Hadid Sûresi 3. Ayet

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ  ...

O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 هُوَ O
2 الْأَوَّلُ ilktir ا و ل
3 وَالْاخِرُ ve sondur ا خ ر
4 وَالظَّاهِرُ ve zahirdir ظ ه ر
5 وَالْبَاطِنُ ve batındır ب ط ن
6 وَهُوَ ve O
7 بِكُلِّ her ك ل ل
8 شَيْءٍ şeyi ش ي ا
9 عَلِيمٌ bilendir ع ل م
 

 

 

 

Hadi Suresinden dersler (Nouman Ali Khan)

https://youtu.be/-y7l907BAl8

 

 

 

Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).

3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygam­ber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). Bunların anlamları kısaca şöyledir: a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).

 
O her şeye her şeyden daha yakındır.; Varlığı ve birliği aşikar olmakla beraber , niceliğine ve yüceliğine akıllar ermez.  Her şeyin içyüzü ve dile getirdiği anlamlar O’nun eseridir. Peygamber Efendimiz esma-i Hüsna’dan olan bu dört ismle şöyle dua ederdi:” Ey göklerin yerinde muhteşem arşın  sahibi olan Allah’ım. Ey bizim ve her şeyin Rabbi! Ey tohumu ve çekirdeği çatlatan! Ey Tevrat’ı İncil’i Kur’an’ı indiren! Kaderlerini elinde tuttuğun bütün varlıkların şerrinden sana sığınırım. Evvel Sen’sin, Sen’den önce hiçbir şey yoktur. Ahir Sen’sin, Sen’den sonra hiçbir şey yoktur.  Zahir Sen’sin, Sen’den daha açık ve üstün hiçbir şey yoktur. Bâtın Sen’sin, Sen’den daha gizli hiçbir şey yoktur. Bizim adımıza borcumuzu öde! Bizi fakirlikten kurtarıp zengin kıl!”
(Müslim, Zikir 61; Ebû Dâvud, Edeb 97,98; Tirmizi, Daavât 68).
 

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ 

 

İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. الْاَوَّلُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. 

الْاٰخِرُ - الظَّاهِرُ - الْبَاطِنُ  kelimeleri atıf harfi و ‘la  الْاَوَّلُ kelimesine matuftur.

الظَّاهِرُ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ظهر  fiilinin ism-i failidir.

الْبَاطِنُ  kelimesi sülâsî mücerred olan بطن  fiilinin ism-i failidir.  

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

 وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

 

İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  بِكُلِّ  car mecruru  عَل۪يمٌ ’e müteallıktır.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  عَل۪يمٌ kelimesi haberdir.

عَل۪يمٌ  mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidai kelamdır. Müsnedin tarifi bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu belirtmesi içindir. 

هُوَ  mübteda,  الْاَوَّلُ  haberdir. Cümledeki müteakip kelimeler  الْاَوَّلُ ‘ya matuftur. الْبَاطِنُۚ - الظَّاهِرُ  ve  الْاٰخِرُ- الْاَوَّلُ  gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı îcab ve muvazene sanatı vardır.

İlk yani her şeyden önce var olan kadim de O’dur; her şey yok olup gittikten sonra varlığı devam eden son da. Varlığına delâlet eden delillerle Zâhir de O’dur Bâtın da; çünkü duyu organlarıyla kavranamamaktadır. Birinci وَ ’ın manası O’nun ilklik ve sonluk sıfatlarını birlikte taşıdığını göstermektir. Üçüncü وَ  da O’nun Zâhirlik ve Bâtınlık sıfatlarını birlikte taşıdığını göstermektedir. Ortadaki وَ  ise Allah’ın, ilk iki sıfat grubuyla son iki sıfat grubunu zâtında birleştirdiğini göstermek içindir. (Keşşâf)

Bir şeyin bir şeyden önce olması, şu açılardan olabilir:

a) Tesir bakımından... Çünkü biz, parmağın hareketinin, üzerindeki yüzüğün hareketinden önce olduğunu düşünebiliyoruz. Dolayısıyla bu öncelikten (evvellikten), önce olanın, sonra olana tesiri kastedilmiştir.

