fiil cümlesi formunda gelerek hükmü takviye, hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr, 1)
Allah Teâlâ zannın, haktan hiçbir şey elde edemeyeceğini üç tekidle vurgulayarak belirtmiştir.
شَيْـٔاً mahzuf mef’ûlü mutlaktan naibdir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنَ الْحَقِّ , ihtimam için شَيْـٔاًۚ ‘e takdim edilmiştir.
مِنَ الْحَقِّ ‘daki مِنَ harf-i ceri, beyaniyedir.
Ayette önemine binaen tekrarlanan الظَّنَّ ’de ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الظَّنَّ - الْحَقِّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhten sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetteki الْحَقِّ kelimesiyle Allah Teâlâ’nın kastedilmiş olduğunun söylenilmesi de muhtemel olup, bunun manası, zan, Allah'tan yana hiçbir şey ifade etmez şeklinde olup, bu da, "İlahî vasıflar zanlarla elde edilip, ortaya konulamaz" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Bir görüşe göre ayette geçen ve ‘hakikat’ diye tercüme ettiğimiz الْحَقِّ ; ilim anlamındadır. Zan, ilmin yerini tutmaz demektir. Bir diğer görüşe göre ise azap manasınadır. O zaman ayetin anlamı ”Onların zanları, kendilerini azaptan kurtarmaz" şeklinde olur. (Rûhu’l Beyân)