Rahmân Sûresi 56. Ayet

ف۪يهِنَّ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِۙ لَمْ يَطْمِثْهُنَّ اِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَٓانٌّۚ  ...

Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فِيهِنَّ orada vardır
2 قَاصِرَاتُ (eşlerine) diken (dilberler) ق ص ر
3 الطَّرْفِ bakışlarını ط ر ف
4 لَمْ
5 يَطْمِثْهُنَّ onlara temas etmemiştir ط م ث
6 إِنْسٌ insan ا ن س
7 قَبْلَهُمْ bunlardan önce ق ب ل
8 وَلَا ne de
9 جَانٌّ cin ج ن ن
 

Her mümin dünya hayatının sona ermesiyle yokluk içinde kaybolup gitmeyeceğine ve öldükten sonra diriltilip dünyada yaptıklarıyla ilgili bir yargılama için rabbinin huzuruna çıkarılacağına inanır. 46. âyette buna olan derin imanı sebebiyle o anın heyecanını taşıyan ve rabbinin divanına çıkma bilinci, sorumluluğu ve kaygısı içinde yaşayan, sonuçta inkâr ve şirkten uzak durup Allah’ın yasaklarından kaçınma ve buyruklarını yerine getirme çabası içinde olan ve O’nu şükran duyguları içinde daima saygıyla anan kimseler övülmekte ve iki cennetle müjdelenmektedir. Ardından bu cennetlerin geniş bir tasvirine yer verilerek, bir taraftan dünyada her istediğini elde edebilenlerin bu nimetlere bel bağlamamaları için kalıcı nimetleri arzulamaları özendirilmekte, diğer taraftan da dünyada mahrumiyetler çeken müminlerin bunu fazlasıyla telâfi edebileceklerine açıklık getirilip onlara teselli verilmektedir. Müminleri âhiret hayatında bekleyen nimetlerle ilgili birçok örneğe yer verildikten sonra, azamet ve kerem sahibi rabbimizin adının ne kadar yüce olduğu belirtilerek, bütün bu nimetlerden çok daha değerli olan şeyin Allah Teâlâ’nın hoşnutluğuna erme mutluluğu olacağı hatırlatılmış olmaktadır (cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Muhammed 47/14-15; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).

46. âyette geçen “iki cennet” ile ne kastedildiği hususunda değişik yorumlar yapılmış olup başlıcaları şunlardır: a) Biri insanlara, diğeri cinlere verilecek cennet; b) Biri buyrukları yerine getirme ve iyi işler yapmanın, diğeri yasaklardan kaçınmanın karşılığı olan cennet; c) Biri hak edilmiş ödül olarak, diğeri buna ilâveten ilâhî ikram olarak verilecek cennet (Zemahşerî, IV, 54); d) Biri cismanî, diğeri ruhanî cennet; 

e) Biri adn cenneti, diğeri naîm cenneti; f) Biri dârü’l-İslâm, diğeri dârü’s-selâm (Elmalılı, VII, 4687). Kaf sûresi (50/24) ve bazı şiirlerdeki kullanımları delil göstererek buradaki cennetân kelimesinin, iki cennet değil aslında bir cennet anlamına geldiğini söyleyenler olmuşsa da İbn Atıyye bunu zayıf ve gereksiz bir yorum olarak niteler (V, 233). Râzî de böyle zorlanmış bir yoruma gerek olmadığını, Allah’ın iki ve daha fazla cennet vermesine herhangi bir engel bulunmadığını belirtir. Daha sonra iki cennetle ilgili yorumları aktarır ve bu arada bunlardan birinin cismanî, diğerinin ruhanî cennet olması ihtimalinden söz edilebileceğini ifade eder (XXIX, 123). Esed ise Râzî’nin anılan eleştirisini dikkatten kaçırdığı için onun zikrettiği bu son ihtimali yanlış anlamış ve şöyle nakletmiştir: Bir cennet, “hem maddî hem de ruhî zevkleri kapsadığı için sanki iki cennetmiş gibi [görünecektir]” (III, 1100). Esasen bu konudaki yorumlar birer tahminden ibaret olduğu için meselâ Taberî ve İbn Atıyye’nin iki cennetin mânası ile ilgili bir rivayet nakletmedikleri görülmektedir. Elmalılı da bazı yorumları aktardıktan sonra bu hususta şöyle bir açıklama yapmaya ihtiyaç duymuştur: Daha başka ihtimaller söylenmişse de âhiret halleri görülmeden ayrıntıları bilinmeyeceği için daha fazla izahına kalkışılması doğru olmaz (VII, 4687). 