b) Tesir bakımından değil de, ihtiyaç bakımından öncelik... Çünkü hernekadar birin, iki için illet olmadığını biliyor isek de, İkinin bire muhtaç olduğunu düşünebiliyoruz.

c) Şeref bakımından öncelik... Mesela Hz Ebû Bekir (ra)'in, Hz Ömer (ra)'den önce gelişi gibi...

d) Rütbe bakımından öncelik... Bu da, imamın cemaata önceliği gibi, maddi bir başlangıçtan dolayı olan öncelik, yahut da aklî bir başlangıçtan olan önceliktir. Bu da, meselâ, o en üst "cins"i başlangıç kabul etmemiz gibidir. Çünkü tür ne kadar aşağıda olursa, o kadar sonra olmuş olur.

e) Zaman bakımından öncelik... Çünkü önceki zamanda mevcut olan, sonraki zamanda mevcut olandan öncedir. İşte öncelik ve sonralığa dair, akıl erbabının ortaya koyabildiği kısımlar bunlardan ibarettir.

Cenab-ı Hakk'ın herşeyden önce oluşu, yukarıda bahsi geçen beş tür öncelik açısından olmayışıdır.

Geriye, bu beş kısmın dışında, bir başka önceliğin (evveliyatın) olması kalır. Şimdi bu tür önceliğin, nasıl bir öncelik olduğu hususunda, aklın söyleyebileceği birşey yoktur. Çünkü akıllının aklına gelen herşey, mutlaka bir zaman içindedir, bir zamana bağlıdır. Ama ortaya koyduğunuz delil, bunun imkânsız olduğunu gösterir. O halde. Allah Teâlâ'nın الْاَوَّلُ oluşu, mücmel olarak malumdur, ama bunun tafsilatı ve o evveliyetin (önceliğin) özünü kuşatma, mahlûkatın akıllarının gücünün yetmediği bir şeydir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Birinci vâv  وَالْاٰخِرُ  ile sonuncusu وَالْبَاطِنُۚ  iki sıfatı birleştirmek içindir; ortadaki vâv ise  وَالظَّاهِرُ  iki topluluğu birleştirmek içindir. (Beydâvî)

 Ebû's-Suud'un ifade ettiği gibi  الظَّاهِرُ  daki "vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan, yani vav ile bağlamadan önce olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın" sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü هُوَ  zamiri "Allah" ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd (varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın, kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır. (Elmalılı)


 وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

 

Bu cümle atıf harfi ile  هُوَ الْاَوَّلُ  cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ , umum ve şümul için, amili olan  عَل۪يمٌ ‘a takdim edilmiştir.

هُوَ  mübteda,  عَل۪يمٌ  haberdir. 

شَيْء ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.

بِكُلِّ شَيْءٍ  amiline takdim edilmiştir. Bu takdim, O’nun ilminin her şeyi kapsadığını ifade eder. Yani O, her şeyi bilir, bilmediği hiçbir şey yoktur.

عَل۪يمٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Ayette teşâbüh-i-etrâf sanatı vardır. Burada ilk bakışta ayetin وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (O, her şeye kādirdir.) şeklinde bitmesi uygunmuş gibi düşünülebilir. Ama biraz dikkat edilince siyakta zikredilen arzın ve semanın yaratılışı, ulvî ve suflî âlemlerdeki tasarrufu, ölüleri diriltmesi sonra öldürüp tekrar diriltmesi, bütün bunların her şeyi kuşatan kâmil bir ilmi gerektirmesi dolayısıyla ayetin kudret değil ilimle bitmesinin daha münasip olduğu anlaşılır.

Ebu Hayyan şöyle der: Yüce Allah kendini  عَلَّام ,عَلِيم ,عَالِم vasıflarıyla vasıflandırdı. Bu son iki vasıf mübalağa ifade eder. Araplar, aşırılığı pekiştirmek için  عَلَّام keli­mesinin sonuna  ة ilave ederek  عَلَّامة  derler. Kelimenin bu şekliyle Allah için kullanılması caiz değildir. (Safvetü't Tefasir, Enam/101)