لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
“Arzulanan bir şeye ulaşma” anlamına gelen idrak, mecaz olarak “duyu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da mânayı kavraması” mânasında kullanılır. Buradaki kullanımında her iki anlamı da kapsamaktadır; yani “Gözler O’nu idrak edemez” ifadesiyle hem Allah’ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zâtından başka hiçbir varlık tarafından O’nun gerçek varlığının ve mahiyetinin bütünüyle bilinip kuşatılamayacağı ortaya konmuştur. Bu ifade ile özellikle maddî nesneleri, putları, heykelleri, resimleri tanrılaştıran, bunlara tanrısal aşkınlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bunlara dayalı tutumlar reddedilmiştir.
Mu‘tezile bilginleri, daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i sünnet’in düşündüğünün aksine, Allah’ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerken Ehl-i sünnet bilginleri, âyetin bâki olan Allah’ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini; âhirette ise, insanların ölümsüz hale getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz bir görme imkânına kavuşturulmuş gözleriyle bâki olan Allah’ı görmelerinin mümkün olduğunu savunmuşlardır. Onlar, inkârcıların âhirette “rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)” bildiren âyeti de (Mutaffifîn 83/15) bu iddialarına delil göstermişlerdir. Zira “mahrum olma (perdelenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini görebileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hal ve şartlara göre olacaktır. Yine Ehl-i sünnet’e mensup müfessirlere ait başka bir yoruma göre âyette Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O’nun tam olarak idrak edilmesinin imkânsız olduğu bildirilmektedir. Şu halde eksik de olsa kulların O’nu görmeleri mümkün olacaktır (Şevkânî, II, 170-171).
Latîf ve habîr Allah’ın esmâ-i hüsnâsındandır. Latîf ismi Allah’ın sevgi, merhamet, hoşgörü, ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lutufkâr olduğunu ifade etmesi yanında, özellikle habîr ismiyle birlikte kullanıldığında “her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen” anlamına gelmekte olup özellikle “bütün olup bitenler gibi kullarının hallerinden de eksiksiz haberdar olan” mânasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığında ikinci mânada anlaşılması daha isabetli görülmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 448-449
Riyazus Salihin, 1900 Nolu Hadis
Suheyb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:Size vermemi istediğiniz bir şey var mı? diye soracak. Onlar:
Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim, diyecekler.
İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerine bakmak olacaktır.”
Müslim, Îmân 297. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 11
Riyazus Salihin, 1902 Nolu Hadis
Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gece Resûlullah’ın yanında bulunuyorduk. On dördüncü gecesindeki aya baktıktan sonra şöyle buyurdu:
“Şu ayı hiç bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksiniz.”
Buhârî, Mevâkîtü’s-salât 16,Tefsîru sûre (50), 2, Tevhîd 24; Müslim, Mesâcid 211. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 19; Tirmizî, Cennet 16; İbni Mâce, Mukaddime 13
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُدْرِكُهُ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
الْاَبْصَارُ fail olup lafzen merfûdur.
وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi تُدْرِكُهُ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubtur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يُدْرِكُ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُدْرِكُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
الْاَبْصَارَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اللَّط۪يفُ haber olup lafzen merfûdur. الْخَب۪يرُ ise ikinci haberdir.
اللَّط۪يفُ - الْخَب۪يرُ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe, “benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Allah Teala’nın ilminin genişliğini ve azametini ifade etmek için gelmiş bir ibtidaiyye cümlesidir. (Âşûr)
İsim cümlesi formunda gelerek sübut ifade eden وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi وَ ’la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ cümlesiyle وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
لَا تُدْرِكُهُ - يُدْرِكُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb (Âşûr), iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَهُوَ - الْاَبْصَارَۚ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
ادْرِكُ [İdrak etmek] kelimesinde her halinden haberdar olmak anlamı vardır.
Gözün her yönü ile görmesine idrak, bir yönü ile görmesine de ru’yet demişlerdir.
Bu ayetin tefsirinde müfessirimiz, leff ü neşr-i müretteb sanatının varlığını uygulamalı olarak net bir şekilde şöyle gösterir: Ayetin leff ü neşr babından olması mümkündür. Yani her göz O’nu idrak edemez, çünkü O latiftir, O ise her gözü/sahibini idrak eder, çünkü her şeyden haberdardır. Bu durumda latif, kesif lafzının karşılığında kullanılır ki duyu organlarıyla idrak edilemeyen ve duyudan etkilenmeyen manasına gelir. Ayette, “Her göz O’nu idrak edemez” ve “O, her gözü idrak eder” ifadeleri zikredildikten sonra bunlara ait özellikler olan “Latif (duyularla idrak edilemeyen)” ve “Habîr (her şeyden haberdar olan)” lafızları da aynı sıraya göre dizildiğinden burada leff ü neşr-i müretteb sanatı vardır. Ayrıca ayetin لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ [Her göz O’nu idrak edemez.] kısmında selb-i umum meydana gelmiştir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanış, Keşşâf, Âşûr)
Dipnot: Selb-i umum, nefy edatının umum edatına takaddüm etmesidir. Bu durumda olumsuzluk bütün fertlere şamil olmayıp bazıları için sabittir. (Hacımüftüoğlu, İcâz ve Belâgat Deyimleri, s. 134)
Ayetteki الْاَبْصَارُ lafzının başındaki harfi tarif istiğrak (umum) içindir ve olumsuzluk edatından sonra gelmiştir. Yani olumsuzluk bireylerin tamamına şamil değildir. Cennete girenler Allah’ı idrak edebilecekler demektir.
Ayetteki الْاَبْصَارُ (gözler) kelimesi, başında elif-lâm bulunan bir çoğul sıygasıdır. Binaenaleyh bu sıyga, istiğrak (kapsamlılık) ifade eder. O halde Cenab-ı Allah’ın , “Gözler O’na erişemez.” ayeti, her gözün O’nu göremeyeceğini ifade eder ki bu, “umumun selbi”ni ifade eder (yani genel manada olumsuzluğu ifade eder) ama “selbin umumiliğini” ifade etmez (yani bu görememe işi, herkesi içine almaz). Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki bu olumsuzluğun “genel”e tahsis edilmesi, hükmün (görme hükmünün), o genelin içinde bulunan bazı kimseler hakkında söz konusu olabileceğine delalet eder. Bir kimse “Zeyd'i herkes dövmedi!” dediği zaman bu söz o Zeyd’in bazı kimselerin dövdüğünü ifade eder. (Fahreddin er- Râzî)
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ cümlesi لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ’ye matuftur ve diğer bir sıfattır. Veya gözle algılanamayanın, kendisini algılamayanların durumunu bilmediği vehmini gidermek için gelmiş bir ihtiras tezyîlidir. (Âşûr)
Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karînesiyle kasr ifade eder.
Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir.
اللَّط۪يفُ ,الْخَب۪يرُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.
Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır ve aralarında muvazene sanatı vardır. Bu iki sıfat, medih içindir.
Müsnedin marife olmasıyla tekid edilen cümle faide-i haber inkarî kelamdır.
İki hükmün ta’lîli mesabesinde olan son cümlede leff ve neşr sanatı vardır.
Allah, Latif ve Habir’dir; her şeyin içini dışını bilir.
Latif, kesifin mukabili olup duyularla idrak edilemeyen demektir. (Ebüssuûd)
Ayet birbirine uygun mana ile başlamış ve sona ermiştir.
Latif ve Habir; görünen ve görünmeyen şeyleri bilmek demektir.