لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Hadi Suresinden dersler (Nouman Ali Khan)
Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).
3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygamber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). Bunların anlamları kısaca şöyledir: a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).
لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İsim cümlesidir. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ‘la السَّمٰوَاتِ ‘a matuftur.
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ
Fiil cümlesidir. يُحْـي۪ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
وَ atıf harfidir. يُم۪يتُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَلٰى كُلِّ car mecruru قَد۪يرٌ ‘e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
قَد۪يرٌ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. قَد۪يرٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ السَّمٰوَاتِ izafeti, muahhar mübtedadır. Cümlede müsnedün ileyh izafetle marife olması, faydayı çoğaltmak ve az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur.
وَالْاَرْضِ kelimesi, tezat sebebiyle muzâfun ileyh olan السَّمٰوَاتِ ’ye atfedilmiştir.
السَّمٰوَاتِ ’den sonra الْاَرْضِۜ ’nın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
Burada لَهُ müsnedin marife gelişi, müsnedin müsnedin ileyhe مُلْكُ السَّمٰوَاتِ kasrını ifade eder. Iddiai kasr veya hakiki kasr da olması mümkündür. (Âşûr)
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
"Allah'ın mutlak hükümranlığı sonsuz olduğu halde, burada hükümranlık sonlu olan göklere ve yere nisbet edilmiştir. Çünkü ”Göklerin ve yerin bir zahiri vardır. Varlık âleminde halihazırda gözüken bu durum sonludur. Çünkü bu, cisim ve şekil kabilindendir. Bir de bunların gözükmeyen, sırları ve gerçekleri elle tutulmayan batını (içyüzü) vardır ki, bu durum sonsuzdur. Zira bu, melekût ve mana âlemindendir. Mülkün (hükümranlığın) Allah'a izafe edilmesi mutlaktır. Mülk ve melekût de bunun içine girer. Gerçekte bunlar sonsuzdur. Bilmez misin ki, zahirde Kur'an ayetleri sayılı olduğu halde, Kur'an-ı Kerim, sırlar, konuşulan konular yönünden sahili olmayan uçsuz bucaksız bir deniz ve hayret uyandıran şaşılacak yönleri tükenmeyen bir kitaptır. Buradaki mülk (hükümranlık) hakiki mülktür. insanların mülkü (hükümranlığı) ise mecazîdir. (Rûhu’l Beyân)
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَيُم۪يتُ cümlesi, makabline tezat sebebiyle atfedilmiştir.
يُحْـي۪ cümlesiyle, وَيُم۪يتُ cümlesi arasında mukabele ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
Her iki fiilin muzari gelmesi hudus ve teceddüt ifade eder. Bu fiillerin lazım menziline konması da, diriltmenin ve öldürmenin fiilin üzerinde gerçekleştiği mef‘ûl ile ilgisiz olarak devam ettiğini beyan etmek içindir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 5, s.49)
Şayet يُحْـي۪ ‘nin îrabda yeri nedir?” dersen şöyle derim: Müstakil bir cümle olup îrabda yeri olmayabilir. Tıpkı لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ [“Göklerin ve yerin hükümranlığı tamamen O’na aittir.] (Bakara 2/107) ifadesi gibi. Yine, هُوَ يُحْـي۪ ve يُم۪يتُ [O diriltir, öldürür.] takdiriyle mahallen merfû olabileceği gibi, لَهُ ‘daki mahallen mecrur zamirin hali olarak mansub da olabilir. Bu durumda âmili لَ harf-i ceri olur. Anlam şöyledir: O, nutfeleri, yumurtaları ve kıyamet gününde ölüleri diriltir. Aynı zamanda dirilerin de canını alıp ölüme mazhar eder. (Keşşâf)
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ hükümranlık hükümlerinin bazılarını açıklayan başlangıç cümlesidir. Yani ölülere, menilere ve yumurtalara can verir. Canlıları öldürür. Diriltmek ve öldürmek, bir şeyi diri ve ölü kılmaktır. Bazen hidâyet ve sapıklık yerine mecazen kullanılır. Nitekim şu ayette bu manada kullanılmıştır: [”Ölü iken diriltip, kendisine insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkmayan kimse gibi midir?] (En'am:122) (Rûhu’l Beyân)
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Bu cümle atıf harfi ile يُحْـي۪ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ , ihtimam için amili olan قَد۪يرٌ۟ ‘a takdim edilmiştir.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zamir bir kere daha tekrar edilmiştir. Bu fiilin O'ndan başkasına isnad edilmesinin mümkün olmadığı manasını tekid etmek için عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ ’in şeklindeki car mecrur takdim edilmiştir. Bunda da yüce bir delalet vardır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kudreti herhangi bir şeyle sınırlı değildir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s. 76-77)
Ayetin son cümlesi Kur’an’da aynen veya ufak değişikliklerle birçok kez tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkâf Sûresi, C. 7, S. 314)
Ayetin fasılası önceki cümleyi tekid eden tezyîl cümlesidir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) -Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme Ar. Gör. Ömer Kara)
Bu cümle لَهُ مُلْكُ السَّماواتِ والأرْضِ cümlesinin manasını beyan eden يُحْيِي ويُمِيتُ cümlesinin manası için tezyîl ifade eder. Tezyîl cümleleri aslında fasılla gelmesi gerekirken Allah’ın kudretinin bütün mevcudatını kapsadığı manasına delalet için vav harfiyle atfedilmiştir. Yani zahiren tezyîl değildir ama tezyîl manası taşır. (Âşûr)
قَد۪يرٌ mübalağa kipi olduğundan, kudreti tam olan manasınadır. (Rûhu’l Beyân)