هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | هُوَ | O’dur |
|
2 | الَّذِي |
|
|
3 | خَلَقَ | yaratan |
|
4 | السَّمَاوَاتِ | gökleri |
|
5 | وَالْأَرْضَ | ve yeri |
|
6 | فِي |
|
|
7 | سِتَّةِ | altı |
|
8 | أَيَّامٍ | günde |
|
9 | ثُمَّ | sonra |
|
10 | اسْتَوَىٰ | oturan |
|
11 | عَلَى | üzerine |
|
12 | الْعَرْشِ | Arş |
|
13 | يَعْلَمُ | bilir |
|
14 | مَا | şeyi |
|
15 | يَلِجُ | giren |
|
16 | فِي |
|
|
17 | الْأَرْضِ | yere |
|
18 | وَمَا | ve şeyi |
|
19 | يَخْرُجُ | çıkan |
|
20 | مِنْهَا | ondan |
|
21 | وَمَا | ve şeyi |
|
22 | يَنْزِلُ | inen |
|
23 | مِنَ | -ten |
|
24 | السَّمَاءِ | gök- |
|
25 | وَمَا | ve şeyi |
|
26 | يَعْرُجُ | çıkan |
|
27 | فِيهَا | ona |
|
28 | وَهُوَ | ve O |
|
29 | مَعَكُمْ | sizinle beraberdir |
|
30 | أَيْنَ | nerede |
|
31 | مَا |
|
|
32 | كُنْتُمْ | olsanız |
|
33 | وَاللَّهُ | Allah |
|
34 | بِمَا | şeyleri |
|
35 | تَعْمَلُونَ | yaptıklarınız |
|
36 | بَصِيرٌ | görmektedir |
|
Hadi Suresinden dersler (Nouman Ali Khan)
Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).
3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygamber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). Bunların anlamları kısaca şöyledir: a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الَّذ۪ي müfred müzekker has ism-i mevsûl haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. السَّمٰوَاتِ mef’ûlun bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır.
الْاَرْضَ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. ف۪ي سِتَّةِ car mecruru خَلَقَ fiiline mütealliktir. اَيَّامٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
3 ile 10 arası sayıların temyizinde önce sayı, sonra temyiz gelir. Sayı muzâf, temyiz muzafun ileyh olur. Muzafun harekesi cümledeki konumuna göre değişir. Muzâfun ileyh daima mecrurdur. Bu yüzden sayı muzâf olduğu için cümledeki konumuna göre îrabını alır, temyiz muzâfun ileyh olduğu için daima mecrurdur. Temyiz çoğul ve belirsiz olur. Sayı ile temyiz cinsiyet yönünden birbirinin zıttı olur. (Temyiz çoğul olduğu için eril veya dişil olduğunu anlamak için tekiline bakılır.) (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.
ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
اسْتَوٰى atıf harfi ثُمَّ ile خَلَقَ fiiline mütealliktir. اسْتَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلَى الْعَرْشِ car mecruru اسْتَوٰى fiiline mütealliktir.
اسْتَوٰى fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ
Fiil cümlesidir. يَعْلَمُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَا müşterek ism-i mevsûl mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يَلِجُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يَلِجُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. فِي الْاَرْضِ car mecruru يَلِجُ fiiline mütealliktir. مَا müşterek ism-i mevsûl, atıf harfi وَ ‘la birincisine matuf olup mahallen mansubdur.
يَخْرُجُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنْهَا car mecruru يَخْرُجُ fiiline mütealliktir. مَا müşterek ism-i mevsûl atıf harfi وَ ‘ la birincisine matuf olup mahallen mansubdur.
يَنْزِلُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru يَنْزِلُ fiiline mütealliktir. مَا müşterek ism-i mevsûl, atıf harfi وَ ‘la birincisine matuf olup mahallen mansubdur.
يَعْرُجُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. ف۪يهَ car mecruru يَعْرُجُ fiiline mütealliktir.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında irab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz. Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مَعَكُمْ mekân zarfı olup, mahzuf habere mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَيْنَ مَا mekân zarfı, şart ismi olup tam fiil olarak amel eden كُنْتُمْ ‘e mütealliktir. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
كُنْتُمْ şart fiili olup, sükun üzere mebni mazi fiildir. İtiraziyyedir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Cümle, atıf harfi وَ ‘la هُوَ مَعَكُمْ cümlesine matuftur. İsim cümlesidir. اللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.
مَا ve masdar-ı müevvel بِ harf-i ceriyle بَص۪يرٌ ‘a mütealliktir.
تَعْمَلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بَص۪يرٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
بَص۪يرٌ , mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. هُوَ müsnedün ileyh, müfret has ism-i mevsûl الَّذ۪ي müsneddir.
Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, sonraki habere dikkat çekmek içindir.
الَّذ۪ي ’nin sılası olan خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ cümlesi mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَالْاَرْضِ kelimesi, tezat sebebiyle mef’ûl olan السَّمٰوَاتِ ’ye atfedilmiştir.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ifadesinde tağlîb sanatı vardır. Yer, gök ve ikisi arasındaki herşeyi de ifade eder.
اَيَّامٍ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder. ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla اَيَّامٍ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü günler, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
Tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ ile sıla cümlesine atfedilen ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ibaresinde istiare vardır. Çünkü gerçek anlamda istiva ile sadece yükselen-alçalan, doğrulan-eğrilen cisimler nitelenir.
اسْتَوٰى kelimesinde tevriye sanatı vardır. Ayette istiva sözcüğünden önce veya sonra yakın ya da uzak anlamına delalet eden bir karine (ipucu) zikredilmediği için burada tevriye, mücerrededir.
اسْتَوٰى , istilâ manasınadır. Yani Allah, Rahman sıfatıyla bütün varlıkları kuşatmıştır. Çünkü اسْتَوٰى fiili عَلَى harf-i ceriyle geçişli olduğunda istilâ manasına, إلى harf-i ceriyle geçişli olduğunda ise intihâ manasına gelir. Bu, ya bizzat veya idare cihetiyle olur. (Rûhu-l Beyân)
Allah Teâlâ’nın bu ifadeden maksadı, kudretinin delillerini bildirmektir. (Fahreddin er-Râzî)
اسْتَوٰى kelimesinin iki manası vardır: Yakın manası “bir yerde karar bulmak” tır. Uzak manası ise saltanat ve istilâdır. Allah Teâlâ cisim olmaktan münezzeh olduğu için yakın mananın murad edilmesi münasip değildir. Dolayısıyla uzak mana kastedilmiştir. (Bazı alimler عَلَى الْعَرْشِۜ lafzının yerleşmek manasının lazımı olduğunu söyleyerek bunu muraşşaha addetmişlerdir.) (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Buradaki istiva ile bir mahal ve mekânı işgal etmek değil de “kudret ve saltanat bakımından hakim olmak” anlamı kastedilmiştir. Bu ifade, “Falanca kral krallığının tahtına kuruldu; buyruk-yasak kürsüsüne (‘Arş üzerine istiva etti.’ sözü, ‘Tahta oturdu, tahta geçti, tahta kuruldu.’ anlamında temsîli istiaredir. Allah Teâlâ’nın varlıkların bizzat yönetimini ve murakabesini elinde bulundurması hali, kralın tebasını yönetmek üzere tahta geçip oturması durumu ile temsil edilmiştir.) malik oldu” anlamında ”Falanca kral, kraliyet tahtına oturdu/kuruldu” denmesi gibidir. (Allah Teâlâ’nın) -gerçekte üzerine oturacağı tahtı ve el ile işaret edilecek (şekilde maddi yapıda) yüksek bir yeri bulunmasa da -bu şekilde (arşı olmakla) nitelenmesi güzel olmuştur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ
Ayetin ikinci cümlesi, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan يَلِجُ فِي الْاَرْضِ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فِي الْاَرْضِ car mecruru يَلِجُ fiiline mütealliktir. Müteakip üç ism-i mevsûl de öncesindekine atfedilmiştir. İlk iki ile son iki mevsûlün birbirine atıf sebebi tezattır. Sıla cümleleri birinci mevsûlün sılasıyla aynı üsluptadır.
يَخْرُجُ - يَعْرُجُ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَلِجُ - يَخْرُجُ ve يَنْزِلُ - يَعْرُجُ ve يَعْرُجُ - اسْتَوٰى gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يَلِجُ فِي الْاَرْضِ - يَخْرُجُ مِنْهَا cümleleri ve يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ - يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
الْاَرْضَ - مَا kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ - السَّمَٓاءِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayetin başında mef'ûl makamında olan ism-i mevsûl مَا ve sıla cümlesine yapılan atıfların hepsinin sebebi, îrabda ortaklıktır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede cem' ma’at-taksim sanatı vardır. يَعْلَمُ ’da cem’, ism-i mevsûllerle sıralananlarda taksim vardır.