48. âyetteki efnân kelimesini “ince dal” anlamına gelen fenenin çoğulu kabul edenler âyeti “İkisinde de çeşit çeşit veya dalları iç içe geçmiş ağaçlar, türlü meyveler bulunur” şeklinde veya buna yakın mânalarla açıklamışlardır. Bunun “tür, çeşit” anlamına gelen fennin çoğulu olduğunu düşünenler ise âyeti “İkisinde de rengârenk, çeşit çeşit nimetler veya meyveler bulunur” yahut “İkisi de başkalarından üstün ve geniştir” tarzında yorumlamışlardır (Taberî, XXVII, 147-148; Zemahşerî, IV, 54; İbn Atıyye, V, 233). Biz bunları dikkate alarak âyeti “İkisinde de çeşit çeşit ve emsalsiz nimetler bulunur” şeklinde çevirdik.

62. âyette geçen dûn kelimesinin anlamları ve konuya ilişkin bazı rivayetler ışığında bu âyete, “Bu ikisinden daha aşağı mertebede iki cennet daha vardır” ve “Bu ikisinin ötesinde iki cennet daha vardır” mânaları da verilmiştir (derece farkıyla ilgili açıklamalar için bk. İbn Atıyye, V, 234-235; Elmalılı, VII, 4691). Şu var ki İbn Atıyye’nin belirttiği üzere bunlar kesinlik taşımayan çıkarımlardır (V, 235).

Allah Teâlâ’nın Rahmân ismiyle başlayan sûre, azamet ve kerem sahibi rabbimizin adının ne kadar yüce olduğuna yapılan vurgulu bir ifadeyle sona ermektedir. Âlimler Resûlullah’tan yapılan bir rivayetten esinlenerek, dualarda, Allah’ı burada geçen “zü’l-celâli ve’l-ikrâm” sıfatıyla nitelemeyi tavsiye etmişler ve duaların kabulüne vesile olmasının umulabileceğini belirtmişlerdir (İbn Atıyye, V, 237).

 

ف۪يهِنَّ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِۙ لَمْ يَطْمِثْهُنَّ اِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَٓانٌّۚ

 

İsim cümlesidir. ف۪يهِنَّ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. قَاصِرَاتُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır.  الطَّرْفِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  

لَمْ يَطْمِثْهُنَّ  cümlesi  قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ ‘nin hali olarak mahallen mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. 

يَطْمِثْهُنَّ  sükun ile meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُنَّ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  اِنْسٌ  fail olup lafzen merfûdur. قَبْلَ  zaman zarfı  يَطْمِثْهُنَّ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لَا  zaid harftir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  جَٓانٌّ  atıf harfi وَ ‘la  اِنْسٌ ‘e matuftur.

قَاصِرَاتُ  kelimesi sülâsî mücerred olan قصر  fiilinin ism-i failidir.

جَٓانٌّ  kelimesi, sülasi mücerredi  جنن  olan fiilin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

ف۪يهِنَّ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِۙ لَمْ يَطْمِثْهُنَّ اِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَٓانٌّۚ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur  ف۪يهِنَّ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ , muahhar mübtedadır.

Müsnedün ileyh olan   قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ  izafeti sözü kısaltmış ve vecîz (az sözle çok şey ifade etmek) hale getirmiştir. Bu izafet sıfatın mevsufuna muzâf olması şeklinde lafzî izafettir. Sıfat tamlaması, izafetin verdiği manayı karşılayamaz.

İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri C.7 S. 238)

قَاصِرَاتُ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin devamlılığına işaret etmiştir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Fasılla gelen  لَمْ يَطْمِثْهُنَّ اِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَٓانٌّۚ  cümlesi  قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ  için müekked hal olarak ıtnâbtır. 

Hal; cümlede failin, mefulün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır. Müekkid hal ise, cümleye yeni bir mana yüklemeyip sadece kendinden önceki failin, mef’ûlün ya da cümlenin manasını tekid eder. Müekkid hal ile medh, tazim, tahkir veya tehdit amaçlanır. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2017/3 yıl: 8 cilt: VIII sayı: 18 s.174)

Tekit edici halin başına vav gelmez. Müekked ve tekid arasında kemâl-i ittisâl olduğundan arada vav olmaz. (Sekkâkî, Miftâhu’l-ulûm, s.273)

Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiil cümleye, hudûs, teceddüt ve istimrar anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

قَبْلَهُمْ  zaman zarfı olup  لَمْ يَطْمِثْهُنَّ  fiiline mütealliktir.

Olumsuzluğu tekid eden zaid harf  لَا ’nın dahil olduğu  جَٓانٌّ , fail  اِنْسٌ ’a matuftur. Bu kelimelerdeki nekrelik, nev ve kıllet ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, umum ve şümûle işaret eder.

قَاصِرَاتُ الطَّرْفِۙ , iffetten kinâyedir. ‘‘Onlar iffetlidir’’ sözüyle ayette geçen belâgî tabir arasındaki fark çok açıktır. Meknîyyun anhı güzelleştirmek için kinaye gelmiştir.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Sadece kendi eşlerine bakan yani öyle kadınlar ki gözlerini eşlerinin üzerinden ayırmazlar; onlardan başkalarına bakmazlar demektir. Onlardan insan dişisi olanlardan hiçbirine insan eli değmemiş; cin dişisi olanlara da hiçbir cin eli değmemiştir. (Keşşâf)

قَاصِرَاتُ  tabiri, men etmek manasına olan, قصر  kökündendir, yani "O kadınlar gözlerini (bakışlarını), başkalarına bakmaktan alıkorlar" demektir. Ya da bu ifade, قصور kökündendir ve "O kadınlar gözlerinin bakışlarını, kasrederler (kısaltırlar) ve onların gözünde, başkalarına bakma diye birşey yoktur" manasında olur. Diyorum ki: Görünen o ki, bu ifade قصر  kökündendir. Çünkü bu mana medh ifade eder. قصور  kökü ise böyle değildir. Bu tabirin, "Onlar gözlerini (bakışlarını) alıkoydular" manasında, قصر  kökünden olduğu da söylenebilir. Mananın böyle olmasına göre, bu ifade, "failin mef'ûlüne izafeti" kabilinden olur. Bunun böyle oluşunun delili ise, قصر  kökünün medh ifade edip, قصور kökünün böyle olmayışıdır.(Fahreddin er-Râzî)

قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ  ifadesinde istiare vardır. Burada [bakışlarını onlara ayırmış]  قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ  ile kastedilen, bakışlarını eşlerine tahsis etmiş, yani bakışlarını onlara odaklamış, onlardan başka kimseye bakmayan kadınlar demektir. طرف (bakış) mecaz yoluyla zikredilmiştir. Şu halde buradaki hakiki mana, o kadınların iffet, din, takva, sakınma, temizlik, nezafet ve nezahet hisleriyle nefislerini eşlerine hapsetmeleri demektir ki bakış hasretmek (kasr et-tarf) bu manayı anlatan bir kinaye olarak gelmiştir. (Bakış hasretmek, iffetli olmaktan kinayedir.) Çünkü çoğunlukla gözlerin bakışı, nefislerin bakılan şeyin ardına düşmesine, kalplerin coşup kaynamasına sebep olur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)

Buradaki  قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ  ifadesi, bir kaç manada yorumlanabilecek bir övgü sıfatıdır. Birincisi bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, başkalarına bakmayan sevgili, sadakatli ve vefalı dilberler demektir. İkincisi, bakanın bakışlarını kendisine çeken, gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzeller anlamıdır. (Elmalılı)