Allah Teâlâ’nın bu ifadeden maksadı ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. (Fahreddin er-Râzî)
Hak Teâlâ kudretine dair olan ifadeyi, ilmine dair olan ifadeden önce getirmiştir. Çünkü Allah'ın kādir olduğunu bilmek, alim olduğunu bilmekten önce gelir, bu daha önemlidir. İşte bundan ötürü bazı muhakkik alimler, Allah'ı bilmenin ilk mertebesinin, O'nun kudretini bilmek olduğunu söylemişlerdir. Diğer alimler de, Allah'ı bilmenin ilk mertebesinin, O'nun müessir oluşunu bilmek olduğunu söylemişlerdir. Her iki takdire göre de, Allah'ın kādir olduğunu bilmek, alim olduğunu bilmekten önce gelir. (Fahreddin er-Râzî)
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ
Cümle hükümde ortaklık nedeniyle atıf harfi وَ ‘la يَعْلَمُ cümlesine atfedilmiştir. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. هُوَ mübtedadır, mekân zarfı مَعَكُمْ , mahzuf habere mütealliktir.
Fasılla gelen اَيْنَ مَا كُنْتُمْ cümlesi itiraziyyedir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.
Şart üslubunda haberî isnad olan cümlede şart manası taşıyan mekan zarfı اَيْنَ مَا , cevap fiiline mütealliktir. Şart fiili كُنْتُمْۜ , bu cümlede nakıs değildir. Cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Cevabın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur, öncesinin delaletinden mana anlaşılır.
Ayette cevap farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Eğer şartın öncesinde cevabın anlaşılmasını sağlayan bir ifade yer alırsa, cevap hazf edilir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur'an)
اَيْنَ , istifham edatı olarak, Kur’an’da on ayette varid olmuştur. Bunlardan üçünde اَيْنَ ’den hemen sonra gelen مَا ism-i mevsûl olup zaid değildir ve bu ayette olduğu gibi اَيْنَ ’den ayrı olarak yazılmıştır.
اَيْنَ , Kur’an’da istifham edatının yanında şart edatı olarak da gelmiştir. Kur’an’da şart edatı olarak kullanıldığı tüm ayetlerde sonuna bir مَا ilave olunmuştur. Bu da اَيْنَمَا ve اَيْنَ مَا şekillerinde yani hem birleşik hem de ayrı olarak gelmiştir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifhâm Üslûbu)
وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Ayetin son cümlesi atıf harfi وَ ‘la وَهُوَ مَعَكُمْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Bu cümlede ayetin öncesindeki gizli zamirden zahir isme iltifat vardır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
اَللّٰهُ mübteda, بَص۪يرٌ haberidir.
Cümlede car mecrur بِمَا تَعْمَلُونَ , amili olan بَص۪يرٌ ’un önüne geçmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Yani “O yaptıklarınızı görür. Görmediği hiçbir şey yoktur.” demektir. Bu cümle, mamulun amiline kasrını, başka bir deyişle de olumlu mananın yanında bir de olumsuz mana ifade eder.
İsim cümleleri sübut ifade eder.İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَا müşterek ism-i mevsûlu mecrur mahalde olup بَص۪يرٌ ’e mütealliktir. Sılası olan تَعْمَلُونَ, muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir.
Müsned olan بَص۪يرٌ mübalağalı ismi fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
وَٱللَّهُ بِمَا تَعۡمَلُونَ بَص۪يرٌ sözü, lafzen sarih olarak Allah’ın bütün yapılanları gördüğüne, bildiğine delalet eder. Ama maksat bu yapılanlara karşılık ahirette verilecek sevap ve cezayı hatırlatmaktır. Buna, lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel denir.
Bu ayetlerde ilginç bir tertip bulunmaktadır. Zira, Cenab-ı Hak O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır buyurarak önce Kendisinin, bütün mümkinât ve kainatın ilahı olduğunu; daha sonra da Kendisinin arşın, göklerin ve yerin ilahı olduğunu beyan etmiş, en sonunda da, [Nerede olursanız O, sizinle beraberdir.] cümlesi ile de kudreti, îcadı, tekvîni ve ilmi ile bizimle beraber olduğunu beyan etmiştir ki, O'nun "ilmi", bizim içimizi dışımızı bilmesi demektir. (Fahreddin er-Râzî)
يَعْلَمُ - تَعْمَلُونَ kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs vardır.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ kavlindeki atıf, matufun önemi sebebiyle hususinin umuma atfıdır. Buradaki maiyyet ise; her durumdaki ilim manasında kinaî bir temsildir. (Âşûr)
Ayette, gafilleri uyarma, uyanıkları gayrete getirme, onları âlemlerin Rabbi Allah'tan korkma ve utanmaya teşvik vardır. Ayrıca amellerinin gözetildiğine, iyi ve kötü oluşlarına göre karşılık göreceklerine dair işaret de vardır. (Rûhu-l Beyân)